“Sosyalist Ülkeler Topluluğu” diye nitelendirilen ve bürokratik sosyalizmle
yönetilen ülkelerdeki sistemin çökmesi ardından, dünyamızdaki güçler dengesi
önemli bir değişime uğramıştır. Bundan önce ABD emperyalizmi ile bürokratik
sosyalizmin en güçlü ülkesi Rusya arasında kurulmuş olan nükleer tedhiş
dengesi, önemli dünya güçleri arasındaki ilişkilerde nisbi bir istikrar
sağlamış görünmekteydi. Bunun bir sonucu olarak, eski sömürge ülkeler de
Doğu-Batı dengesinden yararlanarak bazı tavizler elde edebilmişlerdi. Ama şimdi
durum öyle değil. Sadece bir tek süper güç, yani ABD var.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra, ‘Yeni Dünya Düzeni “nin kurulduğunu
ilan eden ABD Başkanı Bush’un, “Şimdi artık dikkatlerimizi dünyanın geriye
kalan bölgelerine çevirebiliriz” diye övündüğü anımsanmalıdır. Bu sözlerin ne
anlama geldiği, bir süre sonra Körfez Savaşı sırasında anlaşılmıştır. Irak’ı
teslim almak için başta sivil hedeflere karşı olmak üzere, en korkunç yıkım
silahları kullanılmış, sadece Arap dünyasına değil, genelde bütün eski sömürge
ülkelere, emperyalizminin gücü gösterilmek istenmiştir. Ama Kuveyt’in “egemenliği”ni
savunma ikiyüzlülüğü, İngiliz ve Amerikan emperyalizminin Libya’nın egemenliğim
ayaklar altına almasına engel olamamıştır.
BM KALKAN OLARAK
KULLANILIYOR
ABD emperyalizminin eylemlerinde belirleyici olanın, Irak, eski Yugoslavya
ve Somali’deki bunalım dönemlerinde görüldüğü gibi, kendi amaçlan uğruna
Birleş(me)miş Milletler’i saydam bir kalkan olarak kullanarak, “adalet”, “özgürlük”,
ya da ‘‘banş’ı değil, öteki emperyalist güçler gibi, kendi sınıf çıkarlarını
savunma olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır. Fransa, İngiltere, Almanya ve diğer
büyük güçlerin politikasında da belirleyici olan, barış ve BM’nin otoritesi
için mücadele değil, bu güçlerin kendi çıkarlarıdır. BM Güvenlik Konseyi
üyeleri arasında ABD’ye karşı duracak biri yoktur. Dursa bile ABD vetosu ile
karşılaşabilir. Rusya ise, bürokratik sosyalizmin çöküşünden bu yana, Yeltsin’in
önderliğinde Batılı emperyalistlerin dümen suyundan gitmektedir. Kapitalizme
yönelmiş olan Rusya, eski anti- emperyalist tavrını artık terketmiştir.
Amerikan
emperyalizmi, kendi politikası için BM’yi uygun bir kalkan olarak
kullanmaktadır. Doğrudan güç kullanımı bile BM kalkanı ardında
gerçekleştirilmiş ve 1991’deki Irak bombardımanında 100 binden fazla insan
ölmüştür.
İsrail, Lübnan’a göç etmiş olan Filistinlilerin geri dönmelerini öngören “insancıl”
BM kararını uygulamamaktadır. İsrail Başbakanı, bu konuda Güvenlik Konseyi
tarafından alınacak herhangi bir cezalandırma kararının, ABD Dışişleri Bakanlığı
tarafından veto edileceğinin kendisine söylendiğini açıklamıştır. “Saldırgan” ülkelere
karşı BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi tarafından alınmış sayısız kararlar
vardır, ama “suçlu” taraflar bunlara gülmekte ve uygulamamaktadırlar.
Endonezya,
eski Hollanda sömürgesi olan Timor’u işgal etmiş ve Hollanda tarafından ilan
edilmiş olan bağımsızlık kararına saygı göstermemiştir. 19 yıldır sürdürülen
baskıcı rejim, 200 bin kişinin canına mal olmuştur. Irza geçme, işkence ve
öldürme olayları. Endonezyalı işgalcilerin kullandıkları sıradan tedhiş
yöntemleri arasındadır. BM Güvenlik Konseyi bir karar alarak Endonezya’nın
Timor’dan geri çekilmesini talep etmiştir, ama hiçbirşey olmamıştır. Çünkü
büyük emperyalist ülkelerin yaşamsal çıkarları zedelenmediğinden, ses
çıkarmamışlar ve hiçbirşey yapmamışlardır.
ABD “saldırganı”, Aralık 1989 da Panama’yı ve Ekim 1983 de Grenada’yı işgal
ederek kendine bağlı kukla hükümetleri işbaşına getirip, Karibiklerde kendi
çıkarlarını güvence altına alınca, BM yine hiçbirşey yapmamıştır. “Ulusal
çıkarlar “, yani büyük sermayenin çıkarları
söz konusu olduğu zaman ABD, BM’yi takmamakta ve askeri güç kullanmaktadır. Hem
Clinton. hem de Bush, ABD’nin yaşamsal çıkarları tehlikeye girince güç
kullanacaklarını açıkça belirtmişlerdir. Bir başka deyişle, “ulusal çıkarlar”
tehdit altındaysa, BM’nin barıştırma yöntemlerinin hiçbir esamesi okunmamaktadır.
“Küçük
ülkelerin” “küçük sorunları” BM çerçevesinde çözümlenebilir. Ama bu sorunlarda
kapitalistlerin çıkarları tehlikeye girerse ve büyük emperyalist ülkelerin
ticari, stratejik veya prestij ve güçlerini koruma da içinde diğer başka
çıkarları söz konusuysa, bunlar çözümlenemez. Çünkü bütün emperyalist güçlerin
politika, diplomasi ve eylemlerinde belirleyici olan bu çıkarlardır.
KIBRIS SORUNU VE
EMPERYALİZM
Kıbrıs sorununda da durum aynıdır. 1958 yılında zamanın sömürge yönetimi, “böl-yönet”
ilkesi uyarınca Kıbrıslı Rumların adanın Yunanistan’a bağlanması amacıyla
İngilizlere karşı başlattığı tedhiş eylemlerini, Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı
Rumlar arasında kanlı çatışmalara dönüştürünce, sorun toplumlararası bir şekil
almıştı. Rumların adamn Yunanistan’a bağlanması (enosis), Türklerın de adanın
taksim edilmesi politikaları BM’de destek bulamayınca, emperyalizmin askeri
örgütü NATO, sorunu “bağımsız” Kıbrıs Cumhuriyeti formülüyle geçici olarak “çözümlemiş”
ve bölgedeki stratejik çıkarlarını güvence altına almıştı.
Kıbns Türk liderliğinin İngiliz çıkarları doğrultusunda güddüğü politika,
ada nüfusunun %18’ini oluşturan Kıbnslı Türklere yönetimde %30, orduda da %40’a
varan oranda pay sağlamıştı. Ama yeni Kıbns devleti bağlantısız bir dış
politikaya yönlenince, bölgedeki İngiliz-Amerikan çıkarlarını korumak isteyen
emperyalizm ve yerli işbirlikçileri, Aralık 1963’deki çatışmaları başlatarak,
adaya NATO askeri gönderme planını uygulamaya koydular. Anımsanacağı gibi
Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’un diretmesi üzerine, adaya NATO askeri yerine,
Mart 1964’de BM Banş Gücü gönderilmişti.
1960 Garanti ve İttifak Anlaşmalan gereğince. NATO’nun önde gelen
ülkelerinden biri olan İngiltere, “‘bağımsız’’ Kıbns Cumhuriyeti toprakları
üzerinde bir dizi imtiyaz yanında, iki egemen askeri üs elde etmiş, diğer NATO
üyesi ülkeler olan Yunanistan 950, Türkiye de 650 kişilik birer alayla Kıbrıs’ta
asker bulundurma hakkını sağlamışlardı.
O yıllarda “emperyalizmin batmayan uçak gemisi”, ya da “‘Doğu Akdeniz’in
Kübası” olarak nitelendirilen Kıbns, bölgedeki petrol yataklarına yakınlığı ve
stratejik önemi yüzünden çeşitli pazarlıklara neden olmuştu. Adanın büyük bir bölümünün
Yunanistan’a verilmesi, Kıbnslı Türklerin biraraya toplanacağı küçük bir
bölgenin ayrılarak, Türkiye’ye askeri üs olarak verilmesi, Kıbrıs Cumhurbaşkanı
Makarios’un etkisizleştirilerek, Kıbnslı Rum komünistlerin devre dışı
bırakılmasını öngören, ama o günlerde uygulanamayan Acheson Planı bu amaçla
hazırlanmıştı.
1968 yılında başlatılan toplumlararası banş görüşmelerinde ise taraflarca
önemli ilerlemeler kaydedilmesine rağmen, 1974 yazına gelindiğinde, imzalar
henüz atılamamıştı.
Haziran 1971’de
Lizbon’da yapılan NATO Konseyi toplantısında ise. Atina ile Ankara’nın NATO
yanlısı bir çözüm için eylemlerim eşgüdüm içinde yürütmeleri kararı alınmıştı.
1974 Temmuz’undaki Makarios karşıtı faşist darbe ve bunu izleyen Türkiye’nin
adaya askeri müdahalesi bu çerçevede değerlendirilmelidir. Askeri güç
kullanılarak ve uluslararası hukuk ilkeleri çiğnenerek gerçekleştirilen Kıbrıs’ın
Türk ve Rum bölgelerine ayrılması operasyonları, sonunda Kıbrıs’ı bir NATO
protektorası haline getirmeyi amaçlamaktaydı.
BAĞLANTISIZ
KIBRIS YERİNE. NATO ÜSSÜ KIBRIS
Nitekim son zamanlarda basında çıkan haberler de bu emelleri doğrular
niteliktedir. Rumca Haravgi gazetesinin Washington kaynaklı bir haberine göre, “ABD,
Kıbrıs’ta aynen Bosna’da olduğu gibi toprak düzenlemeleri konusunda varılacak
bir anlaşmayı korumak için, NATO kuvvetleri bulunması önerisinde bulunacak. Kıbrıs’ta
müstakbel bir çözümde NATO kuvvetlerinin de yer alması -ki güvenilir bilgilere
göre adadaki İngiliz Üsleri de dahil edilecek- konusundaki haberler, Kıbns’taki
İngiliz Yüksek Komiserliği’nin geçen hafta yaptığı açıklamalarla da kuvvet
kazanıyor.” (Kıbns. 20.6.1996)
Yine aynı günlerde haftalık Tharros gazetesi tarafından yayımlanan ve Kıbns
Türk tarafına %20 toprak öngören bir harita ile ilgili haberde, taksim
çizgisinin hangi köylerden geçeceği belirtilirken, “ABD üssü ve havaalanı
bulunmasından dolayı Lefkonuk (Geçitkale) için özel bir statü öngörüldüğü”
şeklinde bir ifade kullanılmaktaydı. (Yeni Demokrat. 11.6.1996)
Kıbns Rum
kesimindeki iktidar partisi DİSİ’nın Başkanı Yannakis Matsis’in Birlik
gazetesiyle yaptığı son söyleşide yer alan şu değerlendirme de çok anlamlıdır: “Evet,
geçmiş hatalar ve yabancıların çıkarları bizi bu üzücü duruma getirmiştir. 1960
dan sonra Kıbrıs NATO’nun bir parçası olsaydı, bu yaşanan acılar hiç
olmayacaktı. Bağlantısızlar blokunda olmasaydık ve NATO’da olsaydık bunlar
başımıza gelmezdi, bu kadar acılar yaşanmazdı. Bu benim inancımdır.” (29.6.1996)
Aynı Matsis, olası bir çözümde askersizleştirme, garantiler, Kıbrıs’ın bir
uluslararası güvenlik örgütüne girmesi gibi konular Avrupa Birliği İtalyan
Başkanlığı ile tartışılırken, AB’nin Kıbrıs için NATO garantisini gündeme
getiren bir öneri sunduğunu açıklamıştır. (11.1.1996)
DİSİ Lideri, ABD’de
verdiği bir konferansta da, ABD’nin Kıbns konusuna yaklaşımının stratejik
olduğunu ve Güneydoğu Akdeniz’de yeni bir jeostratejik askeri planlamanın gelişme
halinde olduğunu ve Kıbrıs’ın da bu planlama içinde olduğunu söylemiştir. (Kıbrıs.
26.1.1996)
EMPERYALİZMİN
ÇİFTE STANDARDI
Görüldüğü gibi, sözümona Yeni Dünya Düzeni’nde de Kıbrıs, yüzyıllardan
beridir sahip olduğu aynı jeostratejik konumu yüzünden zarar görmektedir.
Kuveyt’in 1990 da Irak tarafından işgali üzerine, Kıbrıs ile Kuveyt arasında
bir benzetme yapan Londra’daki Kıbrıs Rum Yüksek Komiseri Angelos Angelidis, “Kıbns
Cumhuriyeti’nin 30. Yılı” dolayısıyla yapılan bir toplantıda şöyle konuşmuştu:
“ABD Başkanı Bush ve İngiltere Başbakanı Thatcher gibi liderlerin, çiğnenen
ilkeleri savunma yönünde gösterdikleri çabukluk ve kararlılık cesaret
vericidir. Saldırıya uğrayan küçük devletler arasında ayırım yapılmamalıdır.
Petrol üreten ülkeye hangi gözle bakılıyorsa, portakal üreten ülkeye de o gözle
bakılmalıdır.” (Kıbrıs, 24.10.1990)
Fransa’nın ünlü Le Monde gazetesi ise 7.11.1990 tarihli başyazısında, Kıbrıs
Rum Cumhurbaşkanı Vasiliu’nun bir yanda Kıbrıs’ın ikiye bölünmüşlüğü ile
Almanya’nın bölünmüşlüğü arasında, diğer yanda da Körfez bunalımı ile Kıbrıs
arasında “haksız olmayan’” benzetmeler yaptığını aktararak, bu konuda şunları
yazmıştı:
“BM Güvenlik Konseyi, Bağdat’ın Kuveyt’i ilhakını oybirliğiyle mahkum eden
ve işgalci askerlerin çekilmesini talep eden kararlar alıyor. Bu kararlar
alınadursun, Kıbrıslı Rumlar gayet yerinde şu soruyu sorma durumundalar: BM
Güvenlik Konseyi üyeleri neden Kıbrıs konusunda da aynı kararlılığı
göstermiyor? Ankara’dan askerlerini ve adanın kuzeyinde yerleştirdiği sivilleri
geri çekmesini neden talep etmiyor?”
Le Monde, aynı yazıda Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine 60-80 bin arası asker
ve sivil yerleştirdiğini belirterek, Ankara’nın Kuzey Kıbrıs’tan çekilme niyeti
taşımadığını söylemekteydi. Gazete “Körfez krizi devam ettiği sürece çok
işlerine yarayan Türkiye’yle arayı açmaya ne Washington, ne de Londra hazır. Bu bunalım giderildikten sonra herkes Lübnan, Filistin,
hatta Kürt meselesini çözmekten söz edebiliyor, ama Kıbrıs’tan söz eden yok”
demekteydı. (aktaran Cumhuriyet. 8.11.1990)
Washington’daki Irak Büyükelçisi Maşad ise, NBC Televizyonu’ndaki bir programda şöyle
konuşmuştu: “BM kararına uymayan İsrail’i siz korudunuz. Panama’yı siz işgal
ettiniz. Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgal etmesini siz engellemediniz.” (Cumhuriyet,
9.1.1991)
EMPERYALİZM
TAKSİM EDİLMİŞ KIBRIS’TAN YANA
1974 yazından beri Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarının %37’lik bir kısmı
Türkiye’nin askeri denetimi altında tutulmakta, konuyla ilgili olarak BM Genel
Kurulu ve Güvenlik Konseyi tarafından alınmış olan çeşitli kararlar
uygulanmamaktadır. Kıbrıs’ın bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü
garanti etmiş olan Yunanistan, bir faşist darbe ile adanın içişlerine müdahale
etmiş, öteki garantör ülke Türkiye askeri müdahalede bulunarak, adanın kuzey
bölgesini denetimi altına almış ve buradaki demografik yapıyı Türkiye’den adaya
taşıdığı nüfusla değiştirmiştir. Üçüncü garantör İngiltere ise, bütün bu
olanlara seyirci kalmış ve sadece ada üzerindeki askeri üslerini düşünmektedir.
ABD, Kıbrıslı Türklerle Rumların birbirinden ayrılmış olmasından memnun
görünmektedir. İki bölgeli, iki toplumlu federal, ya da konfederal bir yapı
içinde yeniden bir araya gelmeleri halinde, sorunlar ortaya çıkacağına
inanmaktadır. Andrew
Borowiec’in yazdığı gibi “Kimse Ankara’ya gidip de
Türk generallere “Lütfen Kuzey Kıbrıs’taki iki tümen askerini geri çek”
demeyecektir. Böylesi bir çıkışın anlamı olmayacaktır. Çünkü Türk komutanlar
için Kıbrıs, Elenizmin içinde ona karşı stratejik bir köprü başıdır. Bu bakış
açışını değiştirmek için savaşa veya başka büyük bir alt-üst oluşa gerek
vardır.”(Cyprus Mail. 30.6.1996)
ABD’nin eski Dışişleri Bakan Yardımcılarından Richard Holbrook
da Time dergisine yazdığı bir makalede şöyle
demektedir:
“Bosna ile ilgili anlaşmadaki yeni mantık şöyledir: Dayton sözleşmesinin askersel düzenlemelerle ilgili maddelerinin uygulanmasındaki
üstün başarıya rağmen, bu anlaşmalar bizi tek ve birleşik bir Bosna’ya
götürmeyecektir. Daha çok, sadece savaşın yeniden başlamasını ertelemiş, ya da
en iyi olasılıkla taksime giden yolda bir ara aşama sağlamıştır. Anlaşmanın
askeri yanı için kendi kendimizi kutlamamız için vakit henüz erkendir. Öteki
bölünmüş ülkeler -örneğin Kore ve Kıbrıs- geçici ateş-kes hatlarının kalıcı
taksim çizgilerine dönüşmesine tanıklık etmektedirler.”
Holbrook, Bosna ile ilgili üç olasılıktan biri olarak da şunu yazmaktadır:
“İki varlık arasındaki sınır çizgisi”nin kalıcı bir bölünmeye dönüştüğü ve
herhangi merkezi bir hükümetin ortaya çıkmadığı silahlı bir barış, kısacası
taksim, yani Kıbns’ın veya iki Kore’nin statüsüne benzer birşey.” (aktaran Cyprus
Weekly,
17.5.1996)
SONUÇ
Yaşadığımız son birkaç onyıl içinde BM’nin. emperyalist güçlerden bağımsız
olarak herhangi bir soruna çözüm getirdiği görülmemiştir. Dünyaya da barışı
asla getiremez. Emperyalizmin kendisi, yenisi eskisinden daha korkunç olan “küçük”
savaşları ardısıra üretmektedir. Önde gelen kapitalist hükümetler ve onların
uyduları tarafından yönetilen BM, acı çeken halkların çıkarlarını asla
savunamaz.
Adamız jeostratejik konumu ve üzerindeki eski-yeni askeri üsler nedeniyle,
hala daha emperyalist ülkeler açısından önemini korumaktadır. İsrail-Türkiye-Ürdün
askeri anlaşması da dikkate değer bir gelişmedir. Bölünmüş adamızın demokratik
yoldan yeniden birleştirilmesi ve barış için verilecek olan mücadele, ancak Rum
ve Türk emekçilerinin birlikte verecekleri demokratik sosyalizm mücadelesi ile
mümkündür. Taksim çizgisinin her iki yanında kalan ilerici, demokrat ve sosyalist
güçlerin temas etmemesi için konan yasaklar, bu amacın gerçekleşmemesi içindir.
Temasına izin verilen Amerikancı çevrelerin kotarmaya çalıştığı “Amerikan Barışı’
ise, Kıbrıslı Türk ve Rum emekçilerin çıkarına olmayacaktır. Bölgemizdeki
güçler dengesinin de ilericilerden yana ağır basmaması nedeniyle, yakın
gelecekte Kıbrıs sorununa demokratik bir çözüm bulmak pek olası görünmemektedir.
(Kıbrıs’ta
Sosyalist Gerçek dergisi, Sayı:7, Ağustos 1996)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder