Kıbrıs Türk toplumunun yetiştirdiği önemli hukuk
adamlarından biri olan Mehmet Zekâ Bey (1903-1984), Lefkoşa’da ilk ve orta
öğrenimini tamamladıktan sonra, İstanbul ve Londra’da hukuk eğitimi gördü. 1930
yılında yapılan Kavanin (Yasama) Meclisi seçimlerinde Mağusa-İskele bölgesi
milletvekilliğini kazandı ve Meclis kapatılana kadar milletvekilliği yaptı.
Daha sonra, İngiliz Sömürge Yönetimi’nin oluşturduğu Meşveret (Danışma)
Meclisi’nin tek Türk üyesi olarak çalıştı. Serbest avukat ve 1940 yılından 1966
yılına kadar kamu görevinde hakim olarak görev yaptı. 1949’da Türk İşleri
Komisyonu Başkanlığına atandı. 1961 yılında Kıbrıs Cumhuriyetini temsilen
seçildiği Strazburg’taki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde ölene kadar hakimlik
görevinde bulundu.
Damadı hukukçu Oktay Feridun, Zekâ Bey’in hem
Türkler, hem de Rumlar tarafından sevilen, sayılan bir kişi olduğunu belirmekte
ve onunla ilgili şu anısını anlatmaktadır:
“1960-1963 arası Makarios’un da bulunduğu bir
partide Başsavcı Tornaridis ve daha hatırlayamadığım bazı ünlü Rumlar, Türkler
ve Zekâ Bey bir yerde toplanmış, konuşuyor ve şakalaşıyordu. Bir ara söz
seçimlere gelince Makarios espri yapmış ve demişti ki: “Ben seçimlerde bu
Ada’da yalnız bir kişinin beni mağlup edeceğinden korkarım. O da Zekâ’dır.
Çünkü ona tüm Türklere ilaveten Rumlar da oy verecektir.” (Başhakim Zekâ,
Anı-Yaşantı, Yayıma Hazırlayan: Harid Fedai, Lefkoşa, 2002, s.68)
DEVLET GÖREVİNDEN AYRILMAMIŞTI
Oktay Bey, şu önemli noktalara da dikkat
çekmektedir:
“Zekâ Bey ve diğer hakimlerin 1963 Aralık
hadiselerinden sonra Rum tarafında görevlerine devam etmeleri tamamen Anavatan
büyüklerimizin bilgisi ve direktifi altında ve yerli liderlik makamlarımızca da
uygun görülüp müsaade edilmiş ve bunlara istinaden yer almıştır. Bendeniz o
günlerde Cumhurbaşkanı Muavini Dr.Küçük’ün resmi sarayında da görevli idim ve
orda toplanan Genel Komite’de, Adli Komite Başkanı olarak da görev yapıyordum.
Rahmetli İnönü’nün “Eğer görevinizde kalmanızdan tek bir Türk bile
faydalanacaksa, görevinize devamınız gerekir” mesajını verdiğini hatırlarım.
Yine 1965 yazında Antalya’da iken bir gün Zekâ Bey sınıf arkadaşı, yanlış
hatırlamıyorsam Başbakan Hayri Ürgüplü ile telefonda konuşmuş ve Türk
Cemaatinin kendilerine (hakimlere) kötü gözle bakmaya başladığını söyleyerek,
artık Rum tarafındaki göreve gitmekten vazgeçmek istediklerini bildirmişti.
Sayın Hayri Ürgüplü ise konuyu Bakanlar Kurulu’na götüreceğini söylemişti.
Birkaç gün sonra şu mesajın gelmiş olduğunu hatırlıyorum: “Vazifeye devamınız
Bakanlar Kurulu’nca takarrür etmiştir.” Bu konuda bazı şahıs ve çevrelerce o
zaman yapılan suçlamaların yersizliği bu açıklamalarımdan aşikâr olmaktadır.
Zekâ Bey hiçbir zaman toplum menfaatlerini gözardı etmemiş, O’nun milli mücadelemize
de yardımı büyük olmuştur.” (agy, s.69)
Bilindiği gibi, Aralık 1963 olaylarından sonra
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devlet ve hükümet yapısından geri çekilen ayrılıkçı
Kıbrıs Türk liderliğine, 9 Mart 1964 tarihli bir mektup gönderen TC Başbakanı
İsmet İnönü şöyle demişti:
“Adada emniyetin tesisi için gerekli tedbirler
alınması ve bunlar alındıkça mümkün olan en kısa zamanda, Cumhurbaşkanı Muavini
ile Türk Bakanlardan başlamak üzere bütün Türklerin peyderpey devlet
teşkilatındaki vazifeleri başına dönerek, Kıbrıs Rumlarının menfi
faaliyetlerine karşı, devlet mekanizması dahilinde, anayasa ve kanun
yollarıyla, sebatla ve metanetle mücadele etmeleri milli davamızın başarısına
büyük ölçüde yardımcı olacaktır... Kıbrıslı kardeşlerimizin, Adada emniyet
teessüs edince, normal işleri başına dönmeleri, Kıbrıs meselesinin nihai hâl
şekli hakkındaki malum tezimizin terki manasına katiyyen tazammum
etmeyecektir...”
Rauf Denktaş ise “Hatıralar”ında bu öneriyle ilgili
olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“İnönü’nün mesajı liderlik arasında maneviyatın
daha da bozulmasına neden olur. “Bu şartlarda mücadeleye devamın ne yararı
vardır?” diyenler vardır.” (Cilt:1, s.174-175)
Denktaş, 1 Kasım 1964 tarihli notlarında da, ortak
devlet mekanizmasından ayrılarak zor koşullar altında yaşamaya zorlanan Kıbrıs
Türk toplumunun içindeki durumla ilgili
olarak şunları yazmaktadır:
“Halit Ali Rıza ve Berberoğlu geldiler. Uzun boylu
konuştuk. Söyledikleri: “Halk moral takviyesine muhtaç değildir. Duruma
alışkanlık hasıl olmuştur. Kapılar açılsa Kıbrıs’ta kalacak münevver pek
azdır. Elinde imkan olanlar Ada’yı terkedecekler. Netice’den herkes ümidini
kesmiştir. Ümidini kesmeyen ve “ergeç kazanacağız” diyen ve Teşkilatın
belkemiğini teşkil eden bir küçük zümre vardır. Bunların imanı ve inancı
sayesinde mücahitler ayakta durabilmektedir. Bunlar da ümidi kaybederse
cemaatin hâli dumandır...” (Cilt:1, s.588)
DENKTAŞ’IN “HATIRALAR”INDA ZEKÂ BEY
1963 olaylarından sonra Kıbrıs Türk enklavlarında
askeri ve sivil makamlar tarafından oluşturulan Genel Komite’nin üyeleri
arasında yer alan Zekâ Bey, ılımlı görüşleri ile tanınmaktaydı. Rauf R.Denktaş,
28 Temmuz 1964 tarihli “Hatıralar”ında şunları yazmaktadır:
“Zekâ Bey, (...) sonunu getiremeyeceğimiz
zorlayıcı tedbirler yerine (eğer çıkış olmayacaksa veya netice uzayacaksa) daha
ılımlı bir siyasetle Rumlara yaklaşarak baskıyı ve ezgiyi azaltma çareleri
aramamız icap ettiğine işaret etti.
Hariciyeciler, mes’elenin Kasım’a veya Aralık’a
kadar, belki de bir sene daha uzayabileceğinden bahsediyor – bundan ötesini
kimse kestiremiyor, kimse bir şey söylemiyor.
Dışişleri’nden ayrıldığımızda Zekâ Beyin morali
bozuldu. “Dışişleri Bakanı ile de görüştüm, kendisini çok sıkıştırdım. Çıkarma
yapmak niyetleri yoktur. Hâlâ daha diploması yolu ile bir hâl çaresi
arıyorlar. Halk bir ay daha dayanamaz diyoruz, halbuki bunlar Kasım’dan
Aralık’tan ve hatta bir sene beklemekten dem vuruyorlar. Halk perişandır;
tahammülün sonuna gelmiştir. Bunu anlayan yok. İnönü ile de görüşeceğim. Ona da
açık konuşacağım. Geri gittiğimde herkes benden kesin cevap bekliyor. Hakikati
söylemem lazım. Göç korkunç bir duruma geliyor. Ümit büsbütün kesilirse, adada
kimse kalmayacak. Rumun idaresinde kaç kişi yaşayabilir?” diyor. ” (Cilt:1,
s.430-431)
29 Temmuz 1964: (...) Denktaş’ın TC Dışişleri
yetkilisi Yavuz Aktulga’ya yazdığı mektuptan:
“Muhterem Yavuz Bey,
Dünkü toplantıdan sonra Zekâ Beyin morali çok
bozuldu. Bu ruh hâli içinde Kıbrıs’a döner ve Dr.Küçük ile diğer arkadaşlara ve
halka ümit kalmadığını beyan ederse müdafaa sistemimizde ve mücahitler üzerinde
şok tesiri yapacaktır. Bunun önlenmesi şarttır. Belki Başbakan ile yapacağı görüşmede moralini
yükseltecek birşeyler işitir.
Zekâ Beyin durduğu noktalar şunlardır:
1.Ada fiilen Yunan (veya Rum) işgali altındadır.
Etkili bir Türk müdafaası yoktur ve içinde bulunduğumuz şartlar altında olamaz
da.
2. İşgale uğramış bir memleketteki halk işgalin
acısını ve baskısını azaltmak için yumuşak önlemler alır; bizim yaptığımız
gibi işgal kuvvetlerinin dikine gitmez. Biz “hakkımızı alacağız” iddiası ile
hep dikine gidiyoruz; fakat bu hakkı alabilecek tedbirlere başvurmuyoruz.
(...)” (Cilt:1, s.435)
FUAT SAMİ’NİN YAZDIKLARI
Fuat Sami de “Hatıra Defteri”nin 25 Temmuz 1964
tarihli sayfasında, “Zekâ Bey’in Ankara ziyareti çok önemli” diyerek, Türkiye’yi
ziyaret etmekte olan Zekâ Bey’in Kıbrıs sorunu için yapılacak yeni bir
anlaşmada görüşmeci olacağını tahmin etmekteydi. (Yayıma Hazırlayan: Dr.Servet
Sami Dedeçay, Cilt:1, s.61)
Fuat Bey, 5 Ağustos 1964 günü ise şunları yazmış:
“Zekâ Bey, Ankara’daki danışma toplantısından
döndü. Kıbrıslı Türklere kaldı, gerekirse 4 hakim atamaları kabul edip
Mahkemelerde çalışmalı. Zekâ Bey Başhakimliği kabul ederse, siyasal çözüme de
katkıda bulunabilir. (Cilt:1, s.64)
Hakimlerin görevlerine devamı konusuyla ilgili
olarak Rauf Bey, 14 Eylül 1964 tarihinde şöyle yazıyor:
“Hakim Zekâ Bey bir müddetten beri İstanbul’da.
Murat Akıner’e “15’inde geri gidiyorum. Mahkeme Reisliğini kabul etmem için
Ankara’dan talimat aldım” demiş. Makarios’un Anayasa’ya aykırı olarak ihdas
ettiği mahkemelerde riyaseti Türk hakim yapacak! Halbuki Zekâ Bey Ağustos ayı
içinde burada iken kendisine bu mevkiyi kabul edemeyeceğine dair talimat
vermişlerdi. Zekâ Bey de Eylül’ün 15’ine kadar idare etsem fikrine saplanmıştı.
Bunu da cevaben olur denmişti. Şimdi 15’inden sonra vazifeye resmen başlamak
için bilgi verilmiş diye Lefkoşa’ya dönüyor. Hariciyeden Yavuz Aktulga Beyle
konuştum. Böyle bir talimat verilip verilmediğini sordum. “Verilmedi, Ağustos’taki
konuşma dışında bir şey olmadı” dedi.
Yarın akşam uçak alanına giderek Zekâ Beyle
konuşmamız lazım.” (Cilt:1, s.518-519)
Rauf Denktaş, Haluk Bayülken’e yazdığı 14 Ekim
1964 tarihli raporda da şöyle demektedir:
“Hakimlerimiz “muvakkat bir süre için” vazifeleri
başına gittiler. Böylelikle mahkemelerde çalışan Türk memur, mütercim, mukayyit
ve mübaşirler de vazifelerine dönmek zorunda kaldı. Türk hakimler mahkeme
huzuruna getirilen ve hükümete karşı ayaklanma ile veya buna mümasil suçlarla
suçlandırılan Türklerin davalarını görüyorlar ve görecekler...Ve yine bu
şekilde ve bu şartlar altında Türk memur ve polisleri vazifelerine döndükten
sonra, Makarios idaresi, propagandaları icabı, “Rum cemaatinden ayrı bir idare
-hatta coğrafi ayrılık esasına dayanan bir idare” davamızın ne olacağını
düşünmeniz icap eder...Vazifeye gidemeyen diğer memurların durumu ne olacak?
Bunların arasında şimdiden “hakimler vazifelerine gidiyor; bu, davaya zarar
getirmiyor da, bizim gitmemiz mi davaya zarar getirecek?” diyenler vardır.
Zamanla bunlar çoğalacaktır. Neticede, Makarios’un Türk mukavemetini kırmak
için hazırladığı oyuna geliyoruz ve 9 aylık mukavemetin manası kalmıyor.”
(Cilt:1, s.563 ve 564)
Kıbrıs Türk toplumunu hukuk dışı davranışlara
yönelten Rauf Bey, “Hatıralar”ında şunları da önermektedir:
“O halde biz Makarios’u tanımayacak tedbirleri
düşünmeli ve bunları en had safhasına çıkartmalıyız. Türkiye’nin de tasvibi ile
müstakil Türk Cumhuriyetini kurmalıyız... Buna rağmen şu veya bu sebepten Türklerin Makarios hükümetini tanımaları
ve bunların sayılarının gün geçtikçe artması beni ürkütüyor... Rum bölgesinde
kalan Türklerle irtibat var mı bilmiyorum. Eğer yoksa, “milli vazifelerinin
neler olduğu hakkında” Kıbrıs’ın Sesi radyosu vasıtasıyla direktifler
verilebilir. Cemaat olarak parolamız “Makarios hükümetini red ve inkâr” olmalı
ve bunun için geniş ölçüde propagandaya girişmeliyiz. Makarios hükümeti
meşru hükümet değildir. Onu tanımamak,
ona vergi vermemek, memurları ile işbirliği yapmamak her Türkün vazifesidir. Bu
hükümetin organlarına, vasıtalarına, binalarına karşı da sabotaj hareketlerine
girişmek bu vazifenin bir icabıdır.” (Cilt:2, s.29)
“Kıbrıslı Türklerin, her kasabada Rum semtinde
Anayasaya aykırı bir şekilde icrayı faaliyet eden mahkemelere başvurmalarını şimdiye
kadar önleyebilmiş bulunmaktayız. Fakat son günlerde Türkiye İş Bankası Lefkoşa
Şubesinin, bankaya borçlu bulunan ve kredi bakımından tehlikeli olan bazı
Rumlar aleyhine dava açmak tasavvurunda olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.”
(Cilt:2, s.172)
“Anayasaya aykırı olarak kurulan mahkemelerde
Türkiye’nin isteği üzerine Türk hakimler vazife görmektedirler. Hakim Zekâ Bey
de, en kıdemli hakim olarak, Baş hakim mevkiini işgal etmektedir.” (Cilt:2,
s.187)
“Kliridis’in şartlarını kabul ederek meclise
gidildiği takdirde Rum hükümetinin meşru bir hükümet olduğu bizce de tanınmış
olacaktır.” (Cilt:2, s.267)
“Rumlarla teşriki mesaiyi hattı asgariye
indirmeliyiz. Alış veriş dahil her türlü temas sıfır derecesine indirilmelidir. Bunu yapabilecek miyiz? Bilmiyorum. Stok yiyecek
ve diğer zaruri eşya mevcut mu? Bilmiyorum. “Hükümet”e müracaat ederek pasaport
alma, araba ruhsatı çıkartma gibi olaylar da durmalıdır...Ankara ile tam bir
işbirliği halinde bu planı yürütmeniz icap edecek. Hakimlerin vazifelerinden
çekilmesi bu planın bir safhasıdır.” (Cilt:2, s.277-278)
“Aleyhimize kullanılan ve kullanılacak olan diğer
konular şunlardır: Mağusa’da, Limasol’da Türklerle Rumlar bir arada
çalışmaktadırlar. Hakimler ve bazı memurlar (gümrük memurları ve mahkeme
memurlarından bazıları) Rumlarla işbirliği halindedirler. Bunlar Rumlarla
teşriki mesai ediyorlar da diğerleri niye etmiyor? Rum bölgesi denilen
yerlerde yaşayan on binlerce Türk Rum idaresinden memnundur vs.” (Cilt:2,
s.327)
Zekâ Bey, TC Dışişleri Bakanlığı Kıbrıs bölümü
sorumlusu Yavuz Aktulga’ya gönderdiği 12 Aralık 1964 tarihli ve “Kıbrıs’ta
mahkemelerin durumu” başlıklı yazısına şu notları eklemişti:
1.Mahkemelerde görevli Türk memurların,
mahkemelere dönmelerine Rum makamları müsaade etmiş ise de, bunlardan bir kaçı
vazifeye dönmüş, geride kalanların bir kısmı dönmek istememiş ve dönmek
isteyenlerin bir kısmına da Türkler tarafından dönme müsaadesi verilmemiştir.
2. Rum makamları mahkemelere gidecek olan avukat,
davalı, davacı ve tanıklar için yoklamaya tabi olmadan yol serbestisi
tanımıştır ve yalnız Baş Savcının müracaatı ile ve mahkeme tarafından verilecek
emir ile mahkemeye giden kimseler tevkif olunabilecekleredir.
3. Lefkoşa Türk semtinde yeniden mahkeme
açılmasına teşebbüs edildiği, fakat bir semere vermedi. Rum Adalet bakanı
hükümet otoritesinin tanınmadığı bir bölgede mahkeme açılmasına Kıbrıs
Hükümetinin muhalif olduğunu söyledi. Bu hususta daha esaslı teşebbüslere
ihtiyaç vardır. (...) (agy, s.156)
Zekâ Bey, hatıralarında
şöyle demektedir: “’940 yılından ‘966 yılına kadar mahkeme hakimliği yaptık ve
zaman zaman terfi ederek, nihayet ‘964’de Kıbrıs Başhakimliğini aldık. ‘966’da
durakladık, çünkü Türkler bu tarafta kalmamızı istedi. Gerçi İsmet Paşa’nın
yazılı emrine uyarak, ben, Başhakimliği bir müddet devam ettirdim. Fakat ondan
sonra, ‘ya bütün Kıbrıs’ın Başhakimi olurum veya Başhakimlikten çekilirim’
dendi ve bu hususta da İsmet Paşa’nın bütün tavsiyelerini ve önerilerini yerine
getirdim.” (agy, s.45)
Fuat Sami, Hatıra Defteri’nin 2. cildinin 16 Haziran 1966 tarihli
sayfasında, Hakim Zekâ Bey’in Kıbrıs Türk liderliği ile görüştüğünü ve bir gün
sonra (17 Haziran günü) görevinden istifa ettiğini kaydetmektedir. Cyprus Mail
gazetesi ise 18 Haziran 1966 tarihli nüshasında Zekâ Bey’in Başyargıçlıktan
istifa ettiğini duyurmaktaydı. Fuat Bey devamla şunları yazmaktadır:
“İnönü hükümetinin ahmaklıklar dönemi kapandı.
Kimse Zekâ’nın siyasiler elinde bir kukla olmasını beklemesin. Türk tarafı
1963’den beri yoksun olduğu kendi yargı hizmetini kurmak isteyecek.” (s.65)
Rauf Denktaş, yine
“Hatıralar”ında toplumun o günlerdeki durumunu şöyle yansıtmaktadır:
“Plümer ve Ramadan Cemil’in müşterek görüşleri şu:
“Cemaat birbirine düşmüştür. Lefkoşa’nın kapıları açılsa adayı terk edecek veya
Rum tarafında geçecek çoğu vardır. Hak, adalet yok, zorbaların idaresi var.
Doktor başlangıçta her şeyi askerlere teslim etti. Şimdi hiç bir yetkisi
yoktur.” (Cilt:2, s.336)
“Makarios’un Ankara Sefiri Ahmet Zaim “Zürih
anlaşmalarının sivri uçlarını bertaraf ederek Makarios’la uzlaşmak gerekir”
düşüncesini yabancı diplomatlara iletmekten geri kalmıyor. Birilerinin Ahmet
Zaim’i uyarması gerek.” (Cilt:3, s.257)
“Sayın Dırvana’nın tutumu bambaşkaydı. Rumların
hüsnüniyetine inanmıştı. Bize “Menderes’in macera politikasını takip etmeğe
meyyal emrivakiciler” diye bakıyordu... Dırvana’ya göre Cumhuriyet’in düşmanı
bizdik. Taksim yapmak için emrivakiler yapabilirdik, Türkiye’yi belaya
sokabilirdik vs.” (Cilt:3, s.371-372)
“Bu gün genel komite kadrosundan bir şey
beklemek hayaldir. Orada çok kıymetli, eskiden beri bu dava için mücadele eden
arkadaşlar olmakla beraber, taviz politikası zihniyetinin öncülüğünü yapan,
ileride Rumlar ile bir arada yaşayacağız düşüncesiyle, davranışlarını ona göre
ayarlayan arkadaşlar maalesef çoğunluktadır.” (Cilt:4, s.16)
“Cemal Müftüzade’den Rauf Denktaş’a mektuptan:
“Şimdilik söyleyemeyeceğim çok şeyler vardır. Hazırlamış olduğum hatıratım
neşredildiğinde (dava hayırlı bir neticeye vardığında neşri mümkün ve caiz
olabilir) çok şeylere daha vakıf olacaksınız. Kendimden ziyade zavallı
Cemaata acımaktayım. Cemaat ne dertte, baştakiler ne dertte!” (Cilt:4,
s.206)
23 Ocak 1968 : “M.Zekâ, Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı
için aday olacak. Dr.Küçük ve çevresi yeteneksiz.” (Cilt:3, s.14)
24 Ocak 1968: “Dr.Küçük, Halkın Sesi’nde
hoşlanmadığını açıkladı (s.15)
27 Ocak 1968: “Zekâ adaylığını koymayacağını
açıkladı.” (Cilt:3, s.15)
14 Şubat 1968: “Halkın Sesi gazetesi, M. Zekâ’nın geçen Pazar Agon gazetesine
verdiği demeçte, Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumların işbirliğinin
gerekliliğini söylemesine saldırdı. Onu Rum yanlısı olarak suçladı.
23 Şubat 1968 : “Zekâ Ankara’dan döndü. İlter
Türkmen ile görüşerek ona çözümle ilgili görüşlerini vermiş. TC Dışişleri
Bakanı ona karşı iyi davranmamış. (s.26)
O dönem Kıbrıs’ta görev yapmakta olan Ercüment
Yavuzalp’in “Kıbrıs Yangınında Büyükelçilik” adlı hatıra kitabında (Ankara
1993, s.133-143) Zekâ Bey’in Kıbrıs Cumhurbaşkanı Yardımcılığı için aday
olması konusu ile ilgili olarak şunları
yazmaktadır:
“Kendisini ismen tanımakla beraber, adaylık konusu
ortaya çıkıncaya kadar Zekâ Beyle karşılaşmamıştım. Bununla beraber, Ada
genelinde saygın bir şöhreti olduğunu biliyordum.
Rum gazetelerinde haberi gördükten sonra, bu
adaylık işinin nereden çıktığını araştırdık. Tahmin ettiğimiz gibi, ortaya
çıkan fırsatı, başta Zekâ Beyin damadı ve Denktaş’ın yokluğunda cemaat
başkanlığına vekalet eden Şemsi Kâzım olmak üzere, Küçük’le hesaplaşma peşinde
olan muhalifleri değerlendirmek istemişler. Bunlar, Küçük’ün karşısında olan
bazı mücahit bölük komutanları ile birtakım dernek yöneticilerini de yanlarına
alarak Zekâ Beyi bu işe ikna etmişler. Bunların, Küçük’ün, uzun yıllar iş
başında olmasından kaynaklanan yıpranması yanında, kendine has mücadele
yöntemleri dolayısıyla da karşıtlarının sayısının gittikçe arttığı, mevcut
ortamda seçimin Küçük’ün bertaraf edilmesi için çok iyi bir fırsat yarattığı
sonucuna varmış oldukları anlaşılmaktaydı.” (s.137)
Ercüment Bey devamla, anormal koşulları öne
sürerek, demokratik kuralların işlemesinin “sakınca”larına değinmekte ve Zekâ
Bey’i büyükelçiliğe çağırarak, onun Dr.Küçük karşısında Kıbrıs Cumhurbaşkanı
Yardımcılığı için aday olmaktan vazgeçirmek için iknaya çalıştığını
anlatmaktadır:
“Davetime hemen icabet etmekle beraber, bu işten
pek memnun olmadığı yüzündeki ifadeden anlaşılıyordu. (....) “Gururlu bir insan
olan Zekâ Bey, tebligattan ziyade bir tür ikna etme şeklindeki bu sözlerimden
sonra, başlangıçtaki gergin havadan kurtuldu ve benimle daha rahat konuşmaya
başladı. Hiçbir siyasi ihtirasının olmadığını, bazı meslek teşekkülleri
yöneticileri ve bazı mücahit komutanlarının kendisine gelerek adaylığını
koymasını istediklerini, bunun milli bir görev olduğunu söyleyerek ısrarlı
davrandıklarını, bu durumda istekleri geri çeviremeyerek aday olmayı mecburen
kabul ettiğini söyledi. “Ancak, Türkiye Hükümeti istemezse, Anavatan uygun
görmedi der çekilirim” diye ilave etti.
Zekâ Beye, “Anavatan uygun görmedi, onun için
adaylıktan çekiliyorum” şeklinde bir beyanatın Rumlara propaganda alanında
istismar edecekleri bir malzeme vereceğini, ayrıca Türkiye’nin adaylar arasında
ayrım yaptığı izlenimi yaratacağını, oysa böyle bir şeyin söz konusu
olmadığını, bizim çabamızın, bu seçimin herhangi bir olaya meydan vermeden ve
toplumumuzda gereksiz ve zararlı çatışmalara yol açmadan yapılmasını sağlamak
olduğunu söyledim. Bu koşullarda en iyi hareket tarzının, “Çok adaylı seçimin,
bu aşamada toplumumuz için zararlı olacağı kanaatine vardım. Bu nedenle
adaylıktan vazgeçiyorum” şeklinde bir demeç vermek olacağını düşündüğümü ifade
ettim.
Zekâ Bey, “Ben hiçbir neden göstermeden
çekilirsem, olaylar çıkar” dedi. Görüşmeden edindiğim izlenim, Zekâ Beyin, bir
kere vermiş olduğu sözden dönmekte güçlük çekmekte olduğu, ancak, kendisi ile
saygılı, fakat tutumumuzun kesin olduğunu açıklıkla belirten bir üslupla
yaptığım konuşmadan sonra, bu işin kendisine söylenildiği kadar basit ve kolay
bir iş olmayacağını anlamaya başladığı şeklinde idi. Kendisini kırmamaya özen
göstererek, toplum yararını neden göstererek çekilmesinin en iyi yol olacağı
hususundaki görüşümüzde ısrar ettim. Bunun üzerine, “Bana iki gün müsaade edin.
Düşünüp, size kararımı bildireyim” dedim.
Herhalde, benden ayrıldıktan sonra, adaylığını
koymasını isteyenlerle istişare etmeye gitti. Bu arada, Ankara’ya gidip,
hükümetle konuyu bizzat görüşeceği yolunda haberler çıktı. Böyle bir şeyin,
kendisini bu işe itenler tarafından önerilmiş olması ihtimal dahilindedir.
İkinci adayın ortaya çıkması haberinden zaten çok
rahatsız olmuş bulunan Dr. Fazıl Küçük, Zekâ Beyin Ankara’ya gideceği haberi
üzerine daha da telaşlandı ve Ankara’ya iletmem için bana bir mesaj
getirdi.
Mesajda, çok adaylı bir seçimin topluma getireceği
zararlar ayrıntılı bir şekilde vurgulanıyor, mevcut koşullarda eşit bir
kampanya sürdürülemeyeceği söyleniyor, sonunda da eğer bir kampanya yapılmak
durumu olursa bütün kirli çamaşırları ortaya dökmek zorunluluğunun ortaya
çıkacağı ilave ediliyordu. Satırların arasında, eğer çok adaylı bir seçim
yapılır ve kampanya yürütmek gerekirse, açıklanmasında sakınca bulunacak bazı
hususlara değinmek zorunluluğu benim için kaçınılmaz olacaktır mesajı mevcuttu.
Gerek oldu bitti şeklinde bir ikinci adayın ortaya çıkarılması, gerek telaşa
kapılıp böyle bir davranışa girmesi, maalesef, mücadelenin bu aşamasında
toplumdan beklediğimiz sorumluluk duygusu ile bağdaşmıyordu.
Zekâ Beyin adaylığı yönündeki cereyan, onun bu iş
için uygun görülmesinden çok, Küçük’ün bertaraf edilmesine yönelik istekten
kaynaklandığı için, bu konuda Küçük’ün ortada dolaşması, sorunun çözümüne katkı
yapacak nitelikte değildi. Kaldı ki biz, Türkiye olarak, Küçük’ünkünden daha
geniş bir amaç çerçevesinde, yani toplumun mücadele gücü ve birliğinin zarar
görmesini önlemek amacı ile, seçimin tek adaylı olarak yapılmasını istiyorduk.
Buna rağmen mesajı Ankara’ya gönderdim.” (s.139-141)
Rauf Denktaş ise “Hatıralar”ının 1968 yılını
kapsayan 5. cildinde yer alan ve 26 Ocak 1968 tarihli notlarında, konuyla
ilgili olarak şunları yazmakta ve Zekâ Bey’in adaylığının perde gerisinde
yatanları kendince şöyle yorumlamaktadır:
“Hakim Zekâ Beyin birdenbire Dr.Küçük’ün karşısına
ve “Denktaş’la işbirliği yapabilecek kişi” olarak çıkarılması teşebbüsü
tesadüfi değildir. İçte askeri liderlik ile Dr.Küçük arasında devam edegelen
bir uyuşmazlık vardır. Mücahitlerin büyük bir kısmı askeri lidere bağlıdır.
Askeri lider, taviz vermemek ve verdirtmemek için Ankara’nın hoşuna gitmeyen
kararlar almakta, Lefkoşa’daki TC Büyükelçiliği ile de ters düşmektedir.
Alay Komutanlığı da Büyükelçiye dayanıp askeri liderin aleyhine cephe aldıktan
sonra işler daha da kızışacaktır. Askeri liderlik Cemaat Meclisi Başkan Vekili
Dr.Şemsi Kâzım’la işbirliği içindedir. Dr.Şemsi Kâzım, Doktor Küçük’e karşı
aday yapılmak istenen Hakim Zekâ Beyin damadıdır. Askeri kanat Dr.Küçük’ün
Halkın Sesi kanalı ile başlatılan saldırılarına karşılık “Zafer” gazetesinin
yayınlanmasını sağlar. “Zafer” gazetesi Doktor Küçük’e saldırılarında Denktaş
yanlısı bir çizgidedir. Bundan da güdülen gaye, Doktor Küçük’ün safında
olanları “Zaferciler” veya “Denktaşçılar” diye adlandırılan, fakat esasta
“Askeri kanat” anlamına gelen “milliyetçi, tavizden yana olmayan” kanada
çekmektir. Bu gelişmeler tabiatıyle Dr.Küçük’ü bana karşı etkilemekte ve
Cemaat’ta büyük bir huzursuzluğa neden olmaktadır. Cemaat sevdiği ve saydığı
Dr.Küçük’le, güvendiği, yetenekli, fedakar bir asker komutan (Kenan Coygun)
arasındaki gerginlikten etkilenmekte, yumruk gibi olması gereken Cephe’de
ayrılıklar genişlemektedir. “Zafer” gazetesinin Hakim Zekâ Beyin adaylığı ile
ilgili yazısı bu açıdan değerlendirilmelidir. Hakim Zekâ Beyin adaylığını
koyduğu takdirde ulusal davamızın giderilmesi mümkün olmayan yaralar alacağı
inancındayım. Bu görüşümü askeri lidere, Dr.Şemsi Kâzım’a, Kutlu Adalı’ya,
Fazıl Plümer’le Dr.Niyazi Manyera’ya ve Zekâ Beye duyuruyorum. “Zafer”
gazetesinden benim adımı kullanarak Dr.Küçük’ün karşısına çıkılmamasını bir kez
daha istiyorum.” (s.65)
Ercüment Yavuzalp’in anlattıklarından devam
edelim:
“Zekâ Beyle görüştükten bir gün sonra, o sırada
New York’ta bulunan Denktaş, Osman Örek’le ortak bir bildiri yayınlayıp, bunu
Lefkoşe’ye gönderdiler. Bildiride, kısaca, içinde bulunulan durum ve çok ciddi
tehlikeler karşısında, şahsiyet yarışması veya şahsi politika güdülmesine ne
zaman, ne de zeminin kesinlikle müsait olmadığı, bu konuda Sayın Dr.Fazıl Küçük
dışında aday olarak isimleri duyulan diğer şahısların ve davaya inanan bütün
cemaat mensuplarının da aynı düşünceyle hareket edeceklerine inanmakta
oldukları ifade ediliyordu.
Hem Türkiye, hem de Denktaş’ın tutumu böyle
olunca, Zekâ Bey’in ısrarlı olmasına imkan kalmadığı belli oldu. Zannediyorum,
Zekâ Bey bu işe, söylediği gibi siyasi bir ihtirası tatmin için değil, kişisel
intikam peşinde olanların kendisine ilettikleri yanlış bir değerlendirmeye
dayanarak, sırf topluma yardım ediyor inancı ile girmişti. Yaşlı ve
tecrübeli bir kimse olarak, bundan sonra Zekâ Bey için sorun, kişiliği
yaralanmaksızın bu işten sıyrılmaktı. Biz ona yardımcı olduk.
Zekâ Bey, kendisi ile görüşmemden iki gün sonra beni
görmeye geldi. Dr.Fazıl Küçük’ün siyasi koşullar imkan verdiği an, normal seçimler
için fırsat sağlayacağına dair beyanat vermesi halinde adaylıktan çekileceğini
söyledi.
Karşılıklı beyanatlar üzerine, bir yandan Küçük,
diğer yandan Ankara ile devamlı temasta bulunarak çalıştık. Sonunda aşağıdaki
metinler üzerinde mutabakata vardık.” (...) “22 Ocakta Zekâ Beyin
adaylığının ortaya atılması ile ortaya çıkan adaylık bunalımı, dört gün süren
geceli gündüzlü çabalar sonucunda bu şekilde çözülmüş oluyordu.
Mevcut yasaya göre 15 Şubata kadar yeni aday
çıkmadığı ve bu durum tespit olunduktan sonra geçen 6 saat içinde de Dr.Fazıl
Küçük’ün adaylığına karşı bir itiraz yapılmadığı için kendisi seçim tarihi olan
25 Şubat beklenilmeden, cumhurbaşkanı yardımcısı olarak seçilmiş sayıldı.”
(agy, s.142)
OKTAY FERİDUN GERÇEKLERİ ANLATIYOR
“Seçimler arifesinde Strazburg’dan döndüğü gece
genç mücahit komutanlarından birkaçı Zekâ Bey’in evine gelmişler ve Zekâ
Bey’den Cumhurbaşkanlığı Muavinliğine namzetliğini koymasını ısrarla talep
etmişlerdi. Bunları destekleyenler arasında K.T.Alayı Komutanı Merhum Fazıl
Polat Paşa, Lefkoşa Sancaktarlığı, hemen hemen bütün mücahit komutanları, eski
TMT mensupları, Türk Cemaat Meclisi üyeleri, belli başlı kulüp ve dernek
yöneticileri, Çiftçiler Birliği ve köy muhtarları da vardı. Mücahit komutanları
taleplerinde ısrar ediyorlardı. Zekâ Bey onlara hitaben tatlı ve kibar bir
üslupla politikaya karışmak istemediğini ve böyle bir zamanda diğer namzetlerle
meydanlarda karşı karşıya gelmek gibi bir niyeti bulunmadığını ısrarla ileri
sürmüş, özür dilemiş, “biz nasıl silahlarımızla cephede görev yapıyorsak, siz
de bu görevi kabul etmelisiniz!” diyerek, onu adeta ikna yoluyle de olsa kabule
zorlamışlardı. Zekâ Bey bu durumda kabul etmekten başka çare görmemişti.
(Bundan sonra da mücahitler evin etrafına gözlemciler koymuşlar, her ihtimale
karşı Zekâ Bey’in evine girip çıkanları kontrol ediyorlardı.) Ben o zaman
Başsavcı idim ve ilaveten Dr.Küçük’ün maiyetinde genel Komite’de de görevli
idim. Seçim propagandaları başladıktan birkaç gün sonra Sayın Büyükelçi
Ercüment Yavuzalp beni aradı ve Zekâ Bey’i sordu. Onu bulup gece belli bir
satte (hatırlamıyorum) Büyükelçilik binasına gitmemizi istedi. Benim de orda
hazır olmamı isteyip istemediğini sorduğumda, bana “evet, sen de gel” dedi.
Zekâ Bey’le belirtilen saatte Elçilik Binasına gittik. Sayın Yavuzalp ve
Teşkilat Başkanı bir odada ikisi oturuyorlardı. Ben ise “kalayım mı?” diye
sorduğumda bana “evet, sen de kal!” dediler ve oturduk. Derhal konuya girdiler
ve kendilerinden yaşlı saygın birine hiç de yakıştırılamayacak üslup, ton ve
öfke ile Zekâ Bey’den adaylığını derhal geri çekmesini istediler. Zekâ Bey
kendilerine durumunu izaha çalıştı. Mücahit gençleri ve kendini destekleyenleri
kırmak istemediğini, fakat madem ki kendileri öyle istiyorlardı, onların
gönlünü almak için kendilerine “Anavatanımızın bu kritik zamanlarda toplumu
seçime götürmenin uygun olmayacağını” izah etmesi için vakit verip müsaade
etmelerini önermiş, rica etmiş, fakat onlar öfkeli tutumlarına devamla
“hayır, sen gidip kendin vazgeçtiğini söyleyeceksin, Anavatan her türlü
belanızı çeker, bunu da mı ona yükleteceksiniz? “ mahiyetinde sözler söylemeyi
sürdürmüşler ve geç saatlere kadar bizi orda tutmuşlardı. Bu olayın yer
aldığı aynı gece, Kemal Rüstem Bey’in de kokteyili vardı. Ben ve Zekâ Bey de
davetliydik. Fazıl Polat Paşa eşimden ne için gelemediğimizi öğrenince
hiddetlenmiş ve “niye oraya gittiler, gitmemeliydiler!” gibi öfkeli sözler
söylemiş ve çok sinirlenmişti. Zekâ Bey, daha sonra Anavatan’ın içinde
bulunulan şartlardan dolayı bir seçim yapılmasına taraftar olmadığını
Türkiye’deki yetkililerden öğrenmesi üzerine daha demokratik bir ortam
oluşuncaya kadar adaylığını geri çektiğini açıklayacaktı.” (Başhakim Zekâ Bey,
Lefkoşa 2002, s.70-71)
KUTLU ADALI’NIN TANIKLIĞI
Kutlu Adalı, Yeni Düzen gazetesindeki köşesinde çıkan
“Dikenli Yol” adlı 9 yazılık dizisinde (Yaseminlerimi Geri Verin, Lefkoşa
(1999), s.69-117) Zekâ Bey’e yapılanlara da değinmiş ve Ercüment Yavuzalp’ın
olayları anlatış şeklini eleştirerek şunları yazmıştı:
“Zekâ Bey’in aday olmayı kabul etmesi, Kıbrıs Türk
toplumu ve Rum tarafında bomba gibi patlamıştı. Olay Türkiye’de ve dünyada
yankılar uyandırmıştı. Dr.Küçük adaylığını koymamayı bile düşünmüş, bunu
çevresine söylemişti. Yerli ve yabancı basın mensupları Zekâ Bey’in evine akın
etmişti. Tanıdığı dünya çapındaki hukukçular ve politikacılar, başarı mesajları
yollamaya başlamışlardı. Rumlar ise hem memnun, hem de tedirgindiler. Kimi
çevreler telaş ve korkuya kapılıyor, kimisi de yeni taktikler uygulamayı
tasarlıyordu. Rumlara göre Zekâ Bey, birdenbire ortaya çıkmış, ya da çıkarılmış
bir kimsedir.
Bunca zamandır ortada görülmüyordu. Politik geçmişi olmayan bir insanın
adaylığını koymasının altında yeni bir Türk taktiği yatabilirdi...
Dr.Küçük cephesinde ise Denktaş’ı istemeyenler,
Zekâ Beyin adaylığı karşısında birdenbire Denktaşçı oldular ve Ankara’da
sürgünde, av partilerinde zevkli yaşam süren bir kişi olarak eleştirdikleri
Denktaş’a sarıldılar. Ta New York’a kadar mesajlar yolladılar! O sırada
Denktaş, New York’tadır. Zekâ Bey doğa aşığı bir kişiydi. Köyden, halktan,
topraktan hiç korkmamıştı. Hangi görevde, hangi mevkide bulunursa bulunsun köyü
Bladanisso’ya sık sık gider, tarlasında, bahçesinde uğraşır, köylülerle
birlikte çalışır, sade ama gerçek bir yaşamın tadını doğayla haşır neşir
olmakla bulurdu. Adaylık kararını verdikten sonra birkaç gün düşünmek için
köyüne gider. Çalışma programını sakin kafayla orada çizmeye çalışır. Ne var
ki, döndüğünde kendisini kötü bir sürpriz beklemektedir. Bu arada TC Lefkoşa
Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Ercüment Yavuzalp ve Bayraktar harekete geçmiş,
Dr.Küçük lehine Ankara’ya mesajlar gönderilmiş, hiç kuşkusuz Ankara’dan da bu
yolda mesajlar daha önce Elçiliğe iletilmişti. Onlar bu hareketi ve seçimleri
demokrasi açısından değil, milli dava, birlik ve beraberlik açısından
görüyorlar, ırmaktan geçerken at değiştirmek istemiyorlardı. Bu nedenle köyden
Lefkoşa’ya dönen Zekâ Beyi hiç de nazikane olmayan davranışlarıyla
Büyükelçiliğe çağırırlar. Elçilikten Zekâ Beyin damadı Başsavcı Oktay Feridun
Beye telefon gelir: Zekâ Beyin Elçiliğe gelmesini istiyoruz. Kayınpederini
acele al da gel!”
Zekâ Bey, gerçekten damadı Oktay Feridun Beyi de
yanına alarak Elçiliğe gider. Oktay Beyin hukukçu, avukat ve başsavcı olduğu,
yüksek görevler yaptığı, çok saygın, dürüst bir kişi olduğu bilindiği halde
Elçiliğe böyle nezaket kurallarına uygun düşmeyen biçimde çağrılması üzüntü
yaratır. Zaten Ercüment Yavuzalp’in pek çok önyargılı ve eksiklerle dolu, taraf
tutan “Kıbrıs Yangınında Büyükelçilik adlı 1993 yayımı anılarında bu durum
fazlasıyla sezilmektedir. (...)
Ercüment Yavuzalp ve Bayraktar Yardımcısı Erdinç
Bey nazik olmayan biçimde, gece yarısı, uygunsuz bir zamanda ve saatte Zekâ
Beyi ve damadı, zamanın başsavcısı Oktay Feridun Beyi tam bir diktatörce
huzuruna çağırıp, hakaretamiz baskılarda bulunur, adaylığını geri çekmeye
zorlar. Zekâ Bey olgun, onurlu
bir kişilikte, halkın bütün kesimlerinin kendisini göreve çağırmasıyla, bu
şerefli görevi üstlendiği, bir vatandaş olarak halkına borcu olduğunu, bu milli
görevden kaçmasının doğru olmayacağını, huzursuz olan halkın umutlarını
kıramayacağını, onları bir kaosun içine atamayacağı, insan haklarını,
demokratik kuralları anlatırsa da karşısındaki diktatör görevliler sert sözler
ve davranışlarla Zekâ Beyin direncini kırmaya çalışırlar.
Zekâ Beye bütün söyledikleri şudur: Birlik
beraberlik bozulacak. Kıbrıs Türkleri parçalanacak. Mücadele gücü zayıflayacak.
Dava yara alacak. Rumların ekmeğine yağ sürülecek. Rumların seçime gitmelerinin
amacı, aslında Cumhurbaşkanı Muavinliği makamını hukuken ortadan kaldırmak
içindir. Dr.Küçük seçilmezse, bu iş bitmiş olacaktır. Seçim normal bir zamanda
yapılmış olsa haklısınız. Toplum bu aşamada bir seçim kargaşası yaşayamaz. Bu
nedenlerle tek adayla, Dr.Küçük ile seçimlere gidilmesi uygun
görülmektedir.(...)
Saatler gece yarısını çoktan geçmiştir. Zekâ Bey
hiç de nazik olmayan söz ve davranışlarla, bir suçlu gibi Elçilikte baskı
altında, hem de Başsavcı olan damadının gözleri önünde adaylıktan
vazgeçirilmeye zorlanmaktadır.
Yavuzalp istemektedir ki, Zekâ Bey şöyle bir
açıklama yapsın:
“Çok adaylı seçimin, bu aşamada toplumumuz için
zararlı olacağı kanaatine vardım. Bu nedenle adaylıktan vazgeçiyorum.” Zekâ Bey
hukuk adamıdır, buna yanaşmaz. Bir elçinin görevinin böyle baskılar olmadığını
da bilir. Çok sevdiği Anavatanın elçisinin bu duruma düşmesinden, ya da
düşürülmesinden derin üzüntü duyar. Davranışları, konuşması, uslubu diplomatik
kuralların dışına çıkmış bir elçinin, diktatörce çırpınışlarına dayanamaz. Bu
basitlik karşısında Zekâ Bey şöyle der: “Bana iki gün müsaade edin. Düşünüp
size kararımı bildireyim.”
Zekâ Bey ve damatlarıyla ertesi gün bizzat
konuştum ve Zafer gazetesi için flaş bir haber çıkarmaya çalıştım. Yazılmamak
koşuluyla Yavuzalp ile yaptığı konuşmaları öğrendim. Bana herhangi bir demeç
vermedi, ancak temaslarına devam edeceğini söylemekle yetindi. Ve “Sabredin,
birkaç güne kadar bazı açıklamalarda bulunacağım” dedi.
Salih Çelebioğlu ile birlikte 27 Ocak 1968,
Cumartesi gününün Zafer gazetesini bağlamış, baskıya vermek üzereydik ki, Zekâ
Bey ile Dr.Küçük’ün açıklamaları geldi. Baskıyı hemen durdurduk. “Son Dakika:
Seçim yok. Karar dün akşam geç saatlerde açıklandı” başlığı altında yazılan
açıklamaları yayınladık. Dr.Küçük’ün ise kendi gazetesi Halkın Sesi’nde bir gün
önce (26 Ocak 1968) New York’ta bulunan ve kendisini destekleyen Denktaş ile
Osman Örek’in ortaklaşa yaptıkları “Vatan, millet, Sakarya, birlik, beraberlik”
havalarında ve Dr.Küçük’ten sonra sırada biz varız anlamında verdikleri uzun
bir demeci manşetten yayımlamıştı. Bu demecin arkasında yine Ercüment Yavuzalp
ile Ankara vardı. (Anılarında gizlemiyor.)
Denktaş sürgünden geldiğinde kendisine sordum:
“Tam, Dr.Küçük halkın oylarıyla düşürülüyordu, nereden icap etti de lehine ta
New York’tan demeç yolladınız?”
Denktaş’ın yanıtı şu olmuştu: “Ansızın
Ankara’dan bir mesaj geldi. Dr.Küçük tehlikede. Seçilme şansı hiç yok. Osman
Örek ile durumu değerlendirdik, mesajı yolladık!”
Bu olaylar, bu açıklamalar, bu mesajlar, bu
baskılar gösteriyordu ki, mevcut ekip dışında Kıbrıs Türklerine seçme ve
seçilme hakkı yoktu.” (agy, s.97-102)
“Zekâ Beyin adaylığı ve yapılan baskılar aslında
utanç verici yüzkarası bir davranıştır. Düşünebiliyor musunuz, Zekâ Bey Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’ne seçilmiş bir yargıçtır. Yapılan baskı sırasında
yanında bulunan da damadı Başsavcı Oktay Feridun Beydir. Böyle olduğu halde
Ercüment Yavuzalp “Kıbrıs Yangınında Büyükelçilik” adlı kitabında, 1984’te
ölmüş olan Zekâ Beyi, 1993 yılında eksik ve yanlış bilgilerle kötülemektedir.
Üstelik Elçi iken yaptığı baskıları normal bir davranışmış gibi övünerek
anlatıyor. Sanki de Türkiye’nin Kıbrıs’ta yabancı elçiliğini yapmıyor,
Türkiye’yi temsil etmiyor, olağanüstü yetkilere sahip Şırnak Valisi gibi
davranıyor. Oturup demokratik seçimleri savunacağına, Ankara’yı ikna edeceğine,
demokrasi isteyen halka ve adaylara baskı yapıyor, onları adaylıktan
vazgeçirmeye çalışıyor, seçimlere gidilmemesi için uğraşıyor. Belki de bu
yüzden olacak, daha sonraki günlerde Denktaş için yapılan protesto mitinginde,
bir grup tarafından Elçilik binasında taşlanacaktır. Kimbilir belki de taşlanan
ilk ve son TC Büyükelçisi olacaktır.” (agy, s.104-105)
İşte bu ülkenin demokrat
bir hukukçusuna bile, yukarıda anlatılan olaylar yaşatılabilmiştir. Gerisini
düşünmek sayın okuyucunun hayal gücüne bırakılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder