İlk kitabının Türkçe baskısına yazdığı önsözde,
farklı dilleri konuşan Kıbrıslılar arasında “iletişim”in olmamasından şikayet
eden Cambazis, Kıbrıslı Türklere ait kitapların Yunancaya çevrilmemiş olmasının
altını çizerek, Kıbrıs Rum toplumunun Kıbrıslı Türk yazarların eserlerini
bilmediklerini vurgulamaktaydı. Yıllar önce “Kıbrıslılar arası kültürel
temaslara kısa bir bakış” adı altında kaleme aldığım bir makalede, bir “Çeviri
Dairesi”nin kurulmasını önermiş ve bunun
birbirimizi anlamada çok yararlı olacağını belirtmiştim. (Fileleftheros, 14
Ekim 1992) Ne yazık ki Türkçeden Rumcaya
çeviriler, daha çok şiir gibi edebiyat ürünleri ile sınırlı kalmakta, özellikle
tarih ve siyaset konulu kitaplara yönelmemektedir. Acaba neden?
Cambazis’in kitabında yer alan başlıklar arasında,
bu sorunun yanıtı ile ilgili bazı ipuçları buluyoruz: Örneğin milliyetçi
psikolojide etno-merkezcilik, inançların rolü, milli basmakalıplar, etnik
önyargılar, milliyetçi propaganda, ulus yaratmadaki sorun ve beklentiler.
Kıbrıs sorununun iç yönlerini anlamada bize çok yardımcı olan bu başlıkların
yanında, sorunun bir de dış yönleri var.
Ne yazık ki yazar, kitabında bu konulara hiç
değinmemektedir. İngiliz sömürge yönetiminin “böl ve yönet” politikasından söz
edilmekle beraber, özellikle 1960 sonrasında, yeni kurulmuş olan Kıbrıs
Cumhuriyeti devletinin yıkılması için, gerek Kıbrıslı Rumlar, gerekse Kıbrıslı
Türkler arasında “derin devlet” eliyle yapılan çeşitli çalışmalar, adamızın
bugün bölünmüş olmasında önemli bir rol oynamıştır. Sorunun var olan iç
etkenlerini çok iyi istismar eden emperyalist dış güçler, esas belirleyici olan
olmuştur.
Aşağıda alıntılayacağım yazarın bazı saptamaları,
Kıbrıs sorununun iç etkenleri açısından bize ışık tutmaktadır. Bunlar,
günümüzdeki uyuşmazlık hakkında da okuyucuya bir fikir vermektedir. Örneğin
Kıbrıslı Rum liderlerin, Kıbrıslı Türkleri azımsaması konusunda şu saptamalar var:
“Kıbrıs Rum yönetimi, Kıbrıslı Türklerin, mecburen
Kıbrıs Rum sosyo-milliyetçi toplumunun kararlarına göre hareket etmesi
gerektiği inancıyla, Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgili hiçbir konuda ne Kıbrıslı
Türklerle, ne de bu toplumun liderleriyle diyalog kurma girişimde
bulunmamıştır. Kıbrıslı Rumlar için tek önemli olan kendi uluslarının kaderini
kendilerinin tayin etmesiydi.” (s.35) Oysa Cambazis’in de haklı olarak
vurguladığı gibi, “Ortak mücadele aynı zamanda insanlığın milliyetçilik
sendromundan kurtulmasını sağlayacak psikolojiyi yaratacaktır.” (s.52)
Kıbrıs sorununun tarihsel gelişimi açısından geçmişe
bakacak olursak, bu konuda da kitapta şu değerlendirmeler yer almaktadır:“Kıbrıslı Rumların Enosis arzuları Kıbrıslı Türklerin yerleşik korkuları haline gelmişti. Önceden Girit’te yaşanan acı deneyim, tüm Türklerin mübadele sonucu adadan gönderildiğini yansıtmaktaydı. Kendi sonlarının da Giritli Türkler gibi olmasını istemiyorlardı.” (s.81)
Bu gerçeği bilen Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Kavanin
Meclisi’ndeki temsilcileri, Kıbrıslı Rum temsilcilerin adanın Yunanistan’a
bağlanmasını talep ettikleri her oturumda, buna olan muhalefetlerini dile
getirmekte ve ayrıca bundan duydukları huzursuzluğu Londra’ya aktarmaktaydılar.
Öte yandan Kavanin Meclisi’ndeki Kıbrıslı Rum üyelerin Enosis konusuna
değinmedikleri zamanlarda, İngiliz sömürge yönetiminin bazı baskıcı yasalarına
karşı ortak tavır gösterebilmekteydiler. Örneğin 1902’de, Kıbrıslılara daha çok
haklar verilmesi ve Haraç vergisinin kaldırılması için, Britanya’nın veto
hakkına karşı birlikte oy kullanmışlar, ama bir yıl sonra, 1903’de, Enosis
talebi öne sürüldüğünde de, Kıbrıslı Türk üyeler, İngilizlerin adayı terk
etmesi halinde, adanın Osmanlılara geri verilmesini istemişlerdi.
Adadaki ekonomik bunalımın arttığı yıllarda, örneğin
1926 ve 1931’de de Kavanin Meclisi’nde işbirliği yapılmış, bütçe yasası ile gümrük
vergisini artıran yasanın geçmesine engel olunmuştu. Dönemin İngiliz valisi Storrs’un anılarında,
Kıbrıslı Rumlarla birlikte oy kullanan Necati Bey’i Meclisteki “13. Rum üye”
olarak nitelediği hatırlanmalıdır.
Kiriyakos Cambazis, Kıbrıs’ta her iki toplum
liderliklerinin Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı bilinci yaratmak için oldukça
isteksiz olduklarını ve en küçük bir çaba harcamadıklarını vurgulamaktadır.
(s.115) Çünkü her iki taraftaki milliyetçilerin uğrunda birbirlerini
öldürdükleri hedefler olan ne enosis, ne de taksim gerçekleşmişti. Her iki
hedefe de karşı olan Kıbrıslı Türk sendikacılar 1958’de, bağımsız Kıbrıs
Cumhuriyeti’ne sahip çıkan Kıbrıslı Türk avukat ve gazeteciler Ahmet Gürkan ve Ayhan
Hikmet de, bu siyasal tercihleri yüzünden 1962’de Kıbrıs Türk yeraltı örgütü
TMT tarafından hunharca öldürülmüştü.
Cambazis, idari taksimin gerçekleştiği Aralık
1963’den sonra meydana gelen olaylarla ilgili olarak da şunları
vurgulamaktadır: “Tüm siyasiler sözde “Kıbrıs Türk isyanı” üzerinde hemfikir oldu. Özel askeri örgütler kurulmakta, devlet ise her türlü paramiliter silahlı örgütü, verdiği “özel korucu” belgesiyle yasal duruma getirmekteydi. Şiddet 60’ların ilk yarısına hakim olan tek olgu haline geldi.” (s.78) “1963-1964 olaylarında, büyük çoğunluğu, yasadışı Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) ile ilgisi olmayan, hiçbir silahlı eyleme katılmamış kişilerin oluşturduğu yaklaşık 500 Kıbrıslı Türk kayboldu. Buna karşılık hiçbir Kıbrıslı Rum, cinayetlerden dolayı yargılanmadı. Bu hoşgörü ve göz yummanın nedeni, kaybolan bu kişilerin “düşman” toplumun üyeleri olmalarıydı; Kıbrıs Rum kamu vicdanı bu cinayetleri suç değil de “vatanseverlik” olarak kabul etmekteydi.”(s.34)
İşin ilginç yanı, Kıbrıs Türk toplumu ile en yakın
ilişkiyi işçi sendikaları üzerinden kurmuş olan AKEL bile, TMT’nin 1958’deki
cinayet ve sindirme politikası karşısında gösterdiği çaresizliği, Aralık 1963
olaylarından sonra da suskunluğa dönüştürmüştü. Cambazis, bir önceki kitabında
bu konuda şunları yazmıştı: “Olayın içinde, gözleri önünde işlenen bu
cinayetleri siyaseten örtbas eden ve bunları bilinçli şekilde saklayan devrin
AKEL yönetimi de var.” (s.102)
Cambazis son kitabında devamla şöyle demektedir:“Çoğunluk tarafından yaratılan küçümseyici bilinç, azınlık oluşturan toplumlar arasında da etno-merkezcilik duygusunu yaratmaktadır.... Genel ifadeyle baskı altındaki azınlık toplumlarında ortaya çıkan etno-merkezcilik, toplum ve fertleri arasında bir nevi savunma mekanizması işlevi görür.” (s.57) Bunun doğal sonucu olarak da, “Kıbrıs’ta hem devletin, hem de gizli güç odaklarının (paramiliter Kıbrıslı Rum grupları) 1963’ten sonra Kıbrıs Türk toplumuna uyguladıkları baskı, Kıbrıs Türk toplumunun, diğer toplumun radikal milliyetçi amaçlarından korunabilmasi amacı ile kendi milliyetçiliğini yaratmasına yol açmıştır.” (s.58)
“Kıbrıslı Türkler, Kıbrıs Devleti işlerine katılmaya 1963 Aralığında son vermişler ve kendilerini Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı olarak görmemeye başlamışlardır. Öte yandan Kıbrıs Rumları da Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dahil olmak istememişlerdir. Pratikte Kıbrıs Türk toplumu, adalet arayandan adaleti çiğneyene dönüşmüştür.” (s.116)
1968’de başlatılan toplumlararası görüşmeler ise, Türk tarafının “enklavların özerkliği” talebi yüzünden bir sonuca ulaşamadı. Çünkü Cambazis’e göre, “Kıbrıs Rum devleti fikrinin kökü 1963-1974 döneminde atılmıştı. Devlet Başkanı Makarios o zaman şu görüşü savunuyordu: “Ada’da zaten temiz bir Rum devletimiz var. Türkler idareye dahil olmuyor. Bu açıdan acele etmememiz gerektiği kanaatindeyim (Kıbrıs sorununun çözümünden bahsediyor).” (s.118).
Komünist AKEL partisini yasaklamayan ve Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi’nin Başkanı olan Başpiskopos Makarios’u devlet başkanlığına seçmiş olan yeni Kıbrıs Cumhuriyeti devleti, olabildiğince bağlantısız bir dış politika gütmeye başlamış ve emperyalist çevreler tarafından Doğu Akdeniz’in “Küba”sı olarak değerlendirilmekteydi.
Bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğü NATO üyesi üç ülke tarafından garanti edilmiş olan Kıbrıs Cumhuriyeti, NATO ve CIA tarafından hazırlanan planlar gereği, şu veya bu şekilde ortadan kaldırılmalıydı. Nitekim 1974 yazında emperyalizm ve onun yerli işbirlikçilerinin sahneye koydukları faşist darbe ve onu izleyen adanın Türk ordusu tarafından işgal edilmesi ile, 1950’li yıllardan beri planlanan adanın taksim edilmesi gerçekleştirilmiş oldu. Sonuçta iki toplumlu bir devlet olarak Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıs Rum devletine dönüşürken, “öteki yakada ise Kıbrıslı Türkler de kendi kurum ve devlet organlarının yaratılmasıyla yeni bir kimlik kazanmışlardı.” (s.116)
Bu farkli kimliklerin şekillenmesinde eğitim sistemi
yanında, kitle iletişim araçlarının da önemli bir rol oynadığına değinen yazar,
milliyetçi psikolojinin şekillenmesi sürecinde kitle iletişim araçlarının,
“toplumsal” gerginliği körüklediğini vurgulamaktadır. (s.41) Cambazis, yakın geçmişle ilgili olarak kendi
toplumunda da güç kazanan ayrılıkçı güçlere dikkat çekerken, oluşturulan dezenformasyonun
da altını çizmektedir:
“Örneğin 74 sonrası doğan Kıbrıs nesilleri, Kıbrıs
sorununun, Türk askerinin adaya müdahalesinden çok önce de var olduğunu, Türk
askeri müdahalesinin sözde Enosis amacı güden, Yunan cuntasıyla işbirliği
içinde olan, yasal devleti hiçe sayan Kıbrıslı Rum milliyetçilerin faaliyetleri
sonucu gerçekleştiğini bilmemektedirler.” (s.91) Cambazis, bir önceki kitabında da bize şu bilgiyi aktarmıştı:
“Bir zamanlar “komşumuz” olarak nitelendirdiğimiz kişilerle yeniden bir arada yaşamak bizde bir korku oluştururken, ‘biz burada, onlar da orda’ görüşünü destekleyenlerin sayısı çok da az değildir. Birçok Kıbrıslı Rum, çok uluslu, çok kültürlü birleşik devlet ve toplum yerine, etnik bir arınmadan yana.” (s.119)
Yazar yeni kitabında da aynı duruma değiniyor: “Sonuçta ‘biz burada, onlar orada’ sloganı her geçen gün daha sık duyulur oldu. 2004 Referandumunda Kıbrıslı Rumlar çift toplumlu devlet yerine, bir KıbrısRum ulus devletini seçtiler. “(s.117-118)
Cambazis, günümüzdeki sorunu da şu şekilde özetlemektedir:
“Şu anda asıl ortaya çıkan sorun, Kıbrıs toplumunun milliyetçilikten sıyrılıp, her Kıbrıs vatandaşı için ortak hayaller yaratmak isteyip, istememesidir. Ancak ortak hayaller, farklı etnik yapıdan gelen bireylerle yeniden şekillenecek toplum grupları koşuluna bağlıdır.” (s.83)
Ne var ki yazar, “öteki toplum” içindeki gelişmeleri yeterince izleyip, doğru yorumlayamadığı için, “Biz Kıbrıslılar iki halk mıyız, yoksa tek mi?” sorusunu sorduğu başlık altında, bir karara varamadığı için konuyu yine bir başka soru ile bitirmektedir: “Acaba biz gerçekten bir değil de iki halk mıyız? Eğer iki halksak, bu federatif çatı altında yeniden birleşmemizin önünde bir engel mi oluşturmaktadır? “İki” halkın varlığını kabul etmek ülkemizdeki nüfus heterojenliğini, toplumumuzun geleceğinde olumlu etkiler yaratabilecek şekilde daha iyi algılamamıza yardım edebilir mi?” (s.110)
Cambazis, bu görüşüne dayanarak, KTÖS Genel Sekreteri Şener Elcil’in, bir toplumlararası mitingte, KKTC ve KC kimlik kartlarını göstererek, “Bunlardan hangisi beni gerçekten temsil etmekte?” sorusunu sormasını da, oldukça mantıklı bulmaktadır. (s.116) Dahası, ona göre, eğer yeni federal Kıbrıs’ın kurucu devletleri etnik arınmışlıkları ile öne çıkacaksa, bunların “Kuzey Türk veya Güney Rum olarak değil, sadece coğrafik nitelemeyle, yani Güney ve Kuzey devleti olarak adlandırılması” pek bir fark yaratmayacaktır. Çünkü “asıl sorun bizim vatandaşlar toplumu mu, yoksa farklı ırksal gruplar mı yaratmak istediğimizdir.” (s.118)
Yazarın belirttiği bir başka önemli nokta da şudur: Kıbrıslı Rum liderler, 1960’lı yıllarda federasyonu “bölünme” ile özleştirirken, “1974’ten sonra ise federasyon, Kıbrıs toplumunu bütünleştirebilecek bir çözüm olarak tekrar gündeme gelmiştir... Siyasetçiler federatif yapıyı, ülkenin tekrar bütünleşmesini ve toplumlararası barışın yeniden oluşturulmasını sağlayabilecek zorunlu devlet biçimi olarak değil, “acı bir seçenek” olarak tanımlamışlardır.” (s.64-65)
Cambazis geleceğe yönelik olarak da şunları önermektedir:
“Birleştirici etmen olarak korkudan bahsetmek yerine, geçmişin gerçekleri üzerine inşa edilecek ortak çıkarlarla yaratılmış gelecekten bahsetmek istiyorum. Bu çıkarlar hem kayda geçirilmeli, hem de gelecek hayali açısından daha fazlaları yaratılmalıdır. Geçmişle yüzleşme ve dahası barışma, toplumdaki yaratıcı güçleri özgür kılacaktır. Ülkemiz toplumlarının geçmişleriyle barışmaya şiddetle ihtiyaçları vardır.” (s.84) “Cesaret etmeyen, önüne çıkan fırsatları değerlendirmeye ve ilerlemeye korkan toplumlar, kaybetmeye mecburdurlar.” (s.85) “Burada en büyük sorumluluk sahibi, maalesef parti programlarında ırkçı ve etnik tutumların yok edilmesi konusunda çözüm geliştirmeyen siyasi parti liderleridir.” (s.91)
Bitirirken, onun bir önceki kitabındaki önerisini (Kıbrıs devleti üzerine “Partenojenez”, s.107) burada tekrarlamak istiyorum:
“Sanırım çözüme ulaşmak için tüm siyasi birimler, toplumsal sınıflar: işçi sınıfı, sanayiciler, tüccarlar, aydınlar, kilise erkanının, düşünce ve zihniyetlerinde köklü değişiklik yapılması gerekmektedir. Yani yeni bir “sağ”, yeni bir “sol” ve de yeni bir “sosyalist sol”a ihtiyaç vardır.”
(5 Ekim 2011)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder