11 Aralık 2013 Çarşamba

ABD’NİN 1964’DEKİ HEDEFİ YİNE TAKSİMDİ

Martin Packard, Malta’da NATO personeli olarak hizmet verirken, 1963’de, Kıbrıs’taki Birleşmiş Güçler kadrosuna Yunanca tercümanı olarak atanan bir İngiliz istihbarat yorumcusu idi. Birleşmiş Güçler, Aralık 1963’de toplumlararası çarpışmalar başladığı zaman, üç garantör ülke olan Büyük Britanya, Yunanistan ve Türkiye tarafından oluşturulmuştu. Packard, “istihbarat yorumcusu” tanımlamasının, bilgisiz kişiler arasında, kendisinin İngiliz İstihbarat Hizmetleri’ne mensup olduğuna ilişkin yanlış bir kanıya yol açtığını yazmaktadır. Packard, donanmada görevli iken 1956’da, Yunanistan’da tanıştığı Yunanlı bir hanımla evli olduğu için Yunancayı çok iyi biliyordu.

Packard, tuttuğu notları 44 yıl sonra, 2008 yılında, “Yanlış Anlayış: 1964 Tarihli Bir Kıbrıs Günlüğünden Parçalar” başlığı altında yayımlamış bulunuyor. Kitap, yazarının da belirttiği gibi, “Kıbrıslıların kendi sorunlarını, kendilerinin çözmeleri yeteneğinin var olduğunu kanıtlayan, hissedilir derecede başarılı olan bir arabuluculuk süreci”ni anlatmaktadır. “Bu süreç, Kıbrıs’ın bağımsızlığına tahammül etmekte isteksiz olanların derin inançsızlığı yüzünden, olası bir barış dalgasının gerçekleştirilmesine engel olmuştur.   

Martin Packard, şöyle yazmaktadır: “Kıbrıs’taki bütün deneyimim, Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türklerin, uygulayacakları ve karşı karşıya oldukları sorunları doğru bir biçimde değerlendirecekleri uygun mekanizmaların sağlanması halinde, etkili çözümleri bulabileceklerini göstermiştir. Üçlü arabuluculuk sürecinin uygulandığı çeşitli yerel anlaşmazlıklarda durum böyle idi. Bu süreç, toplumlararası yanlış anlamaların köklerine kadar uzatılmış olsaydı, aynı şekilde sonuç verebilecekti. Her iki durumda da, can alıcı etmen, arabuluculuk surecinin, bir dış güce karşı değil, toplumsal liderliklere karşı sorumlu olmasıdır. Böylesi bir kavramın, Washington’a, Londra’ya veya Ankara’ya cazip gelmesi çok zordur. Mark Curtis’in (‘Sahtekârlık Ağı’nda) yazdığı gibi, “Britanya ve ABD politikası, bütün ulusları eşit olarak kapsayan, gerçekten çok yanlı, yasal ve etik standardlara dayalı bir eylemi genel olarak reddetmektedir.” (s.353) 

Martin Packard ve arkadaşı binbaşı John Burgess, aslında Kıbrıs’taki çalışmaları hakkında bir rapor hazırlamışlar ve 250 sayfalık bu raporun bir kopyasını, kendilerini bu raporu yazmakla görevlendiren İngiliz Uluslar Topluluğu İlişkileri Dairesi’ndeki Bakan Yardımcısının Asistanlığını yapan Cyril Pickard’a, Ekim 1964’de teslim etmişlerdi. Pickard’ın kendisi de, 1964’ün ilk aylarında, Kıbrıs’taki İngiliz Yüksek Komiserinin yerine bakan görevli kişiydi ve bu raporu şöyle değerlendirmişti: “Eşsiz bir operasyonun çekici bir öyküsüdür ve gelecekteki uzun yıllar boyunca, büyük bir değere haiz olacaktır. 

Ama daha sonra, bu raporun kaderi, tarihin karanlıklarına karışacaktı. Raporu yazanlara söylenen, bu belgenin güvenlik açısından bir sınıflandırmaya tabi tutulduğu idi. Kaydetmekte yarar vardır ki, raporu yazanların evlerine girilerek, ilgili malzeme, bilinmeyen kişiler tarafından müsadere edilmiş ve bunun hemen ardından da, ellerindeki raporun bütün kopyalarının ve işlenmemiş malzemenin teslim edilmesi talimatı verilmişti. Cyril Packard’a verilen kopya da, Dışişleri Bakanlığı’nın odalarında kaybolmuş ve geri verilmesine ilişkin taleplerine rağmen, ona geri verilmemişti.   

Packard şunları yazmaktadır: “Son zamanlarda himayesi altında çalışmakta olduğum Birleşmiş Milletler, kendisi için önemli bir vaka hikâyesini oluşturacak olan bu araştırmanın bir kopyasını elde etmek için Britanya hükümetine talepte bulundu, ama BM’ye söylenen, raporun nerede olduğunun belirlenemediği idi. 2000 yılında Dışişleri ve İngiliz Uluslar Topluluğu Dairesi’ne yaptığım bir ziyarette, Kıbrıs ile ilgili belgelerden sorumlu arşiv sorumlusu tarafından bana söylenen, raporun, kayıtlara göre 1964’de, basılmak üzere  HMSO’ya gönderildiği ve daha sonra ‘kaybolduğu’ idi.

"Günümüze kadar gelen raporla ilgili yorumların gösterdiği şudur ki, ben, Londra’daki yetkililer tarafından başıboş tehlikeli bir mayın ve kendi yetkilerini aşmış olan bir kişi olarak görülmekte idim. Yorumların genel havası, benim hikâyemin entrikalarla dolu olduğu şeklinde idi. Britanya hükümetinin herhangi bir doğrudan denetimi olmadan, benim bir arabuluculuk rolü oynamış olmamın tahmin edilmesi, açıkça kabul edilemez bir durumdu.”

Kıbrıs’ta, 1974’de, iki garantör ülke tarafından gerçekleştirilen, önce faşist darbe ve bunu izleyen istila ve işgalden sonra, anayasal anlaşmazlıktan ve bunu izleyen Aralık 1963’teki toplumlararası çarpışmalardan pek de söz edilmediği bilinen bir gerçektir. Kıbrıs’taki iki toplum arasındaki anayasal uyuşmazlık, tâ o günlere kadar gitmektedir ve Kıbrıs sorunu diye adlandırılan sorunun, bazı iç yönleri olduğu gibi, çok önemli dış yönleri de vardır. NATO ülkelerine ait gizli servislerin, Kıbrıs’ta yaptığı işlerle ilgili olarak Packard’ın kitabında bir çok değinme yer almaktadır. İngiliz ve Amerikan emperyalizminin rolü, yazarın günlük etkinlikleri ve temasları hakkında yazdığı raporlarda çok açık bir şekilde görülebilmektedir.

ABD Dışişleri Bakanı George Ball, 1964’de adayı ziyaret ettiği zaman, Martin Packard, ona bu görev ziyareti esnasında eşlik etmekteydi. Packard şunları yazmaktadır: “Üniter devletin mutlaka çalışabileceği olgusuna ilişkin birçok kanıtı ona gösterebilmiştim. Hâlâ daha atılması gereken adımların neler olduğunu ona anlattım. Üçlü arabuluculuk yaklaşımının avantajları ve bunun, tedhiş kaynaklarını tesbit edip, izole etme konusunda tanıdığı fırsat hakkında, onunla uzun uzun konuştum ve Kıbrıslı Türklerin gerçek güvenliğinin sağlandığı, iki toplumlu bir Kıbrıs içinde, çok daha güçlü, çok etnili bir toplumun yaratılabileceğine ilişkin gerçekçi bir ümidin var olduğunu söyledim. Karşılıklı anlaşma ile sınırlı nüfus hareketlerinin, özellikle gerginlik olan bölgelerde yararlı olduğunu ve çoğu bölgelerde, iki kırsal toplumun yeniden bütünleşmesinin, genel bir siyasal uyuma varıldıktan sonra, herhangi bir sorun oluşturmayacağını anlattım. Askerlerin barışı koruma çabasının genişletilmesinden çok, üçlü arabuluculuk sürecinin yaygınlaştırılmasına ihtiyaç olduğunu ve aldığımız derslerin, toplumlararası diyalog ve işbirliğinin üst düzeylerde uygulanması gerektiğini önerdim.”

“Lefkoşa’ya  döndüğümüz zaman Sayın Ball, başarılmış olan işler nedeniyle bana takdirlerini belirtti ve daha sonra sempatik bir biçimde şöyle dedi: “Ama hepsini yanlış anladın be oğlum. Hedefimizin taksim olduğunu herhangi biri sana henüz söylemedi mi?”. Ne yazık ki bu sözleri o zaman ciddiye almadım. Yanlış yönlendirilmiş bir Amerikan politikacısı saçma sapan konuşmaktadır, diye düşündüm. Kıbrıs’taki batılı politikadan sorumlu olanın ABD Dışişleri Bakanlığı değil de, İngiliz Uluslar Topluluğu İlişkileri Dairesi olmasından kendimi rahatlamış hissettim. Ada için yeni Washington politikasının formüle edilmesinde, Dean Acheson’ın desteğini alan George Ball’un anahtar bir konumda olduğunu kimse bana anlatmamıştı. Bölge için Birleşik Krallık/ABD girişimlerinin liderliğini elde etmeye çalışan Washington’un çabalarının ne gibi etkileri olacağı hakkında da herhangi bir anlayışa sahip değildim.” (s.166)

Birleşmiş Güç’ün komutanı olan General Young, Londra’da, sertlik yanlısı General Carver tarafından “fazla Kıbrıslı yanlısı” olmakla suçlanarak, Şubat 1964’de değiştirilmişti. Haziran 1964’ün başlarında, Kıbrıslı Türklerin terk etmiş oldukları bazı karma köylere dönmeleri konusunda, Örgüt, Gizli Ordu, TMT ve bütün ilgili siyasal ve yerel liderlerin onayı ile anlaşmaya ulaşılmıştı. Bu, Kıbrıs sorununun çözülmesi anlamına gelmiyordu, ama ileriye doğru atılmış önemli bir adımdı. Plan, BM Barış Gücü’nün eşlik etme ve düzeni sağlamaya yönelik düzenlemeler yapmasını gerektirmekteydi ve bunun için de Martin Packard, zaten BM arabuluculuk başkanlığından ‘ilerle’ emrini almış bulunuyordu. General Carver, anlaşmaya varıldığını öğrenir öğrenmez, Packard’a, onun açık bir tutukluluk durumunda imiş gibi davranmasını söyledi. Packard, ertesi gün, aşikâr bir şekilde CIA tarafından sağlandığı belli olan, üzerinde herhangi bir işaret bulunmayan bir C-47 Amerikan uçağı içinde Kıbrıs’tan uzaklaştırıldı. İki saat sonra, Atina dışındaki Hellenikon’da yer alan ABD Hava Kuvvetleri üssünde alıkondu. (s.240)

Makarios, Küçük ve BM tarafından yapılan ve Packard’ın Kıbrıs’ta kalması gerektiğine ilişkin çağrılara rağmen, onun arabuluculuk operasyonu terk edildi. O zaman Packard’a, hem Birleşik Krallık, hem de ABD Bakanlıkları tarafından söylenen, rolünde ileri gittiği ve NATO’nun hedefinin toplumsal ayrılık olduğunu anlayamadığı idi.    

1974’ün kanlı olaylarından beri, Kıbrıs’ta ayrılık ve taksim halen devam ettiğinden, Martin Packard’ın 1964’de bir barış oluşturucu olarak gün be gün yaşadıklarının okunması, çok etkileyici olmaktadır.

Aşağıda, Packard’ın notlarından ve değerlendirmelerinden bazı alıntılar verilmektedir:
 
"1958’de Kıbrıs’ta toplumlararası ilişkilerin dokusunda  büyük bir değişiklik meydana gelmiştir. Enosis için mücadele eden EOKA önderliğindeki Kıbrıslı Rumların mücadelesine karşı koymak için, İngilizlerin Kıbrıslı Türklerden oluşan polis birimlerini kullanması, Kıbrıs’ın kendi kaderini tayin etmesi için Yunanistan’ın yürüttüğü uluslararası kampanyaya karşı koymak üzere, Kıbrıs’ın iç meselelerine Türkiye’nin karışması için İngilizlerin teşviki ve belediyelerde ayrı toplumsal yönetim için Türk taleplerini kabul etmede İngilizlerin açık bir şekilde istekli olması, bazı Kıbrıslı Türk liderler tarafından taksime doğru ilk adım olarak tanımlandı ve toplumlararası ciddi şiddet olaylarının patlak vermesi için gerekli ortamı yarattı. İngilizler, ayaklanma karşıtı bütün güçlerini Kıbrıslı Rumların EOKA’sına karşı yönelttiler. Karışıklıkların neredeyse sona erdiği vakti kadar, sömürge makamları tarafından yasadışı bile ilân edilmemiş olan, Kıbrıslı Türklerin paralel gizli örgütü TMT, herhangi ciddi bir engelle karşılaşmadan ve başlangıçta İngiliz ordusu tarafından bir müttefik gibi görülerek, savaşma gücünü inşa etmesine izin verildi. Londra’nın şiddete karşı yanıtı, Macmillan Planı oldu ve bu öneri, The Times gazetesi tarafından “yönetim açısından taksim” olarak tanımlandı.” (s. 136-137)
           
“Kıbrıslı Rumlar, sayısal olarak üstün çoğunluğa sahip olmalarının kendilerine, eğer isterlerse, Yunanistan ile  birleşme tercihi de dahil, Kıbrıs’ın geleceği hakkında karar verme yönünde demokratik bir hak verdiği hissine kapıldılar. Kıbrıslı Türkler de, nüfusun sadece yüzde on sekizini oluşturmalarına rağmen, 1960 Anayasasının kendilerine, devletle ilgili konularda bir eşitlik verdiğine ve güvenliklerinin, onaylamadıkları önemli hükümet kararlarını veto etme yetkisine bağlı olduğuna inandılar. Türkiye ise, kendi ulusal çıkarlarının, Kıbrıs’taki gelişmeler üzerinde açık bir denetim uygulayabilmesi ile mümkün olmasını talep etti. Amerika, Britanya, Türkiye ve Yunanistan’ın istihbarat hizmetlerinin hepsi de, üniter, sola doğru eğilimli bir Kıbrıs’ın kendi çıkarları için ters olacağına inandılar.

“Kıbrıslı Türkler, dış güçlerce yapılandırılan bir anayasa tarafından kayrılmakta idi. Kıbrıslı Rumlar, bu anayasayı eşitlikçi olmadığı ve değiştirilmesi gerektiği şeklinde değerlendirdiler ve kendilerinin demokratik ilkelere dayandıklarını düşündüler. Her toplum, ötekinin, silah gücü ile kendi anladığı hedef için mücadele edeceğine inandı ve her biri, bu olasılığa karşı koymak veya kendi isteğini zorla uygulama yolunu aramak için yasa dışı paramiliter örgütler kurdu. Böylece yaratılmış olan durum, demokratik süreci bir kenara koymak için çok uygun, milliyetçiler tarafından kaçırılmayacak fırsatlara açık ve dış ajanların istismarına elverişli idi. " (s. 145)
 
“BM’nin barış koruyuculuğunu gözetlemeye başlaması, karşılıklı yanlış anlamalar ile dikkati çekmişti. Kıbrıslı Rumlar, merkezi hükümetin ada çapında denetimini yeniden kurmasında desteklenmesini ümit ederken, Kıbrıslı Türkler, daha öncekinden daha etkin bir şekilde korunmalarını beklemekteydiler. BM ise, Kıbrıs’ın karmaşık durumundan habersiz veya İngilizlerden devraldıkları politikaların çoğunun, toplumların yeni uğraşlarına, ne kadar destek vermediğinin farkında değildi.  Bu yanlış anlamaların sonucu da, gerginliklerde genel olarak bir yükseliş, bir dizi çarpışma ve daha sonra hayal kırıklıklarının başlaması idi.” (s. 303)

“Özellikle belediyelere ilişkin önerilerde formüle edilen ayrı toplumlar kavramının, yıllardır yabancılar tarafından teşvik edildiği bir ülke, daha sonra bölücü ve dış güçlerce yapılandırılmış bir anayasanın içine sokulmuş ve her toplum, dışarıdan desteklenen silahlı ve devlet dışı bir komplo tarafından tehdit edildiğini anlamış ve 1963’de kendini,  hayret verici bir ikilemle karşı karşıya bulmuştu: Her toplumun içindeki gündem, demokratik süreç yerine, dış bağlantılı aşırı ve çetin unsurlar tarafından zorla dayatılmaktaydı.  Buna bir çözüm, pro-aktif bir arabuluculuk yoluyla bulunabilirdi, ama Kıbrıs’ın bağımsızlığı hakkında İngilizlerin duyduğu antipati, buna imkân tanımamaktaydı. Bunun yerine, komplocularla birlikte NATO’nun katılımı söz konusuydu. (...)
 
“En sonunda, Britanya’nın Kıbrıs’ta kendi dar çıkarlarını savunması ve orada Türkiye’nin katılmasını teşvik etmesi yüzünden herkes kaybetti. Her iki ülke ve bütün Kıbrıslılar için muazzam ekonomik ve sosyal yarar sağlayarak, Türkiye ile Yunanistan arasında yakınlaşmanın bir katalisti olabileceği bir zaman, Kıbrıs,  bölgesel ayrılığın ana nedeni haline geldi. AB, Doğu Akdeniz ülkelerinin yakınlaştırıcı birliğini miras alabilecekti. Türkiye de, AB’ye giden yolu, daha az engellerle dolu bir hat üzerinden bulabilirdi. 

“Aşırılığa karşı her topluma gerçek bir koruma sağlayan, Türkiye’nin geçerli stratejik endişelerini tatmin eden ve Londra’yı güçlü  bölgesel bir müttefikle başbaşa bırakacak bir formül içerisinde, Kıbrıs’ın gerçek bağımsızlığı sağlanmış olabilirdi. Britanya bu amaca doğru öncülük yapabilirdi, ama verdiği işaretlerle bunda başarısız oldu.” (s. 353)
 
Martin Packard’ın çok daha sonra 1995’de Atina’daki bir konferansta şöyle diyecekti: “Kıbrıs’taki 1964 olayları, daha sonraki yıllarda Bosna’da uygulanmış olabilecek derslerle doludur. Ne yazık ki, BM’nin, o olayların bir analizini yapacağına veya bu dersleri uygulayacağına ilişkin herhangi bir işaret yoktur... Ama barışı koruyanlar, barışı yapanları etkisiz bırakmıştır. İngilizler, hâlâ daha üslerine sahiptirler. Kıbrıslı Türklerin haklarını ve güvenliğini garanti edecek olan federal bir formülün olmasına rağmen, Ankara, kendini, yabancı bir toprak üzerinde muazzam bir ordu bulundurma zorundaymış gibi hissetmektedir. Oysa ki bu, Türkiye’nin Avrupa hedefine, Kıbrıslı Türklerin daha iyi bir yaşam kalitesi için olan emellerine terstir. Kıbrıslı Türklerin dışa göç etme oranı, bunun kanıtıdır. " 

(Afrika gazetesi, Pazar Eki, 30 Kasım 2008)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder