19 Ağustos 2015 Çarşamba

15-20 TEMMUZ’UN 13. YILINDA KIBRIS SORUNU VE ULUSLARARASI KONFERANS ÖNERİSİ

Sovyetler Birliği bilindiği gibi, daha 1960’lı yıllardan başlayarak, Kıbrıs sorununda ilkeli bir politika izlemiş ve bulunacak çözümün, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü koruyacak ve adada yaşayan iki ulusal toplumun meşru haklarına halel getirmeyecek esaslara dayanılmasını istemiştir.

Kıbrıs sorununu görüşmek üzere 19 Şubat 1964’de toplanan BM Güvenlik Konseyi’nde konuşan Sovyet delegesi Fedorenko, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran Zürih ve Londra Andlaşmalarının Kıbrıs’ın bilgisi olmadan, zorla kabul ettirilerek meydana getirildiğini, bundan amacın da ileride NATO devletlerine sürekli olarak Kıbrıs’ın içişlerine karışmak olduğunu söyleyerek, şu görüşleri dile getirmiştir: “Kıbrıs’a yabancı asker gönderilmesi hususundaki bütün bu çeşitli planların yalnız bir amacı olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Bu da, askeri bloklara bağlanmama siyasetini güden Kıbrıs Cumhuriyeti’nin NATO kuvvetleri tarafından de-facto askeri kontrolü altına sokulmasıdır.”

O günlerde bu hedef doğrultusunda gerek Türk, gerekse Rum toplumu arasında gizli faaliyetlerini sürdüren faşist unsurlar, toplumlararası kanlı saldırıları düzenlerken, Kıbrıs Türk liderliği de karma köylerde yaşayan Türkleri başka yerlere naklederek, de-facto bir taksim planı uygulamaktaydı.

Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı düzenlenen 1974 yılındaki 15 Temmuz darbesi ile bunu izleyen Türkiye’nin askeri müdahalesi sırasında olanlar da, 1964 yılındaki mizansenin bir başka benzeriydi. Bu kez hem nüfus aktarması ile taksim gerçekleşiyor, hem de bu de-facto durumu sürdürmek için, adanın yüzde 36’lık kuzey bölümünde on binlerce Türk askeri ile Türkiyeli göçmen iskân ediliyordu.

1981 yılına kadar Kıbrıs hükümetinin sözcülüğünü yapmış ve Makarios’un en yakın çalışma arkadaşlarından olan Miltiadis Hristodulu, Kıbrıs’ın Rum kesiminde yayımlanan Agon gazetesinde 18 Nisan 1987 günü çıkan bir röportajında şu açıklamayı yapıyordu:

“Cuntanın darbesinin arifesinde genişletilmiş toplumlararası görüşmelerde bir anlaşmaya hemen hemen varılmıştı. O zamana kadar çözümsüz kalan tek konu, temel alanını belediyelerin oluşturduğu otonomi konusu idi. 13 Temmuz 1974 Cumartesi günü, darbe planını uygulamak için Atina’da toplantı yapıldığı sırada Yunanlı Dekleris ile Türk Aldıkaçtı, Maraş’ta iki görüşmeci tarafından kendilerine havale edilen askıda kalan konuları görüşmek üzere bir araya gelmişlerdir. Gerçekten de belediyelerin otonom durumu hakkında anlaşmaya varılmış ve anlaşmanın kesin metni hazırlanmıştı. Bu suretle görüşmeler kapsamlı bir anlaşma ve Kıbrıs’a yeni bir anayasal hayat verme aşamasına gelmişti. Bu sevindirici haber Yunan ve Türk hükümetlerine bildirilmiş ve her iki görüşmeci de dahil, toplumlararası görüşmeler ekibinin tümünün toplanması için 16 Temmuz tarihi saptanmıştı. 15 Temmuz’da darbe yapıldı. Yani anlaşmaya hemen hemen varmıştık.  Bu kesin bir anlaşma değilseydi bile, çözümü kesinleştirmek için bir zemin idi. Eğer 15 Temmuz’da darbe olmamış olsaydı, iki görüşmeci ile uzmanlar 16’sında toplanıp anlaşmaya varıldığını açıklayacaklardı.”

Hatırlanacaktır, “darbe sonucunda yıkılmış olan anayasal düzeni yeniden kurma” gerekçesiyle yapılan Türkiye’nin Birinci Askeri Harekâtı, silah tehdidi altında yapılan Cenevre Konferansında Kıbrıs Rum tarafının iki bölgeye dayalı çözüm önerisini kabul etmemesi üzerine İkinci Askeri Harekâtla tamamlanmış ve ada halkı 16 Ağustos 1974’de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 14. kuruluş yıldönümünü, taksim koşulları altında kutlamak durumuyla karşı karşıya bırakılmıştı.

Sovyetler Birliği 22 Ağustos 1974 günü yaptığı açıklamada şöyle demekteydi:
“Kıbrıs sorununun, Güvenlik Konseyi ve kararları geçiştirilmek suretiyle NATO üyesi devletlerin dar çerçevesi içinde çözümlenmesi girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmış ve Kıbrıs’ta askeri harekâtın yeniden başlamasına yol açmıştır. Zürih-Londra Anlaşmalarıyla Kıbrıs’a kabul ettirilen sözde garantilerin Kıbrıs halkına barış ve sükûn sağlamadığı gibi, gerçekte Kıbrıs halkına yabancı olan çıkarlara hizmet etmek için kullanılmaktadır. Kıbrıs sorunu, ne askeri harekât yardımıyla ve ne de siyasi bir çözümün bu bağımsız devlete zorla kabul ettirilmesi suretiyle çözümlenebilir. Bu sorunla ilgili görüşmelerin, Kıbrıs’ı kendi askeri çıkarlarına tabi kılmak isteyen bir askeri-siyasi gruba mensup devletlerin kapalı çevresi içinde yürütülmesi, Kıbrıs halkına yeni tehlikelerden başka bir şey getirmez. Kıbrıs içinde ve etrafında gelişmekte olan olayların milletlerarası gerginliğin yumuşatılması çabasına ters düştüğü ve bu nedenle bütün halkların hayati çıkarlarıyla ilgili olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Sorunun bütün bu yönlerini göz önünde tutan Sovyet hükümeti, Kıbrıs sorununun görüşülmesi işinin bugünkü dünyanın siyasi görüntüsünü yansıtacak y-temsili bir forum tarafından üstlenmesi zamanının gelmiş olduğuna inanmaktadır. Ancak bu tür temsili bir milletlerarası konferansta Kıbrıs Cumhuriyeti temsilcileriyle birlikte ve bunların doğrudan doğruya katılmalarıyla bağımsız, egemen ve ülke bütünlüğünü haiz bir devlet olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını etkin bir biçimde sağlayacak ve Rum ve Türk Kıbrıslıların çıkarlarıyla uyumlu olacak kararlara varılması mümkün olacaktır.”

İşte 21 Ocak 1986 günü Sovyet resmi TASS ajansı tarafından tüm dünyaya duyurulan, “Kıbrıs’ta çözüm ilkeleri ve çözüme varma yolları hakkında SSCB’nin önerileri” başlıklı belgede de Sovyetler Birliği’nin Kıbrıs sorunuyla ilgili bu ilkesel tutumu sürdürülüyordu. Ne var ki bu öneriler, başta Türk tarafı olmak üzere İngiltere ve ABD tarafından olumsuz karşılanmıştı. İddia edildiği gibi Sovyetler Birliği, bulunacak çözüm konusunda söz hakkı istememekte olup, her iki toplumun arasına girme gibi bir niyete de sahip değildi. Çünkü SSCB, anlaşmazlığın iç yönünün sadece Kıbrıslılar arasında yapılacak görüşmelerle çözümleneceğini söylüyordu. Sovyetler Birliği’nin tek istediği, adanın bağımsız ve bağlantısız bir cumhuriyet olarak kalması ve başka ülkelerin Kıbrıs’ın içişlerine karışmamasıydı. Bu ise, bölgesel sorunların barışçı yollardan çözümlenmesine ilişkin Sovyet dış politikasının doğal bir sonucuydu. Bazı çevreler ise, Kıbrıs sorununun Batı’nın etki alanı içinde olduğu bir zamanda, uluslararası bir konferans yapılırsa, Sovyetler Birliği’ne Kıbrıs sorununda söz hakkı verilmiş olacağını öne sürmektedirler. Oysa ne Sovyetler Birliği, ne de böyle bir konferansın toplanmasını isteyenler, etki alanları diye bir şeyin varlığına inanmamaktadırlar.

Sovyetler Birliği, Kıbrıs sorununun uluslararası yönü üzerinde söz hakkı olduğunu söylemiş ve söylemektedir. Çünkü bu konu, onun kendi güvenliği ile yakından ilgilidir. Eğer ABD veya diğer NATO ülkeleri Kıbrıs’tan binlerce kilometre uzaklıkta iken ada üzerinde askeri üs ve dinleme tesisleri bulunduruyorlarsa ve bu durum SSCB’nin güvenliği için bir tehlike oluşturuyorsa, Kıbrıs’ta herhangi bir üs edinme iddiası olmayan Sovyetler Birliği, kendi güneybatı sınırlarının sadece yarım saatlik süpersonik bir uçuş uzaklığında bulunan Kıbrıs adasıyla kendi güvenliği açısından niye ilgilenmesin? Unutulmaması gereken bir diğer nokta da Kıbrıs’taki İngiliz ve Amerikan üsleriyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin varlığının birbiriyle bağlantılı olduğudur. Batılı haber kaynakları sormaktadır: “Rob Prince, Peace Courier 5-87)   

Kuzey’deki Beşparmak dağları ve Karpaz yarıadasında bulunan Amerikan füze rampaları (Cruise füzeleri için olduğu söylenmektedir) buralara ne amaçla yerleştirilmiştir? Türkiye ile ABD’nin bir askeri üs olmadığını öne sürdürkleri Geçitkale Havaalanı, niçin Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’nun en büyük askeri tesisi olarak yapılmıştır? Güney’deki Trodos dağları üzerinde, Mia Milya ve Ayia Napa’daki Amerikan dinleme istasyonları ne işe yaramaktadır? Kıbrıs gibi küçük bir adadaki ABD Büyükelçiliğinin personeli sayısı niçin 1200’dür?

Türkiye, son zamanlarda BM raporlarına da yansıdığı gibi, bir yandan Kıbrıs’ın kuzeyindeki asker sayısını artırırken, öte yandan da hem taksim çizgisi boyunca tanklarını modernleştirmiş, hem de sayıca fazlalaştırmıştır. ABD’nin işgal altındaki bölgede Türkiye ve güneydeki Ağrotur ve Dikelya İngiliz üslerinde İngiltere ile yaptığı anlaşmalar, şimdilik Washington’’un ihtiyaçlarını karşılamakta ve bölgesel müdahale ve ilk nükleer Amerikan darbesiyle ilgili planlara denk düşmektedir.

Oysa Sovyet önerilerinin 3. Maddesi şöyle demektedir: “Bir çözüm için, Ada topraklarının bağlantısızlık statüsüne uygun olarak tamamen askerden arındırılması kaçınılmazdır. Ada’nın başka devletler tarafından askeri maksatlar için kullanılması kabul edilemez. Yabancı devletlerin bütün askerleri adadan çekilmeli ve yabancı askeri üslerin ve tesislerin faaliyetine son verilmelidir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliği ve bağımsızlığını kısıtlayan dengesiz anlaşma ve sözleşmeler iptal edilmelidir.” 

İşte Sovyet önerilerinde belirtilmiş olan Uluslararası Hukuk’un bu tartışılmaz ilkelerini hayata geçirmek ve Kıbrıs sorununun bu çerçevedeki dış yanlarını görüşmek üzere, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün gözetimi altında toplanacak olan uluslararası bir konferans ilgili bütün tarafların temsilcilerinden oluşturulacak çalışma gruplarında, birbirleriyle yakından bağlantılı olan, bütün yabancı askerler ile adaya yerleştirilmiş bulunan nüfusun Kıbrıs topraklarından geri çekilmesi, ada üzerinde kurulmuş bulunan bütün yabancı askeri üs ve tesislerin varlığına son verilmesi ve toplumlararasında bu konferansa paralel olarak yürütülecek görüşmelerde üzerinde anlaşmaya varılacak iç çözüm şeklinin ve adanın statüsünün hangi garantilerle güvene altına alınacağı konularını görüşüp, karşılıklı olarak kabul edilebilir bir karara bağlayacaktır. Uluslararası konferansta bağlanan bütün bu anlaşmalar, tek bir bütün oluşturacak ve katılan bütün tarafların onayı (consensus) ile kabul edileceğinden, tarafları bağlayıcı olacak ve eksiksiz uygulanması gerekecektir.

Yok eğer Kıbrıs sorununun iç yanları bir tarafa, uluslararası dış yanlarına bir çözüm getirmek istemeyenler varsa ve kanayan bu yaranın sürüp gitmesinde ısrarlı iseler, onlar zaten bir gerekçe uydurup, bu uluslararası konferansa katılmamakta direneceklerdir. Nitekim karşılıklı güvenliği gözetmeyen ve taraflardan birine tek yanlı yarar veya ayrıcalık sağlanması isteniyor ve konferansa iyi niyetle yaklaşılmıyorsa, ne konferans toplanabilecek, ne de toplansa bile başarıyla sonuçlanabilecektir. Bu nedenle, ilgili bütün taraflarda iyi niyet karşılıklı olarak birbirinin çıkarlarını gözetme, sorumluluk duygusu ve sağduyu egemen olursa, kısa sürede bütün tarafların kabul edebileceği adil bir çözüme varılabileceği kanısındayız.

(“Ertan Yüksel” imzasıyla, Söz gazetesi, Sayı:1441, 17 Temmuz 1987)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder