Packard, tuttuğu notları 44
yıl sonra, 2008 yılında, “Yanlış
Anlayış: 1964 Tarihli Bir Kıbrıs Günlüğünden Parçalar” başlığı altında
yayımlamış bulunuyor. Kitap, yazarının da belirttiği gibi, “Kıbrıslıların kendi
sorunlarını, kendilerinin çözmeleri yeteneğinin var olduğunu kanıtlayan,
hissedilir derecede başarılı olan bir arabuluculuk süreci”ni anlatmaktadır. “Bu süreç, Kıbrıs’ın bağımsızlığına tahammül
etmekte isteksiz olanların derin inançsızlığı yüzünden, olası bir barış
dalgasının gerçekleştirilmesine engel olmuştur.”
Martin Packard, şöyle
yazmaktadır: “Kıbrıs’taki bütün deneyimim, Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı
Türklerin, uygulayacakları ve karşı karşıya oldukları sorunları doğru bir
biçimde değerlendirecekleri uygun mekanizmaların sağlanması halinde, etkili
çözümleri bulabileceklerini göstermiştir. Üçlü arabuluculuk sürecinin
uygulandığı çeşitli yerel anlaşmazlıklarda durum böyle idi. Bu süreç,
toplumlararası yanlış anlamaların köklerine kadar uzatılmış olsaydı, aynı
şekilde sonuç verebilecekti. Her iki durumda da, can alıcı etmen, arabuluculuk
surecinin, bir dış güce karşı değil, toplumsal liderliklere karşı sorumlu
olmasıdır. Böylesi bir kavramın, Washington’a, Londra’ya veya Ankara’ya cazip
gelmesi çok zordur. Mark Curtis’in (‘Sahtekârlık Ağı’nda) yazdığı gibi,
“Britanya ve ABD politikası, bütün ulusları eşit olarak kapsayan, gerçekten çok
yanlı, yasal ve etik standardlara dayalı bir eylemi genel olarak
reddetmektedir.” (s.353)
Martin Packard ve arkadaşı
binbaşı John Burgess, aslında Kıbrıs’taki çalışmaları hakkında bir rapor
hazırlamışlar ve 250 sayfalık bu raporun bir kopyasını, kendilerini bu raporu
yazmakla görevlendiren İngiliz Uluslar Topluluğu İlişkileri Dairesi’ndeki Bakan
Yardımcısının Asistanlığını yapan Cyril Pickard’a, Ekim 1964’de teslim
etmişlerdi. Pickard’ın kendisi de, 1964’ün ilk aylarında, Kıbrıs’taki İngiliz
Yüksek Komiserinin yerine bakan görevli kişiydi ve bu raporu şöyle
değerlendirmişti: “Eşsiz bir operasyonun
çekici bir öyküsüdür ve gelecekteki uzun yıllar boyunca, büyük bir değere haiz
olacaktır.”
Ama daha sonra, bu raporun
kaderi, tarihin karanlıklarına karışacaktı. Raporu yazanlara söylenen, bu
belgenin güvenlik açısından bir sınıflandırmaya tabi tutulduğu idi. Kaydetmekte
yarar vardır ki, raporu yazanların evlerine girilerek, ilgili malzeme,
bilinmeyen kişiler tarafından müsadere edilmiş ve bunun hemen ardından da,
ellerindeki raporun bütün kopyalarının ve işlenmemiş malzemenin teslim edilmesi
talimatı verilmişti. Cyril Packard’a verilen kopya da, Dışişleri Bakanlığı’nın
odalarında kaybolmuş ve geri verilmesine ilişkin taleplerine rağmen, ona geri
verilmemişti.
"Günümüze kadar gelen raporla
ilgili yorumların gösterdiği şudur ki, ben, Londra’daki yetkililer tarafından
başıboş tehlikeli bir mayın ve kendi yetkilerini aşmış olan bir kişi olarak
görülmekte idim. Yorumların genel havası, benim hikâyemin entrikalarla dolu
olduğu şeklinde idi. Britanya hükümetinin herhangi bir doğrudan denetimi
olmadan, benim bir arabuluculuk rolü oynamış olmamın tahmin edilmesi, açıkça
kabul edilemez bir durumdu.”
Kıbrıs’ta, 1974’de, iki
garantör ülke tarafından gerçekleştirilen, önce faşist darbe ve bunu izleyen
istila ve işgalden sonra, anayasal anlaşmazlıktan ve bunu izleyen Aralık
1963’teki toplumlararası çarpışmalardan pek de söz edilmediği bilinen bir
gerçektir. Kıbrıs’taki iki toplum arasındaki anayasal uyuşmazlık, tâ o günlere
kadar gitmektedir ve Kıbrıs sorunu diye adlandırılan sorunun, bazı iç yönleri
olduğu gibi, çok önemli dış yönleri de vardır. NATO ülkelerine ait gizli servislerin, Kıbrıs’ta yaptığı işlerle ilgili
olarak Packard’ın kitabında bir çok değinme yer almaktadır. İngiliz ve Amerikan
emperyalizminin rolü, yazarın günlük etkinlikleri ve temasları hakkında yazdığı
raporlarda çok açık bir şekilde görülebilmektedir.
ABD Dışişleri Bakanı George
Ball, 1964’de adayı ziyaret ettiği zaman, Martin Packard, ona bu görev ziyareti
esnasında eşlik etmekteydi. Packard şunları yazmaktadır: “Üniter devletin
mutlaka çalışabileceği olgusuna ilişkin birçok kanıtı ona gösterebilmiştim.
Hâlâ daha atılması gereken adımların neler olduğunu ona anlattım. Üçlü
arabuluculuk yaklaşımının avantajları ve bunun, tedhiş kaynaklarını tesbit
edip, izole etme konusunda tanıdığı fırsat hakkında, onunla uzun uzun konuştum
ve Kıbrıslı Türklerin gerçek güvenliğinin sağlandığı, iki toplumlu bir Kıbrıs
içinde, çok daha güçlü, çok etnili bir toplumun yaratılabileceğine ilişkin
gerçekçi bir ümidin var olduğunu söyledim. Karşılıklı anlaşma ile sınırlı nüfus
hareketlerinin, özellikle gerginlik olan bölgelerde yararlı olduğunu ve çoğu
bölgelerde, iki kırsal toplumun yeniden bütünleşmesinin, genel bir siyasal
uyuma varıldıktan sonra, herhangi bir sorun oluşturmayacağını anlattım.
Askerlerin barışı koruma çabasının genişletilmesinden çok, üçlü arabuluculuk
sürecinin yaygınlaştırılmasına ihtiyaç olduğunu ve aldığımız derslerin,
toplumlararası diyalog ve işbirliğinin üst düzeylerde uygulanması gerektiğini
önerdim.”
“Lefkoşa’ya döndüğümüz zaman Sayın Ball, başarılmış olan
işler nedeniyle bana takdirlerini belirtti ve daha sonra sempatik bir biçimde
şöyle dedi: “Ama hepsini yanlış anladın
be oğlum. Hedefimizin taksim olduğunu herhangi biri sana henüz söylemedi mi?”.
Ne yazık ki bu sözleri o zaman ciddiye almadım. Yanlış yönlendirilmiş bir
Amerikan politikacısı saçma sapan konuşmaktadır, diye düşündüm. Kıbrıs’taki
batılı politikadan sorumlu olanın ABD Dışişleri Bakanlığı değil de, İngiliz
Uluslar Topluluğu İlişkileri Dairesi olmasından kendimi rahatlamış hissettim.
Ada için yeni Washington politikasının formüle edilmesinde, Dean Acheson’ın
desteğini alan George Ball’un anahtar bir konumda olduğunu kimse bana
anlatmamıştı. Bölge için Birleşik Krallık/ABD girişimlerinin liderliğini elde
etmeye çalışan Washington’un çabalarının ne gibi etkileri olacağı hakkında da
herhangi bir anlayışa sahip değildim.” (s.166)
Birleşmiş Güç’ün komutanı
olan General Young, Londra’da, sertlik yanlısı General Carver tarafından “fazla
Kıbrıslı yanlısı” olmakla suçlanarak, Şubat 1964’de değiştirilmişti. Haziran
1964’ün başlarında, Kıbrıslı Türklerin terk etmiş oldukları bazı karma köylere
dönmeleri konusunda, Örgüt, Gizli Ordu, TMT ve bütün ilgili siyasal ve yerel
liderlerin onayı ile anlaşmaya ulaşılmıştı. Bu, Kıbrıs sorununun çözülmesi
anlamına gelmiyordu, ama ileriye doğru atılmış önemli bir adımdı. Plan, BM
Barış Gücü’nün eşlik etme ve düzeni sağlamaya yönelik düzenlemeler yapmasını
gerektirmekteydi ve bunun için de Martin Packard, zaten BM arabuluculuk
başkanlığından ‘ilerle’ emrini almış bulunuyordu. General Carver, anlaşmaya varıldığını öğrenir öğrenmez, Packard’a, onun
açık bir tutukluluk durumunda imiş gibi davranmasını söyledi. Packard, ertesi
gün, aşikâr bir şekilde CIA tarafından sağlandığı belli olan, üzerinde herhangi
bir işaret bulunmayan bir C-47 Amerikan uçağı içinde Kıbrıs’tan uzaklaştırıldı.
İki saat sonra, Atina dışındaki Hellenikon’da yer alan ABD Hava Kuvvetleri
üssünde alıkondu. (s.240)
Makarios, Küçük ve BM
tarafından yapılan ve Packard’ın Kıbrıs’ta kalması gerektiğine ilişkin
çağrılara rağmen, onun arabuluculuk operasyonu terk edildi. O zaman Packard’a, hem Birleşik Krallık,
hem de ABD Bakanlıkları tarafından söylenen, rolünde ileri gittiği ve NATO’nun
hedefinin toplumsal ayrılık olduğunu anlayamadığı idi.
1974’ün kanlı olaylarından
beri, Kıbrıs’ta ayrılık ve taksim halen devam ettiğinden, Martin Packard’ın
1964’de bir barış oluşturucu olarak gün be gün yaşadıklarının okunması, çok
etkileyici olmaktadır.
Aşağıda, Packard’ın
notlarından ve değerlendirmelerinden bazı alıntılar verilmektedir:
"1958’de Kıbrıs’ta toplumlararası ilişkilerin dokusunda büyük bir değişiklik meydana gelmiştir. Enosis için mücadele eden EOKA önderliğindeki Kıbrıslı Rumların mücadelesine karşı koymak için, İngilizlerin Kıbrıslı Türklerden oluşan polis birimlerini kullanması, Kıbrıs’ın kendi kaderini tayin etmesi için Yunanistan’ın yürüttüğü uluslararası kampanyaya karşı koymak üzere, Kıbrıs’ın iç meselelerine Türkiye’nin karışması için İngilizlerin teşviki ve belediyelerde ayrı toplumsal yönetim için Türk taleplerini kabul etmede İngilizlerin açık bir şekilde istekli olması, bazı Kıbrıslı Türk liderler tarafından taksime doğru ilk adım olarak tanımlandı ve toplumlararası ciddi şiddet olaylarının patlak vermesi için gerekli ortamı yarattı. İngilizler, ayaklanma karşıtı bütün güçlerini Kıbrıslı Rumların EOKA’sına karşı yönelttiler. Karışıklıkların neredeyse sona erdiği vakti kadar, sömürge makamları tarafından yasadışı bile ilân edilmemiş olan, Kıbrıslı Türklerin paralel gizli örgütü TMT, herhangi ciddi bir engelle karşılaşmadan ve başlangıçta İngiliz ordusu tarafından bir müttefik gibi görülerek, savaşma gücünü inşa etmesine izin verildi. Londra’nın şiddete karşı yanıtı, Macmillan Planı oldu ve bu öneri, The Times gazetesi tarafından “yönetim açısından taksim” olarak tanımlandı.” (s. 136-137)
“Kıbrıslı Rumlar, sayısal olarak üstün çoğunluğa sahip olmalarının kendilerine, eğer isterlerse, Yunanistan ile birleşme tercihi de dahil, Kıbrıs’ın geleceği hakkında karar verme yönünde demokratik bir hak verdiği hissine kapıldılar. Kıbrıslı Türkler de, nüfusun sadece yüzde on sekizini oluşturmalarına rağmen, 1960 Anayasasının kendilerine, devletle ilgili konularda bir eşitlik verdiğine ve güvenliklerinin, onaylamadıkları önemli hükümet kararlarını veto etme yetkisine bağlı olduğuna inandılar. Türkiye ise, kendi ulusal çıkarlarının, Kıbrıs’taki gelişmeler üzerinde açık bir denetim uygulayabilmesi ile mümkün olmasını talep etti. Amerika, Britanya, Türkiye ve Yunanistan’ın istihbarat hizmetlerinin hepsi de, üniter, sola doğru eğilimli bir Kıbrıs’ın kendi çıkarları için ters olacağına inandılar.
“Kıbrıslı Türkler, dış güçlerce yapılandırılan bir
anayasa tarafından kayrılmakta idi. Kıbrıslı Rumlar, bu anayasayı eşitlikçi
olmadığı ve değiştirilmesi gerektiği şeklinde değerlendirdiler ve kendilerinin
demokratik ilkelere dayandıklarını düşündüler. Her toplum, ötekinin, silah gücü
ile kendi anladığı hedef için mücadele edeceğine inandı ve her biri, bu
olasılığa karşı koymak veya kendi isteğini zorla uygulama yolunu aramak için
yasa dışı paramiliter örgütler kurdu. Böylece yaratılmış olan durum, demokratik
süreci bir kenara koymak için çok uygun, milliyetçiler tarafından
kaçırılmayacak fırsatlara açık ve dış ajanların istismarına elverişli idi.
" (s. 145)
“BM’nin barış koruyuculuğunu gözetlemeye başlaması, karşılıklı yanlış anlamalar ile dikkati çekmişti. Kıbrıslı Rumlar, merkezi hükümetin ada çapında denetimini yeniden kurmasında desteklenmesini ümit ederken, Kıbrıslı Türkler, daha öncekinden daha etkin bir şekilde korunmalarını beklemekteydiler. BM ise, Kıbrıs’ın karmaşık durumundan habersiz veya İngilizlerden devraldıkları politikaların çoğunun, toplumların yeni uğraşlarına, ne kadar destek vermediğinin farkında değildi. Bu yanlış anlamaların sonucu da, gerginliklerde genel olarak bir yükseliş, bir dizi çarpışma ve daha sonra hayal kırıklıklarının başlaması idi.” (s. 303)
“Özellikle belediyelere ilişkin önerilerde formüle
edilen ayrı toplumlar kavramının, yıllardır yabancılar tarafından teşvik
edildiği bir ülke, daha sonra bölücü ve dış güçlerce yapılandırılmış bir
anayasanın içine sokulmuş ve her toplum, dışarıdan desteklenen silahlı ve
devlet dışı bir komplo tarafından tehdit edildiğini anlamış ve 1963’de
kendini, hayret verici bir ikilemle
karşı karşıya bulmuştu: Her toplumun içindeki gündem, demokratik süreç yerine,
dış bağlantılı aşırı ve çetin unsurlar tarafından zorla dayatılmaktaydı. Buna bir çözüm, pro-aktif bir arabuluculuk
yoluyla bulunabilirdi, ama Kıbrıs’ın bağımsızlığı hakkında İngilizlerin duyduğu
antipati, buna imkân tanımamaktaydı. Bunun yerine, komplocularla birlikte
NATO’nun katılımı söz konusuydu. (...)
“En sonunda, Britanya’nın Kıbrıs’ta kendi dar çıkarlarını savunması ve orada Türkiye’nin katılmasını teşvik etmesi yüzünden herkes kaybetti. Her iki ülke ve bütün Kıbrıslılar için muazzam ekonomik ve sosyal yarar sağlayarak, Türkiye ile Yunanistan arasında yakınlaşmanın bir katalisti olabileceği bir zaman, Kıbrıs, bölgesel ayrılığın ana nedeni haline geldi. AB, Doğu Akdeniz ülkelerinin yakınlaştırıcı birliğini miras alabilecekti. Türkiye de, AB’ye giden yolu, daha az engellerle dolu bir hat üzerinden bulabilirdi.
“Aşırılığa karşı her topluma gerçek bir koruma
sağlayan, Türkiye’nin geçerli stratejik endişelerini tatmin eden ve Londra’yı
güçlü bölgesel bir müttefikle başbaşa
bırakacak bir formül içerisinde, Kıbrıs’ın gerçek bağımsızlığı sağlanmış
olabilirdi. Britanya bu amaca doğru öncülük yapabilirdi, ama verdiği
işaretlerle bunda başarısız oldu.” (s. 353)
Martin Packard’ın çok daha sonra 1995’de Atina’daki bir konferansta şöyle diyecekti: “Kıbrıs’taki 1964 olayları, daha sonraki yıllarda Bosna’da uygulanmış olabilecek derslerle doludur. Ne yazık ki, BM’nin, o olayların bir analizini yapacağına veya bu dersleri uygulayacağına ilişkin herhangi bir işaret yoktur... Ama barışı koruyanlar, barışı yapanları etkisiz bırakmıştır. İngilizler, hâlâ daha üslerine sahiptirler. Kıbrıslı Türklerin haklarını ve güvenliğini garanti edecek olan federal bir formülün olmasına rağmen, Ankara, kendini, yabancı bir toprak üzerinde muazzam bir ordu bulundurma zorundaymış gibi hissetmektedir. Oysa ki bu, Türkiye’nin Avrupa hedefine, Kıbrıslı Türklerin daha iyi bir yaşam kalitesi için olan emellerine terstir. Kıbrıslı Türklerin dışa göç etme oranı, bunun kanıtıdır. "
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder