27 Şubat 2016 Cumartesi

YENİ DÜNYA DÜZENİ VE KIBRIS


         “Sosyalist Ülkeler Topluluğu” diye nitelendirilen ve bürokratik sosyalizmle yönetilen ülkelerdeki sistemin çökmesi ardından, dünyamızdaki güçler dengesi önemli bir değişime uğramıştır. Bundan önce ABD emperyalizmi ile bürokratik sosyalizmin en güçlü ülkesi Rusya arasında kurulmuş olan nükleer tedhiş dengesi, önemli dünya güçleri arasındaki ilişkilerde nisbi bir istikrar sağlamış görünmekteydi. Bunun bir sonucu olarak, eski sömürge ülkeler de Doğu-Batı dengesinden yararlanarak bazı tavizler elde edebilmişlerdi. Ama şimdi durum öyle değil. Sadece bir tek süper güç, yani ABD var.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra, ‘Yeni Dünya Düzeni “nin kurulduğunu ilan eden ABD Başkanı Bush’un, “Şimdi artık dikkatlerimizi dünyanın geriye kalan bölgelerine çevirebiliriz” diye övündüğü anımsanmalıdır. Bu sözlerin ne anlama geldiği, bir süre sonra Körfez Savaşı sırasında anlaşılmıştır. Irak’ı teslim almak için başta sivil hedeflere karşı olmak üzere, en korkunç yıkım silahları kullanılmış, sadece Arap dünyasına değil, genelde bütün eski sömürge ülkelere, emperyalizminin gücü gösterilmek istenmiştir. Ama Kuveyt’in “egemenliği”ni savunma ikiyüzlülüğü, İngiliz ve Amerikan emperyalizminin Libya’nın egemenliğim ayaklar altına almasına engel olamamıştır.

BM KALKAN OLARAK KULLANILIYOR
ABD emperyalizminin eylemlerinde belirleyici olanın, Irak, eski Yugoslavya ve Somali’deki bunalım dönemlerinde görüldüğü gibi, kendi amaçlan uğruna Birleş(me)miş Milletler’i saydam bir kalkan olarak kullanarak, “adalet”, “özgürlük”, ya da ‘‘banş’ı değil, öteki emperyalist güçler gibi, kendi sınıf çıkarlarını savunma olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır. Fransa, İngiltere, Almanya ve diğer büyük güçlerin politikasında da belirleyici olan, barış ve BM’nin otoritesi için mücadele değil, bu güçlerin kendi çıkarlarıdır. BM Güvenlik Konseyi üyeleri arasında ABD’ye karşı duracak biri yoktur. Dursa bile ABD vetosu ile karşılaşabilir. Rusya ise, bürokratik sosyalizmin çöküşünden bu yana, Yeltsin’in önderliğinde Batılı emperyalistlerin dümen suyundan gitmektedir. Kapitalizme yönelmiş olan Rusya, eski anti- emperyalist tavrını artık terketmiştir.
          Amerikan emperyalizmi, kendi politikası için BM’yi uygun bir kalkan olarak kullanmaktadır. Doğrudan güç kullanımı bile BM kalkanı ardında gerçekleştirilmiş ve 1991’deki Irak bombardımanında 100 binden fazla insan ölmüştür.
İsrail, Lübnan’a göç etmiş olan Filistinlilerin geri dönmelerini öngören “insancıl” BM kararını uygulamamaktadır. İsrail Başbakanı, bu konuda Güvenlik Konseyi tarafından alınacak herhangi bir cezalandırma kararının, ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından veto edileceğinin kendisine söylendiğini açıklamıştır. “Saldırgan” ülkelere karşı BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi tarafından alınmış sayısız kararlar vardır, ama “suçlu” taraflar bunlara gülmekte ve uygulamamaktadırlar.
            Endonezya, eski Hollanda sömürgesi olan Timor’u işgal etmiş ve Hollanda tarafından ilan edilmiş olan bağımsızlık kararına saygı göstermemiştir. 19 yıldır sürdürülen baskıcı rejim, 200 bin kişinin canına mal olmuştur. Irza geçme, işkence ve öldürme olayları. Endonezyalı işgalcilerin kullandıkları sıradan tedhiş yöntemleri arasındadır. BM Güvenlik Konseyi bir karar alarak Endonezya’nın Timor’dan geri çekilmesini talep etmiştir, ama hiçbirşey olmamıştır. Çünkü büyük emperyalist ülkelerin yaşamsal çıkarları zedelenmediğinden, ses çıkarmamışlar ve hiçbirşey yapmamışlardır.
ABD “saldırganı”, Aralık 1989 da Panama’yı ve Ekim 1983 de Grenada’yı işgal ederek kendine bağlı kukla hükümetleri işbaşına getirip, Karibiklerde kendi çıkarlarını güvence altına alınca, BM yine hiçbirşey yapmamıştır. “Ulusal çıkarlar “, yani büyük sermayenin çıkarları söz konusu olduğu zaman ABD, BM’yi takmamakta ve askeri güç kullanmaktadır. Hem Clinton. hem de Bush, ABD’nin yaşamsal çıkarları tehlikeye girince güç kullanacaklarını açıkça belirtmişlerdir. Bir başka deyişle, “ulusal çıkarlar” tehdit altındaysa, BM’nin barıştırma yöntemlerinin hiçbir esamesi okunmamaktadır.
            “Küçük ülkelerin” “küçük sorunları” BM çerçevesinde çözümlenebilir. Ama bu sorunlarda kapitalistlerin çıkarları tehlikeye girerse ve büyük emperyalist ülkelerin ticari, stratejik veya prestij ve güçlerini koruma da içinde diğer başka çıkarları söz konusuysa, bunlar çözümlenemez. Çünkü bütün emperyalist güçlerin politika, diplomasi ve eylemlerinde belirleyici olan bu çıkarlardır.

KIBRIS SORUNU VE EMPERYALİZM
Kıbrıs sorununda da durum aynıdır. 1958 yılında zamanın sömürge yönetimi, “böl-yönet” ilkesi uyarınca Kıbrıslı Rumların adanın Yunanistan’a bağlanması amacıyla İngilizlere karşı başlattığı tedhiş eylemlerini, Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar arasında kanlı çatışmalara dönüştürünce, sorun toplumlararası bir şekil almıştı. Rumların adamn Yunanistan’a bağlanması (enosis), Türklerın de adanın taksim edilmesi politikaları BM’de destek bulamayınca, emperyalizmin askeri örgütü NATO, sorunu “bağımsız” Kıbrıs Cumhuriyeti formülüyle geçici olarak “çözümlemiş” ve bölgedeki stratejik çıkarlarını güvence altına almıştı.
Kıbns Türk liderliğinin İngiliz çıkarları doğrultusunda güddüğü politika, ada nüfusunun %18’ini oluşturan Kıbnslı Türklere yönetimde %30, orduda da %40’a varan oranda pay sağlamıştı. Ama yeni Kıbns devleti bağlantısız bir dış politikaya yönlenince, bölgedeki İngiliz-Amerikan çıkarlarını korumak isteyen emperyalizm ve yerli işbirlikçileri, Aralık 1963’deki çatışmaları başlatarak, adaya NATO askeri gönderme planını uygulamaya koydular. Anımsanacağı gibi Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’un diretmesi üzerine, adaya NATO askeri yerine, Mart 1964’de BM Banş Gücü gönderilmişti.
1960 Garanti ve İttifak Anlaşmalan gereğince. NATO’nun önde gelen ülkelerinden biri olan İngiltere, “‘bağımsız’’ Kıbns Cumhuriyeti toprakları üzerinde bir dizi imtiyaz yanında, iki egemen askeri üs elde etmiş, diğer NATO üyesi ülkeler olan Yunanistan 950, Türkiye de 650 kişilik birer alayla Kıbrıs’ta asker bulundurma hakkını sağlamışlardı.
O yıllarda “emperyalizmin batmayan uçak gemisi”, ya da “‘Doğu Akdeniz’in Kübası” olarak nitelendirilen Kıbns, bölgedeki petrol yataklarına yakınlığı ve stratejik önemi yüzünden çeşitli pazarlıklara neden olmuştu. Adanın büyük bir bölümünün Yunanistan’a verilmesi, Kıbnslı Türklerin biraraya toplanacağı küçük bir bölgenin ayrılarak, Türkiye’ye askeri üs olarak verilmesi, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’un etkisizleştirilerek, Kıbnslı Rum komünistlerin devre dışı bırakılmasını öngören, ama o günlerde uygulanamayan Acheson Planı bu amaçla hazırlanmıştı.
1968 yılında başlatılan toplumlararası banş görüşmelerinde ise taraflarca önemli ilerlemeler kaydedilmesine rağmen, 1974 yazına gelindiğinde, imzalar henüz atılamamıştı.
        Haziran 1971’de Lizbon’da yapılan NATO Konseyi toplantısında ise. Atina ile Ankara’nın NATO yanlısı bir çözüm için eylemlerim eşgüdüm içinde yürütmeleri kararı alınmıştı. 1974 Temmuz’undaki Makarios karşıtı faşist darbe ve bunu izleyen Türkiye’nin adaya askeri müdahalesi bu çerçevede değerlendirilmelidir. Askeri güç kullanılarak ve uluslararası hukuk ilkeleri çiğnenerek gerçekleştirilen Kıbrıs’ın Türk ve Rum bölgelerine ayrılması operasyonları, sonunda Kıbrıs’ı bir NATO protektorası haline getirmeyi amaçlamaktaydı.

BAĞLANTISIZ KIBRIS YERİNE. NATO ÜSSÜ KIBRIS
Nitekim son zamanlarda basında çıkan haberler de bu emelleri doğrular niteliktedir. Rumca Haravgi gazetesinin Washington kaynaklı bir haberine göre, “ABD, Kıbrıs’ta aynen Bosna’da olduğu gibi toprak düzenlemeleri konusunda varılacak bir anlaşmayı korumak için, NATO kuvvetleri bulunması önerisinde bulunacak. Kıbrıs’ta müstakbel bir çözümde NATO kuvvetlerinin de yer alması -ki güvenilir bilgilere göre adadaki İngiliz Üsleri de dahil edilecek- konusundaki haberler, Kıbns’taki İngiliz Yüksek Komiserliği’nin geçen hafta yaptığı açıklamalarla da kuvvet kazanıyor.” (Kıbns. 20.6.1996)
Yine aynı günlerde haftalık Tharros gazetesi tarafından yayımlanan ve Kıbns Türk tarafına %20 toprak öngören bir harita ile ilgili haberde, taksim çizgisinin hangi köylerden geçeceği belirtilirken, “ABD üssü ve havaalanı bulunmasından dolayı Lefkonuk (Geçitkale) için özel bir statü öngörüldüğü” şeklinde bir ifade kullanılmaktaydı. (Yeni Demokrat. 11.6.1996)
Kıbns Rum kesimindeki iktidar partisi DİSİ’nın Başkanı Yannakis Matsis’in Birlik gazetesiyle yaptığı son söyleşide yer alan şu değerlendirme de çok anlamlıdır: “Evet, geçmiş hatalar ve yabancıların çıkarları bizi bu üzücü duruma getirmiştir. 1960 dan sonra Kıbrıs NATO’nun bir parçası olsaydı, bu yaşanan acılar hiç olmayacaktı. Bağlantısızlar blokunda olmasaydık ve NATO’da olsaydık bunlar başımıza gelmezdi, bu kadar acılar yaşanmazdı. Bu benim inancımdır.” (29.6.1996)
Aynı Matsis, olası bir çözümde askersizleştirme, garantiler, Kıbrıs’ın bir uluslararası güvenlik örgütüne girmesi gibi konular Avrupa Birliği İtalyan Başkanlığı ile tartışılırken, AB’nin Kıbrıs için NATO garantisini gündeme getiren bir öneri sunduğunu açıklamıştır. (11.1.1996)
DİSİ Lideri, ABD’de verdiği bir konferansta da, ABD’nin Kıbns konusuna yaklaşımının stratejik olduğunu ve Güneydoğu Akdeniz’de yeni bir jeostratejik askeri planlamanın gelişme halinde olduğunu ve Kıbrıs’ın da bu planlama içinde olduğunu söylemiştir. (Kıbrıs. 26.1.1996)

EMPERYALİZMİN ÇİFTE STANDARDI
Görüldüğü gibi, sözümona Yeni Dünya Düzeni’nde de Kıbrıs, yüzyıllardan beridir sahip olduğu aynı jeostratejik konumu yüzünden zarar görmektedir. Kuveyt’in 1990 da Irak tarafından işgali üzerine, Kıbrıs ile Kuveyt arasında bir benzetme yapan Londra’daki Kıbrıs Rum Yüksek Komiseri Angelos Angelidis, “Kıbns Cumhuriyeti’nin 30. Yılı” dolayısıyla yapılan bir toplantıda şöyle konuşmuştu:
“ABD Başkanı Bush ve İngiltere Başbakanı Thatcher gibi liderlerin, çiğnenen ilkeleri savunma yönünde gösterdikleri çabukluk ve kararlılık cesaret vericidir. Saldırıya uğrayan küçük devletler arasında ayırım yapılmamalıdır. Petrol üreten ülkeye hangi gözle bakılıyorsa, portakal üreten ülkeye de o gözle bakılmalıdır.” (Kıbrıs, 24.10.1990)
Fransa’nın ünlü Le Monde gazetesi ise 7.11.1990 tarihli başyazısında, Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı Vasiliu’nun bir yanda Kıbrıs’ın ikiye bölünmüşlüğü ile Almanya’nın bölünmüşlüğü arasında, diğer yanda da Körfez bunalımı ile Kıbrıs arasında “haksız olmayan’” benzetmeler yaptığını aktararak, bu konuda şunları yazmıştı:
“BM Güvenlik Konseyi, Bağdat’ın Kuveyt’i ilhakını oybirliğiyle mahkum eden ve işgalci askerlerin çekilmesini talep eden kararlar alıyor. Bu kararlar alınadursun, Kıbrıslı Rumlar gayet yerinde şu soruyu sorma durumundalar: BM Güvenlik Konseyi üyeleri neden Kıbrıs konusunda da aynı kararlılığı göstermiyor? Ankara’dan askerlerini ve adanın kuzeyinde yerleştirdiği sivilleri geri çekmesini neden talep etmiyor?”
Le Monde, aynı yazıda Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine 60-80 bin arası asker ve sivil yerleştirdiğini belirterek, Ankara’nın Kuzey Kıbrıs’tan çekilme niyeti taşımadığını söylemekteydi. Gazete “Körfez krizi devam ettiği sürece çok işlerine yarayan Türkiye’yle arayı açmaya ne Washington, ne de Londra hazır. Bu bunalım giderildikten sonra herkes Lübnan, Filistin, hatta Kürt meselesini çözmekten söz edebiliyor, ama Kıbrıs’tan söz eden yok” demekteydı. (aktaran Cumhuriyet. 8.11.1990)
Washington’daki Irak Büyükelçisi Maşad ise, NBC Televizyonu’ndaki bir programda şöyle konuşmuştu: “BM kararına uymayan İsrail’i siz korudunuz. Panama’yı siz işgal ettiniz. Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgal etmesini siz engellemediniz.” (Cumhuriyet, 9.1.1991)

EMPERYALİZM TAKSİM EDİLMİŞ KIBRIS’TAN YANA
1974 yazından beri Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarının %37’lik bir kısmı Türkiye’nin askeri denetimi altında tutulmakta, konuyla ilgili olarak BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi tarafından alınmış olan çeşitli kararlar uygulanmamaktadır. Kıbrıs’ın bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü garanti etmiş olan Yunanistan, bir faşist darbe ile adanın içişlerine müdahale etmiş, öteki garantör ülke Türkiye askeri müdahalede bulunarak, adanın kuzey bölgesini denetimi altına almış ve buradaki demografik yapıyı Türkiye’den adaya taşıdığı nüfusla değiştirmiştir. Üçüncü garantör İngiltere ise, bütün bu olanlara seyirci kalmış ve sadece ada üzerindeki askeri üslerini düşünmektedir.
ABD, Kıbrıslı Türklerle Rumların birbirinden ayrılmış olmasından memnun görünmektedir. İki bölgeli, iki toplumlu federal, ya da konfederal bir yapı içinde yeniden bir araya gelmeleri halinde, sorunlar ortaya çıkacağına inanmaktadır. Andrew Borowiec’in yazdığı gibi “Kimse Ankara’ya gidip de Türk generallere “Lütfen Kuzey Kıbrıs’taki iki tümen askerini geri çek” demeyecektir. Böylesi bir çıkışın anlamı olmayacaktır. Çünkü Türk komutanlar için Kıbrıs, Elenizmin içinde ona karşı stratejik bir köprü başıdır. Bu bakış açışını değiştirmek için savaşa veya başka büyük bir alt-üst oluşa gerek vardır.”(Cyprus Mail. 30.6.1996)
ABD’nin eski Dışişleri Bakan Yardımcılarından Richard Holbrook da Time dergisine yazdığı bir makalede şöyle demektedir:
“Bosna ile ilgili anlaşmadaki yeni mantık şöyledir: Dayton sözleşmesinin askersel düzenlemelerle ilgili maddelerinin uygulanmasındaki üstün başarıya rağmen, bu anlaşmalar bizi tek ve birleşik bir Bosna’ya götürmeyecektir. Daha çok, sadece savaşın yeniden başlamasını ertelemiş, ya da en iyi olasılıkla taksime giden yolda bir ara aşama sağlamıştır. Anlaşmanın askeri yanı için kendi kendimizi kutlamamız için vakit henüz erkendir. Öteki bölünmüş ülkeler -örneğin Kore ve Kıbrıs- geçici ateş-kes hatlarının kalıcı taksim çizgilerine dönüşmesine tanıklık etmektedirler.”
Holbrook, Bosna ile ilgili üç olasılıktan biri olarak da şunu yazmaktadır:
“İki varlık arasındaki sınır çizgisi”nin kalıcı bir bölünmeye dönüştüğü ve herhangi merkezi bir hükümetin ortaya çıkmadığı silahlı bir barış, kısacası taksim, yani Kıbns’ın veya iki Kore’nin statüsüne benzer birşey.” (aktaran Cyprus Weekly, 17.5.1996)

SONUÇ
Yaşadığımız son birkaç onyıl içinde BM’nin. emperyalist güçlerden bağımsız olarak herhangi bir soruna çözüm getirdiği görülmemiştir. Dünyaya da barışı asla getiremez. Emperyalizmin kendisi, yenisi eskisinden daha korkunç olan “küçük” savaşları ardısıra üretmektedir. Önde gelen kapitalist hükümetler ve onların uyduları tarafından yönetilen BM, acı çeken halkların çıkarlarını asla savunamaz.
Adamız jeostratejik konumu ve üzerindeki eski-yeni askeri üsler nedeniyle, hala daha emperyalist ülkeler açısından önemini korumaktadır. İsrail-Türkiye-Ürdün askeri anlaşması da dikkate değer bir gelişmedir. Bölünmüş adamızın demokratik yoldan yeniden birleştirilmesi ve barış için verilecek olan mücadele, ancak Rum ve Türk emekçilerinin birlikte verecekleri demokratik sosyalizm mücadelesi ile mümkündür. Taksim çizgisinin her iki yanında kalan ilerici, demokrat ve sosyalist güçlerin temas etmemesi için konan yasaklar, bu amacın gerçekleşmemesi içindir. Temasına izin verilen Amerikancı çevrelerin kotarmaya çalıştığı “Amerikan Barışı’ ise, Kıbrıslı Türk ve Rum emekçilerin çıkarına olmayacaktır. Bölgemizdeki güçler dengesinin de ilericilerden yana ağır basmaması nedeniyle, yakın gelecekte Kıbrıs sorununa demokratik bir çözüm bulmak pek olası görünmemektedir.


(Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek dergisi, Sayı:7, Ağustos 1996)

CLİNTON KIBRIS’TAKİ BAZI İNSAN HAKLARI İHLÂLLERİNE RAPORUNDA YER VERDİ


ABD Yönetimi tarafından her yıl hazırlanan Dünya İnsan Hakları Rapo­ru’nun Kıbrıs’la ilgili bölümü, Şubat ayı ortasında Başkan Clinton tarafından açıklandı.
10 sayfa tutan Kıbrıs’la ilgili bölümde, “adanın 1974’deki Türk askeri müdahalesinden beri bölünmüş” olduğuna değinilirken, “Türk askeri birliklerinin varlığı ile desteklenen Kıbrıs Türk yönetiminin” Kıbrıslı Rumların 20 yıldır işgal altındaki bölgeye seyahat etmeleri, yerleşmeleri ve mal ve mülklerine sahip çıkma haklarından mahrum edil­diklerinden hiç söz edilmemesi dikkat çekiyor!
Raporun 5. sayfasında “ülke içinde seyahat özgürlüğü, dış seyahat, göç ve ülkeye geri dönüşler” başlığı altında ise, Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs hükümeti yönetimindeki adanın güney gölgesini ziyaretlerine ge­tirilen kısıtlamalar, şöyle dile getirilmektedir:
 ‘‘Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar, kendi bölgelerinde seyahat özgürlüğüne genel olarak sahiptirler. Ama Kıbrıs Türk makam­ları, Kıbrıslı Türklerin hükümet tarafından denetlenen bölgeye seyahat­lerini sıkı bir şekilde tutmaktadırlar. Güneyi ziyaret etmek amacıyla izin için başvuran Kıbrıslı Türklerin dilekçelerini, güneyde yaşayan kişi veya örgütlerin düzenledikleri etkinlikler için aldıkları resmi davetiyelerle gerekçelendirmeleri istenmektedir. Dilekçe sahiplerine bazen son ana kadar herhangi bir yanıt verilmemekte ve çoğu kez de reddedilmektedir. İzin verilmeyenlere çok nadir olarak resmi bir neden söy­lenmekte, ama çoğu kez red gerekçesi açıkça siyasal nedene dayanmaktadır. Kıbrıs Türk makamları bazen de BM gözetimindeki görüşmelerde kendilerin­ce olumsuz olarak gördükleri gelişmeleri, iki toplum arasındaki temasları engellemek için yeterli gerekçe olarak göstermektedirler. Çok iyi bili­nen bir Kıbrıslı Türk rejim aleyhtarı olan Dr. Ahmet Cavit’e, birçok dilek­çesine rağmen güneye geçme izninin verilmesi sürekli olarak reddedilmek­tedir. “KKTC”nin kamu görevlilerinin de “KKTC’den güneye veya hatta BM dene­timindeki ara bölgeye seyahat etmelerine zaman zaman toptan yasak uygulanmaktadır.”

(imzasız, haftalık Yeni Çağ gazetesi, 30 Mayıs 1994, Sayı:179)


YENİ KIBRIS DERNEĞİ’NİN “KIBRISLILIK” KONULU TOPLANTISI BÜYÜK İLGİ GÖRDÜ

Yeni Kıbrıs Derneği’nin 8 Nisan 1994 günü akşamı Lefkoşa’nın Rum kesimindeki Mağusa Kapısı Kültür Merkezi’nde düzenlediği ve üç Kıbrıslı Türkün konuşmacı olarak katıldığı toplantının büyük ilgi gördüğü belirtildi.
“Kıbrıslı Türkler açısından Kıbrıslılık” konusunda Ahmet Cavit, Hüseyin Hürdoğanoğlu ve Arif Hasan Tahsin’ in konuşmacı olarak çağrılı olduğu toplantıya rahatsızlığı nedeniyle katılamayan Arif Hasan Tahsin’in yerine Mehmet Kızıldere konuştu.
11 Kıbrıslı Türkün de aralarında bulunduğu 200 kadar kişinin izlediği toplantıyı bir açış konuşmasıyla açan Yeni Kıbrıs Derneği Başkanı Vasos Hacıyorgi, bu tür toplantıları daha sık düzen­lemek için çabalarını artıracaklarını belirtti.

AHMET CAVİT’İN SÖYLEDİKLERİ
İlk konuşmacı olarak söz alan Ahmet Cavit, konuşmasına “Kıbrıslı” teriminin 1927 yılı başında zamanın Kıbrıs Valisi Storrs’un, itibar kırıcı olarak gör­dügü “native” (yerli) kelimesi yerine “Cypriot” (Kıbrıslı) kelimesinin hükümet dairelerindeki resmi işlemlerde kullanılmasını istemesi üzerine Kıbrıs siyaset sahnesine çıktığını söyleyerek başladı. İngiliz valinin esas amacının, o sıralarda Kıbrıs’ta yükselmekte olan Yunan milliyetçiliğini depolitize etmek olduğunu, zamanın İngiltere Sömürgeler Bakanı Amery’nin de Kıbrıs’taki Rum okullarında milliyetçiliğin yayılmasını önlemek için “Kıbrıslı yurtseverlik” konusunun daha çok öğretilmesini istediğini be­lirten Cavit, o yıllarda Yunan bayrağının Kıbrıslı Rumlar tarafından kulla­nılmaması için iki aslanlı sömürge armasından oluşacak bir Kıbrıs bayrağının hazırlanmasının bile önerildiğini söyledi.

KIŞKIRTILAN TÜRK VE YUNAN MİLLİYETÇİLİKLERİ
Ahmet Cavit sözlerini daha sonra şöyle sürdürdü: “1926 yılında kurulmuş olan Kıbrıs Komünist Partisi, bu “Kıbrıs yurtseverliği”ne sahip çıkmış ve siyasal çalışmalarını bu doğrultuda yürütmeye başlamıştı. Ne var ki, Kıbrıs Rum milliyetçilerinin enosis taleplerini bastırmak için Kıbrıslılık” kavramını öne çıkartmak isteyen İngiliz sömürgecileri, bunun güçlenmekte olan KKP’nin de desteğini kazanarak, adanın emperyalizmin ve sömürgeciliğin boyunduruğun­dan kurtarılarak, bir bağımsızlık hareketine dönüşebileceği endişesine kapılmış   ve Kıbrıslılık görüşünü teşvik etmekten derhal vazgeçmişlerdir. Bunun yerine Kıbrıs’ta Yunan ve Türk milliyetçiliklerinin, Yunan ve Türk konsolos­lar aracılığıyla körüklenip, boy atmasına güya seyirci kalan İngiliz yöneti­ciler, bir yandan KKP üzerine 1933 yılında yasak koyarken, öte yandan da olası bir Türk-Rum ortak cephesinin milliyetçiliklerin çatıştığı bir ortamda yeşermemesi için ellerinden gelen çabayı göstermişlerdir.

İLK ÖNCÜLER: CUMHURİYET GAZETESİ YAZARLARI
Cavit, 1959’de EOKA’nın tedhişe başlaması ardından 1958’de çeşitli provo­kasyonlarla İngilizlerin Türk-Rum çatışmasını başlattıklarına değinerek, Kıb­rıs Türk toplumu içinde Kıbrıslılık düşüncesinin ilk defa siyasal olarak Cumhuriyet gazetesi tarafından gündeme getirildiğini belirtti ve şu alıntıyı verdi: “Kıbrıs’ın istiklâliyeti, herhangi bir millete veya devlete ilhak edilmesi değil, Kıbrıs’ın Kıbrıslılar tarafından idare edilmesi demektir.”
Ahmet Cavit konuşmasının son bölümünde de, 1974 sonrası Kıbrıs Türk toplumundaki kimlik arayışı, Kıbrıslılık bilincinin Yeni Kıbrıs Derneği’nin çalışmalarıyla gelişen boyutları ve günümüzdeki gerekliligi üzerinde durdu.

HÜRDOĞANOĞLU: “KIBRISLI KİMLİĞİ ORTAKTIR”
İkinci konuşmacı olarak Hüseyin Hürdoğanoğlu özetle şu görüşleri dile ge­tirdi: “Kıbrıs’ta yaşayan Türklerle Rumların “Kıbrıslı” kimliği ortaktır. Her iki toplum da aynı toprakları paylaştıkları bu anavatanda, yaşam tarzı, yeyip içtikleri, davranışları açısından birbirlerine benzemektedirler. Kıb­rıs dışında olduklarında, örneğin İngiltere’de yine birbirlerini bulup, bir araya gelirler, kimliklerini birlikte korumaya çalışırlar. Ama Kıbrıs’ta, kendi ülkemizde biraraya gelemiyoruz. Nedeni yine bizleriz. Susturulduk, yok edil­meye çalışılıyoruz, sesimizi dünyaya duyuramıyoruz, ya da bu ses çok cılız kalıyor. Anavatanlarımızdan kurtulup, sesimizi özgür insanlar olarak duyurmalıyız. Güven artırıcı önlemlerin uygulanması ilk adımı oluşturacaktır. Sade­ce dış dinamiklere bağlı olmayalım. Birlikte daha çok etkinlikler, eylemler düzenleyelim.” 

KIZILDERE: “GELİN KIBRISLI OLALIM”
            Son olarak söz alan Mehmet Kızıldere,”Kıbrıs’taki sorunların yaşanmaya başladığı bir dönemin çocuklarıyız” diye sözlerine başlayarak, yaşlılardan öğrenilen Kıbrıslıların ortak yaşamının bugün hayâl olduğunu, Kıbrıslıların birbirlerine karşı sürekli olarak kışkırtıldıklarını, kendi Kıbrıslılıklarını unutup, emperyalizmin aracı haline geldiklerini ve 1950’lerde başlayan ay­rılıkların bugünkü kan ve gözyaşıyla anılan durumu oluşturduğunu söyledi. Kızıldere sözlerini şöyle sürdürdü:
“Neyi paylaşamıyoruz? Bu ülkede her iki toplum da yaşamak zorundadır ve hepimize yetmektedir. Ortak yaşamlarımızı, ortak kültür değerlerimizi yeniden birleştirmeliyiz. Bu ise egemen güçler arasındaki görüşmelerle olamaz. Sıradan insanlar, ortak zeminlerde buluşmalıdır. Gelin hep birlikte bu zincirleri kıralım. Gelin Kıbrıslı olalım. Ulusal değerlerimizi koruyarak, Kıbrıs kültürünü ön planda tutalım. Ben, böyle yaparsak başaracağımıza inanıyorsun.” 

GONİS: “İZLEYENLERİN KATKISI İÇİN ZEMİN HAZIR”
Üç konuğun konuşmasından sonra, toplantıyı yöneten Takis Gonis şu değerlendirmeyi yaptı: “Tarihsel sürece ve 1960 sonrasına değinen ilk konuşmadan sonra Kıbrıslılık üzerinde odaklaşan yurtsever çağrılar dinledik. Kıbrıslıların ortak savaşımının belirlenmesinde ve hatta bizi bağlayan zincirlerin ne olduğunun belirlenip kırılmasında, bu gibi etkinlikler yardımcı olacaktır. Geçmişteki hatalar ve tanklarla gelen duruma karşı neler yapabileceğimiz böylece belki ortaya çıkacaktır. Tartışma zemini ortaya konmuştur, özellikle Yeni Kıbrıs Derneği ve konuşmacıların fikirleriyle uyuşmayanların sorularını bekliyoruz.”
İlk soru “İşçi Demokrasisi” adlı dergiden geldi: Kıbrıslı bir Türk olsaydım, ben de konuşmacılar gibi düşünecektim. Ancak Kıbrıs’taki işgal olayı hakkında onlardan hiçbir şey dinlemedim. Biz Kıbrıslılar işgal nedeniy le birbirimize “günaydın” bile diyemiyoruz. Niçin işgalden söz edilmedi?”
Ahmet Cavit’in bu soruya verdiği yanıt özetle şöyleydi: “Toplantının ana konusu bu olmadığı için bu konuya değinilmemiştir. Kaldı ki buna “işgal” diyenler olduğu gibi, “müdahale” diyenler de vardır. Farklı değerlendirmelere rağmen, bu esas durumu değiştirmez. Bu tür buluşmalarda ortak hareket nokta­larının saptanması önde gelmelidir. İstenirse o konuda da konuşabiliriz.”

JARTİDİS’İN SORUSU
Andreas Jartidis’in “Kıbrıslı Rumlar arasında Kıbrıslı Türklere karşı güvensizlik var ve buna karşı mücadele etmek gerekiyor. Aynı güvensizlik Kıbrıslı Türkler için de geçerli mi? Güven artırıcı önlemler bu güvensizliği gidermeye yöneliktir. Acaba Kıbrıslı Türkler arasında Rumlara karşı güvensizliğin yaygınlık derecesi ne kadardır?” şeklindeki soru­suna Hürdoğanoğlu şu yanıtı verdi:
“Evet güvensizlik vardır ve bunun nedeni Kıbrıslı Rumların yaptıkları şovenist etkinliklerdir, örneğin Yunan bayrağı yerine Kıbrıs bayrağı kullanılmadığı sürece bu güvensizlik sürecektir.”

SOFRONİYU: “KIBRISLILARI BİRLEŞTİREN UNSURLARI BULMALIYIZ”
            Sofronis Sofroniyu söz alarak şu değerlendirmeyi yaptı: “Bu akşam ilginç konuşmalar işittik. Konuşmacıların içtenlik ve cesaretlerini takdirle karşı­lıyorum. Konu, zor bir konudur. Burada milliyetçilikten ziyade şovenizm söz konusudur. Devlet ile ulus arasında ayrım yapılmalıdır. Kıbrıs’ta bir devlet, ama iki ulus vardır. Kıbrıslı Türk ve Rumlar kendi kültürlerini bırakamazlar, bunu zaten söylediler. Bu kültürleri birleştirerek, Kıbrıs devletini destek­lemeliyiz. Kıbrıslıları birleştiren unsurları bulmalıyız. Ancak Kıbrıs’ta ulusal bir kimlik yaratmak zordur. Kıbrıs devletinin sembollerini yaratarak onları sevmeliyiz. Ama bunlar, ulusal sembollerin yerini alamazlar, Kıbrıslılık, bir ulusal kimlik oluşturmak anlamında değil de, ortak noktalar bulma olarak anlaşılmalıdır. Kıbrıs’ta ve dünyada milliyetçilikler oldukça güçlü olduğundan, karşılıklı saygı esasına göre, uygar bir düzeyde ortak noktalarımızı ön plana çıkarmalıyız.”
Bir başka soru şu şekilde soruldu: “Kıbrıs bayrağını biz sınırlı da olsa kullanıyoruz, hükümet dairelerinde, bazı etkinliklerde vb. Siz niçin kullan­mıyorsunuz? 1974’deki darbede biz 70’den fazla şehit verdik. Siz ne yaptınız işgale karşı? Bu noktada uyuşmazsak, nasıl çıkış yolu bulabiliriz? Ben yakınlaşmadan yana biriyim.”

“ŞEHİT SAYISINI KIYASLAMAYA GEREK YOK”
A.Cavit, verdiği yanıtta Kıbrıslı Türklerin 1958’de, 1962’de ve 1965’de Türklerle Rumların birlikte mücadelesi yolunda şehitler verdiğinin unutulmaması gerektiğini vurgulayarak, Kıbrıs Türk liderliğinin politikalarına muhalif olan binlerce kişinin haksızlığa uğrayıp acı çektiğini, burada şehit sayısı kıyaslanmasına gerek olmadığını vurguladı. Bayrakla ilgili olarak da, Olimpiyad’larda bir Kıbrıslı Türkün kazanması halinde Kıbrıs karmasının Yunan marş ve bayra­ğı kullanacağının belli olduğu ve bunun kabul edilemez olduğunu ifade etti.

ŞOVENİZMİN ETKİSİNDE KALMIŞ GENCİN GÖRÜŞLERİ
Genç kuşaktan birinin sorduğu soru söyleydi: “Kıbrıs’ı işgal edenler, yerleşiklerle birlikte ev ve tarlalarımızı kullanıyorlar, çalıntı malları satı­yorlar. Elen olduğumu söylemem milliyetçilik mi? Okullarda ortak tarihin öğ­retilmesinden söz edildi. Hangi tarihi öğreteceksiniz? Ben Yunan ve dünya tarihini öğrendim. Yeni Kıbrıslıların tarihini öğrenmedim. Evet işbirliği yapalım, ama %18’lik azınlık, çoğunluğa uymalıdır. Kıbrıslı Türkler sayılarına göre fazla haklar aldılar. Sorum şudur: Türk askerlerinin gitmesini istiyor musunuz? İşgal altında bir Kıbrıs’ta nasıl işbirliğinden söz edilebilir? İstediğiniz haklar nedir? Denktaş ve TMT’den söz edildi. Kıbrıslı Rumlar bunlara mı hak tanımalı?”

BİRLİKTE MÜCADELE ZORUNLU
Verilen yanıtta da, Kıbrıs’ta 300 yıldan fazla süren Osmanlı döneminde Rumlarla Türklerin birlikte mücadele verdikleri zaman başarıya ulaştıkları, onlarca isyan olayının unutulmaması gerektiği, son 30 yılın Kıbrıs tarihinde küçük bir kesit olduğu ve Kıbrıslı Türklerin dışlanmasıyla verilecek bir kavgadan sonuç alınmasının hayal olduğu vurgulandı.
Themos Dimitriu ise aynı konuda şunları söyledi:
“Toplantı yerinin dışında bu akşam şovenistlerin sessiz gösteri yapmış olmaları üzerine bir açıklama yapmak istiyorum. Son dönemde Yunan bayraklarının sayısı çoğalmaktadır. Bu milliyetçilik akımı, gelişmekte olup, bizi kan dökülecek bir çatışmaya götürmektedir. Bu akşamki etkinliğin, tekrar kan dökülmesine fırsat vermek istemeyen­lerin birleşmesine yardımcı olmasını diliyorum. Kıbrıs tarihinde sayısı az olan bu tür grupların bize engel olmasına karsı çıkalım. Sağın iktidara gelme­si ardından girilen bu ortamdan çıkış, bütün solun birleşip mücadele vermesi ile mümkündür. Yoksa eski noktaya, taksimin süreklileşip, ikili enosise vara­cağı bir yere gideceğiz.”  
        
“SESSİZ ÇOĞUNLUK BASKI ALTINDADIR”
Maria Mihailidu’nun sorusu şöyleydi: “Bu tür etkinlikleri daha sık yapma­lısınız. Poli Hırsofu’daki Türkler ayrılmak istemiyorlar, ağlıyorlardı. Sizin gibi cesareti olanlar, aynı düşünenler, ortak mücadele için yaşamak isteyen­lerin oranı kaçtır?”
Mehmet Kızıldere, daha önce de söz edildiği gibi Kıbrıs Türk toplumu için­deki demokratik oluşumların çok geç başladığını ve liderliğin Kıbrıs sorununu gerekçe göstererek, halkı baskı altında tuttuğunu söyledi. 1974’den sonra da resmi görüş dışında olanların baskı altında tutulduklarını, devlet aygıtının bütün iletişim aygıtlarıyla kitleleri depolitize ettiğini ve her yönden bağımlı bir toplum oluştuğunu hatırlatarak, bu şartlar altında kendisi gibi düşünenlerin ne kadar olabileceğinin tahmin edilebileceğini belirtti.
Ahmet Cavit de, her iki tarafta da sayıları %5 olan fanatik bir azınlığın etkili olduğunu ve onların sessiz çoğunluğu etkileyebilmesinin Kıbrıs’ın bir trajedisi olduğunu, bunun değiştirilmesi gerektiğini vurgulayarak, bunun da bir Kıbrıslılık özelliği olduğunu söyledi.  Kızıldere, büyük çoğunluğun desteklese bile geri planda kalmayı yeğlediğini ekledi.

SORUMLULUK YANLIŞ EĞİTİMDE
Genç kuşaktan olan soru sahibine yanıt vermek üzere söz alan Hristina Valanidu, herkesin ulusal kökenini savunma hakkı olduğunu, ama Kıbrıslı Rumla­rın ortak siyasal değerler oluşturmamasından sorumlu olanın, yanlış bir eğitim görül­mesinden kaynaklandığını vurguladı. Kıbrıs Türkleri ile geçmişte birlikte ya­şandığı, onların da kültür-sanatta yaratıcı oldukları, bizden daha çok mücadeleci oldukları ne yazık ki bilinmez, çünkü kitle iletişim araçları ve ki­taplar bunlardan hiç söz etmemektedir. Dışarıda gösteri yapanlar, araştırır­larsa, kendi benzerlerinin Türk tarafında da olduğunu göreceklerdir.”
Hristos İlyadis’in değerlendirmesinde ise şu hususlar vardı: “Bugün bir Kıbrıs ulusu yaratmak imkansızdır. Türkler ve Rumlar bu adada eskiden olduğu gibi yine birlikte yaşamak istiyorlar mı, asker ve süngü olmadan? Genç arka­daş gibi ben de Türklerle birlikte yaşamadım. Ama Kıbrıs sorununun tarihin­den habersizdir. İstila ve işgal, 1971’de Lizbon’da yapılan NATO toplantısın­da Yunan ve Türk hükümetleri tarafından onaylanmıştı. Bunu size okullarda söylemeyeceklerdir. O nedenle geçmiş tarihimizi derinliğine araştırıp bize yüzeysel olarak söylenenlerin gerisinde olanları bulmalı, öğrenmeliyiz.”
İkinci kez ve bu defa görüş belirtmek üzere söz alan A. Jartidis şöyle de­di:
“Yeni Kıbrıs Derneği’ne bu güzel ve cesaretli etkinlikten dolayı teşekkür ederim. Üye olmadığım halde, program ve ilkeleriyle uyuşmaktayım, beni üye kabul etmelerini rica ederim. Konusmacı Kıbrıslı Türkleri de yaptıkları ko­nuşmalar ve cesaretleri için teşekkür ederim. Gene arkadaşa tarih tam olarak öğretilmemiştir. Kıbrıslı Türklerin de Kıbrıslı Rumlara karşı güvensizlikleri vardır.  Bu, sadece Kıbrıslı Rumlardan nefret etmeyi öğrendiklerinden değildir. Son 30 yıl içinde çok sayıda Kıbrıslı Türk, Rum canavarlarca öldürülmüştür. Mehmet Kızıldere, yüzlerce Kıbrıslı Türkün 1950’li, 1960’lı yıllarda evlerinden götürülüp kaybolduklarından söz etti. Kıbrıslı Rumlarda da güvensizlik vardır Türklere karşı. Neden? Çünkü okullarda sadece Türklerden nefret edil­mesi öğretilmiyor. Yüzlerce Kıbrıslı Rum da Türk canavarlığının kurbanı olmuştur. Yeni Kıbrıs Derneği’nin yaptığı bu toplantı, bunların tekrarlanmaması için yapılmaktadır. Ahmet arkadaş, tarihsel sürece değinen konuşmasında, Rum­ların milliyetçiliğinin sömürge yönetimi tarafından körüklendiğinden söz etti. Doğrusu şöyledir: İngilizlerin bize baskı yapması sonucu, bir tepki olarak milliyetçilik yükselmiştir. Enosis isteyelim diye bizi kışkırtmamışlardır. Kıbrıs Türk milliyetçiliğinin kaynaklandığı birinci etken, Rumların Türk nü­fusa karşı davranışlarıydı. 1930’li, 30’lu yıllarda Kıbrıslı Türklere 2. sı­nıf vatandaş olarak bakıyorduk. Sizlerden çoğu bu dönemleri belki de yaşamamıştır. Kıbrıslı Türkler, yorgancı, şamişici ve kuyuculardı. Lefkoşa Belediye Meclisi zabıtlarına bakılırsa, Kıbrıslı Rum üyelerin Türk üyelere hakaret ettiği durumlar görülecektir. Örneğin zamanın Lefkoşa Belediye Başkanı Dervis, Kıbrıslı Türklere “bello turko” deyip onları küçümsemekteydi. Bu şartlarda Kıbrıs Türk milliyetçiliği gelişmiştir. 2. etken, Ahmet’in de söylediği gibi, Kıbrıslı Tiirklerin milliyetçiliğinin İngiliz yönetimi tarafından Rum milliyetçilerine karşı kışkırtılmasıdır.   
Genç Rum arkadaşın buraya gelip görüşlerini söyleme cesareti olumludur. Ama olumsuz olan yan, genç olması ve yanlış bilgilenmiş olması nedeniyle yanlış yola sürüklenebilmesidir. Ona, doğruları öğrenmesini öneriyorum.”

“GEÇMİŞ TARİHİMİZİ ÖĞRENMELİYİZ”
“İşçi Demokrasisi” grubundan bir kişi söz alarak, toplantı yeri önünde gös­teri yapanları eleştirdi ve şöyle dedi:
“Bunların sloganı ‘iyi Türk, ölü Tü­rktür’ şeklindedir. Bunların aşırı sağ terör eğilimleri, faşizm sınırlarına varmaktadır. Bu insanlarla paylaşacağımız hiçbir demokrasi yoktur. Amaçları eskiden yaptıkları gibi, demokrasiyi yok etmektir. Şovenizme karşı olan Rumlar, bunlara karşı harekete geçmelidir. Geçmiş tarihimizi öğrenmeliyiz ki şovenizme karşı mücadelede bize ışık tutsun.

BASININ ROLÜ
Son olarak söz alan öğretmen Kleopatra Bayada, genç öğrencinin söyledikle­rinden bir eğitimci olarak kendisini sorumlu hissettiğini söyledi ve ders ki­taplarındaki eksikliklerin giderilmesini istedi. Örnek olarak da Rum Eğitim Bakanlığı’nın dağıttığı takvimde ödül almış Kıbrıslı bir Türk sanatçının da yer aldığını, ama isminden söz edilmediğini, basında bile bu ödülü alan sanatçıdan pek söz edilmediğini belirtti.
Ahmet Cavit, Kıbrıs’ta kitle iletişim araçlarının rolünün çok belirleyici olduğunu belirterek, bu toplantıdan ertesi gün söz edecek olan basının, sade­ce kapıdaki eylemi öne çıkaracağını ve içeride dile getirilen görüşlerden pek söz etmeyeceğini vurguladı. Bu tür toplantıların daha sık yapılması dileğini de belirten Cavit, ortak yayın çıkarılmasını da önerdi.
Kapanış konuşmasını yapan Takis Gonis ise özetle şunları söyledi:
“Konuşma­cıların da bizim gibi ülkelerini sevdiklerini gördük. Bu gibi etkinlikleri daha çok sayıda ve daha büyük katılımlarla gerçekleştirebilirsek, Kıbrıs hal­kını ortak bir mücadele hedefinde, dış etken ve müdahalelere karşı birleştirebilirsek, refah, ilerleme ve barış yolunda mesafe katedebileceğiz.”


(imzasız olarak haftalık Yeni Çağ gazetesinin 18 ve 25 Nisan 1994 tarihli sayılarında yayımlandı.)

HALUK GERGER SUSTURULMAK İSTENİYOR

Birleşmiş Milletler Dernekleri Dünya Federasyonu’nun Mart ayı sonunda İsviçre’nin Cenevre kentinde yapılan toplantısında, Federasyonun yürütme kurulunun Türk üyelerinden Haluk Gerger için bir destekleme kampanyası açıl­ması kararlaştırıldı.
Cyprus Weekly gazetesinin verdiği habere göre, Kürtlerle dayanışma için yapılan barışçıl bir siyasal toplantıya mesaj gönderen BM Türk Derneği üyesi Haluk Gerger için, anti-terör yasası uyarınca 20 ay hapis ve 308 milyon TL para cezası verilmiş bulunuyor. Gerger’e bundan başka 8 ayrı suç davası daha okunmuş olup, 30 yıla kadar hapsi istenmektedir.
Kıbrıs Rum Yönetimi eski başkanlarından Yorgo Vasiliu’nun eşi olan Andrulla Vasiliu’nun başkanlığında toplanan BM Dernekleri Dünya Federasyonu, Amnesty International ve Hukukçular Uluslararası Komitesi’ne başvurarak, Gerger’in mahkeme duruşmalarına gözlemci gönderilmesini talep etti. Federasyon ayrıca TC Cumhurbaşkanı ile Başbakanına ve BM İnsan Hakları Komisyonu’na olayla ilgili olarak protesto mesajları iletti.
Hatırlanacağı gibi Haluk Gerger, geçen Şubat ayında Girne’de BM Türk Derneği  tarafından düzenlenen “Kıbrıs Sorunu ve BM” konulu sempozyuma ilginç bir bildiri sunmuş, ama söyledikleri basınımızda yer almamıştı. TAK ajansı­nın 26 Şubat 1994 tarihli bülteninde yer alan konuyla ilgili haber şöyleydi:
“Dr.Haluk Gerger ise, yeni dünya düzeni çerçevesinde BM ve Kıbrıs’taki gelişmeleri değerlendirdi. Yeni dünya düzeninin ideolojik yapısını “totali­ter” olarak niteleyen Gerger, emperyalist ülkelere dünyanın herhangi bir yerine müdahale hakkı getirmesiyle de “saldırgan” ve “militarist” bir yapı­laşmaya gidildiğini anlattı.
Dr.Gerger, başta BM olmak üzere uluslararası örgütlerin de yeni dünya dü­zeninin yapısına uygun hale getirildiğini de belirtti. Kıbrıs’la ilgili çözüm olasılıkları hakkında bilgi verirken, “Kıbrıs kimliğine dayalı emekçi iktidarını öngören federasyonu” savunan Dr.Haluk Gerger, bir soruya karşılık böyle bir çözümde garantilere de gerek kalmayacağını söyledi. Gerger, “Geçmişteki gibi veya statükoya dayalı bir çözüm olması halinde Kıbrıs halkı hami ve kurtarıcılardan kurtulamaz. Böyle sistemlerde garantilerin olmaması mümkün değil” dedi. Bugünkü statünün tescilinin ise kalıcı olamayacağını belirten Dr.Haluk Gerger, “Bu Kıbrıslılar kadar Türkiye ve Yunanistan’a da sorunlar yarattır. Sürekli silahlanma büyük bir kambur getirir. Böyle bir durum her zaman militarizme açık bir çözümsüzlüktür” diye konuştu.

KIBRIS “KAYBEDİLMEYECEK BİR ÜS” OLARAK GÖRÜLÜYOR
Kıbrıs sorununun BM’nin öncelikleri arasında yer almasının ise, emperya­list ülkelerin Ortadoğu bölgesindeki stratejik çıkarlarından ve bu çerçevede Kıbrıs’ın “kaybedilemeyecek bir üs” olarak görülmesinden kaynaklandığını kaydeden Gerger, “emperyalizmin Avrupa’da çözüm başarısı istemesini” de diğer neden olarak gösterdi.
            Gerger, bu konudaki tezini özetle şöyle ifade etti:
“Avrupa’da 3 sorun vardır: İrlanda, Yugoslavya ve Kıbrıs. İngiltere düze­nin patronlarından olduğu için İrlanda uluslararası platforma getirilemiyor. Bosna sorunu ise çok karmaşık ve Sırplar için çetin ceviz. Buraya müdahale etmesi halinde büyük kayıplar verir. En yumuşak Kıbrıs. Şöyle veya böyle söz geçirilebilecek Türkiye ve Yunanistan var. Avrupa bir çözüm başarısı istiyor. Bu da Kıbrıs olabilir.”

TC, MÜDAHALE DIŞINDA ÇÖZÜM GETİRMEDİ
Gerger, bir soruyu yanıtlarken, ABD ve müttefiklerine istediği ülkeye müdahale hakkı getiren yeni dünya düzeninde Kıbrıs için de aynı tehlikenin geçerli olduğunu belirterek, şöyle dedi:
“Türkiye tüm uluslararası sorunlarda (Somali, Irak, Bosna, Azerbaycan) müdahale dışında tek bir çözüm önerisi getirmedi. Böyle bir politika izle­yen Türkiye, Kıbrıs’ta etnik çatışma olması halinde müdahale olmaması yönünde gerekçe göstermek yönünden en yoksul ülkedir.”


(imzasız, Yeni Çağ gazetesi, 4 Nisan 1994)

SEÇİM SONUÇLARI KIBRISLI TÜRKLERİN İRADESİNİ YANSITMIYOR


1974 yılından beridir Türkiye Silahlı Kuvvetleri’nin denetimi altında tutulan Kıbrıs’ın %37’lik kuzey topraklarında, 12 Aralık 1993 günü yapı­lan erken genel seçimlerin sonuçları açıklandı. 1 tanesi bağımsız, 350’si de 7 partiye mensup 351 milletvekili adayından 76’sı (%22), Türkiye doğum­lu idi. Seçilen 50 milletvekilinden 4’ü ise Türkiye kökenli olup, hepsi de Demokrat Parti’den seçilmişlerdir. Son çözümlemede seçimi “Denktaş”ın kazandığı söylenebilir.
            Bilindiği gibi, ilk olarak Ekim 1974’deRumlardan kalan otel ve bahçe­lerde çalıştırılmak üzere” Kıbrıs’a getirilen TC göçmenleri, daha sonra 1974 savaşında şehit olanların ailelerinin de yerleştirilmesiyle Ocak 1975’de yaygınlaştırılmış ve  bilahare askerden terhis olan ve Kıbrıs’a yerleşmek isteyenlere ev ve arazi verilmesiyle sürdürülmüştü. 1981 seçim­lerine emekli TC subaylarının kurduğu Islahatçı Refah Partisi (%2.5 oy) ve Türk Birliği Partisi (%6.5 oy) ile katılan TC göçmenleri, 1985’de Türkiye Büyükelçiliği’nin girişimiyle tek parti çatısı altında toplanmışlar ve Yeni Doğuş Partisi (%8.7 oy), Kıbrıs Türk ticaret burjuvazisinin partisi Ulusal Birlik Partisi (%36.7 oy) ile koalisyona girmişti. 1988’in Nisan ayı sonuna kadar iktidar çoğunluğunu sağlayan bu birlik, daha sonra YDP milletvekillerinden 3’ünün UBP’ye katılmasıyla sürdürülebilmişti. (Bak. M.Sonuç, Kıbrıs’ta demografik yapının bozulması ve TC göçmenleri, Demok­rat, 28 Aralık 1988)
1990 Baharında yapılan Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimler öncesinde, seçmen kütüklerinin hazırlanması amacıyla gerçekleştirilen genel nüfus sayımından önce, Türkiye’den Kıbrıs’a getirilip yerleştirilen ve oy kul­landırılan göçmenlerin sayısının gizli tutulup, hiçbir zaman yayımlanmamamış olmasını eleştirdiğimiz bir yazıda şöyle demiştik:
“Yıllardır Kıbrıslı Türklerin gerçek iradesinin seçim sonuçlarına yansımasına engel olmak­ta olan çifte uyrukluların seçimlere katılmasına karşı çıkılmalı ve var­lıkları, Kıbrıs sorununun Kıbrıslılar yararına çözümlenmesini önlemekte olan unsurlarla ilgili kesin tavır alınmalıdır. Bir diğer husus, anti­demokratik bir seçim yasasıyla seçimlere gitmeme doğrultusunda kesin karar vermek olmalıdır.” (Demokrat, 10 Ocak  1996)
Anımsanacaktır, 1985 genel seçimlerinde toplam %57.2 oy alan CTP ve TKP, 1990 genel seçimlerinde TC göçmenlerinin Yeni Doğuş Partisi ile bir­likte oluşturdukları Demokratik Mücadele Partisi adına seçimlere katılmış ve üç parti ancak %44.4 oy oranına ulaşabilmişti. “Anti-demokratik seçim yasası belki bize yarar” diye kumar oynayıp kaybeden DMP’den YDP kökenli 2 milletvekili ile TKP listesinden kazanmış olan E.Vehbi ve İ.Kotak’ın Meclis’e girmesi, bu seçim partisinin dağılmasına neden olmuştu. CTP’nin 7 ve TKP’nin geriye kalan 5 milletvekili, “Meclis’te figüran olmayız” ge­rekçesiyle görev almayı reddedince, yapılan ara seçimlerle sandalyelerini (biri dışında) UBP adayları doldurmuşlardı.
Rauf Denktas’m BM Barış görüşmelerinde sıkışması ve CTP’nin, Demok­rat Parti’nin UBP’den doğması ardından daha da sağa çekilmesi üzerine, yapılmasına karar verilen 12 Aralık 1993 genel seçimleri, bu kez TC göçmenlerinin partisi YDP’nin Denktaş’ın yeni partisi olan DP içinde eritildiği koşullarda gerçekleşti. Erken seçim kararının alınmasından ve seçim yasasının değiştirilmesinden önce, nüfus sayımının yapılmasını ve özellikle TC kökenli göçmenlerin sayısının açıklanmasını talep eden muhalefet partileri, seçim havasına gi­rilince, taleplerini geri çektiler. Seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra da, bu konuya nedense hiçbir siyasal parti değinmedi. Oysa 19 Eylül 1993 günü yapılan sayımda nüfusun 155,994 kişi olduğu, seçmen sayısının da 106,688 olarak saptandığı açıklanmış, ama TC göçmenlerine ilişkin hiç­bir bilgi verilmemişti. Sayımın ertesi günü çıkan Kıbrıs gazetesinin man­şetindeki “200 bine yaklaştık şeklindeki bilgiye de değinen olmadı. Bi­zim kulağımıza gelen ise, nüfusun 204 bin’e ulaştığıydı.
31 Ekim 1986 tarihli Söz dergisinde çıkan “Kıbrıslı Türklerin nüfusu ne kadar?” başlıklı çalışmamızda, 20 Ekim 1974’de 115,758 olarak açıklan­mış olan Kıbrıslı Türklerin sayısının 1984 yılı sonunda 157,984’e yüksel­diğini ve 1983 yılı itibarıyla 47,186 TC yurttaşının Kuzey Kıbrıs’ta is­kan edildiğini belirtmiştik. Aradan geçen 10 yıllık süre içinde bu sayı­nın 100 bine ulaştığını söyleyebiliriz.
1974 ile 1992 yılları arasında Kıbrıs’ın Türk Ordusu’nun denetiminde tutulan bölgesine giren ve çıkan kişilerle ilgili olarak, Polis Genel Mü­dürlüğü’ nün Yıllık Faaliyet Raporlarında verilen istatistiki bilgiler in­celendiği zaman, 74,456 kişinin 1992 yılı sonunda KKTC’de kaldığı görül­mektedir. 3. Ülke uyrukluların sayısı ise 4,847’dir. 
Aynı dönem sonunda, 28,731 kişinin KKTC yurttaşı olarak ada dışında bu­lunduğu görülmektedir. Bunun 2,500 kadarı Türkiye ve diğer ülkelerde okumakta olan yurttaşlar ise, dış seyahat amaçlıların sayısını da bir o kadar tutsak, 23 binden fazla Kıbrıslı Türkün geri dönmemek üzere adayı terkettiği söylenebilir. Zaten Kıbrıs gazetesi, 27 Ocak 1993 tarihli sayısında 1987 ile 1992 yılları arasında (ki 1992 nüfusu 175,118 olarak verilmek­tedir), 12-24 yaş grubunda 41,506’dan 35,898 kişiye düştüğünü açıklamıştır.
Eksilen Kıbrıslı Türk nüfusun yerine TC göçmenlerinin iskanı politi­kası büyük bir gizlilik içinde sürdürülmektedir. Nitekim, Denktaş bile “seçimlerde KKTC’de ikamet etmediği halde Türkiye’den insanlar getirilip oy kullandırıldığını ve bunları tek tek tespit etmekte olduklarını” söylemiş (Ortam, 15 Aralık 1993),  seçim günü bile kimlik kartı dağıtıldığı basına yansımıştır (Yeni Düzen, 13 Aralık 1993). Öğrendiğimize göre, seçim günü Nüfus Kayıt Dairesi’nde saptanan son kimlik kartı numarası 193,071’di. Bu rakam bile, ada dışında bulunanlarla birlikle KKTC nüfusunun çoktan 200 bin üzerine çıktığını göstermektedir. TC askerleri ve aileleri bu rakamın dışındadır.
Seçmen sayısı önce 106,688 olarak sayılıp, sonradan düzeltmelerle 108.370 olarak ilan edilmiştir. (Birlik, 19 Kasım 1993) 986 yeni yurttaş­tan 31’inin seçmenlik hakkı olduğu belirlenmiştir. (Yeni Düzen, 23 Kasım 1993) Ama seçim günü, resmi seçmen sayısının 107,820 olduğu açıklanmıştır. Birileri, Kıbrıslı Türklerin iradesinin sandığa yansımasına engel oluyor.
Ama kim???

KKTC hava ve deniz limanlarından giriş yapanlarla uyruklarına göre dökümü

Yıl          TC                                    KKTC                            DİĞER                 TOPLAM  
1974
5.573
5.098
1.022
11.693
1975
73.831
13.635
6.577
94.043
1976
83.440
30.764
4.552
118.756
1977
108.016
33.449
5.113
146.699
1978
104.738
35.449
8.177
148.364
1979
95.095
47.839
13.286
156.220
1980
69.810
51.204
14.793
135.807
1981
62.812
52.933
15.471
131.216
1982
62.058
49.870
22.811
134.739
1983
78.467
58.908
20.467
157.842
1984
93.913
57.929
18.925
170.767
1985
103.791
53.860
21.284
178.935
1986
105.729
55.076
25.763
186.568
1987      149.394
59.602
36.448
245.444
1988
173.351
60.178
56.050
289.579
1989
214.566
68.583
59.507
342.656
1990
243.269
74.681
57.541
375.491
1991
179.379
66.012
40.858
286.249
1992
210.178
78.466
57.440
346.084

2.217.410                      953.657                           486.085             3.657.152

KKTC  hava ve deniz limanlarından çıkış yapanların yıllara ve uyruklarına göre dökümü
    TC                                 KKTC                        DİĞER                 TOPLAM
1974
    4.193
  6.093
  804
 11.090
1975
   51.465
29.842
5.943
  87.250
1976
   80.347
31.454
4.985
116.786
1977
   97.142
34.540
5.377
137.059
1978
103.108
36.410
7.802
147.320
1979
   92.956
46.858
12.619
152.433
1980
   68.727
53.135
14.082
135.944
1981
   44.912
52.371
15.512
112.795
1982
  66.172
51.764
22.631
140.567
1983
  76.386
60.660
20.300
157.346
1984
  90.403
56.763
19.511
166.677
1985
102.754
54.599
21.049
178.402
1986
105.492
55.788
25.603
186.883
1987
149.980
60.954
36.995
247.929
1988
169.501
62.243
53.966
285.710
1989
209.837
68.212
58.562
336.611
1990
241.764
 73.771
57.615
 373.150
1991
178.770
66.627
40.502
 285.899
1992
209.045
80.304
57.380
 346.729
         2.142.954                   982.388                     481.238           3.606.580

Kaynak: Polis Genel Müdürlüğü Yıllık Faaliyet Raporları


(Haftalık Yeni Çağ gazetesi, 27 Aralık 1993)