2 Nisan 1986 akşamı
Güney Kıbrıs’a gelen SSCB Dışişleri Bakanlığı Avrupa İşleri Müdürü Nikolai
Afanasievsky başkanlığındaki Sovyet heyeti’nin 4 Nisan günü Lefkoşa’nın Türk
kesimine geçerek, Rauf Denktaş’’la görüşmesi beklenirken, ziyaretin iptal
edilmesi, bizdeki basın-yayın organlarında yeni bir Sovyet aleyhtarlığı
kampanyasının açılmasına yol açtı. Türk makamları daha da ileri giderek, 7
Nisan günü Kuzey’e geçip, DEV-İŞ yetkilileriyle temaslarda bulunmak isteyen
Sovyet sendikacılarına izin verilmeyeceğini açıkladılar.
Sovyet heyetinin
Başkanı Afanasievsky, 6 Nisan günü Sovyet Kültür Merkezi’nde düzenlenen basın
toplantısında şu açıklamayı yapıyordu: “Ziyaretimizle
ilgili olarak meydana gelen bir olayı açıklığa kavuşturmak istiyorum. Kıbrıslı
meslektaşlarımız, Kıbrıs Türk lideri Denktaş ile görüşmek niyetinde olduğumuzu
biliyorlardı. Bunun gizli bir yanı yoktu. Bazı gazetelerin yazdığı gibi
görüşme, haber dışarıya sızdığı için gerçekleşmemiş değildir. Görüşme hakkında
Kıbrıs Türk toplumuna verilen haberde, açıkça Sovyetler Birliği’nin ilkelere
dayalı tavrının değiştiği gibi takdim edilme çabası bulunduğu için
gerçekleşmemiştir. Bu tavır, Kıbrıs Türk toplumun da değil, herkesçe
bilinmektedir ve Birleşmiş Milletler’in uluslararası topluluğun tavrına ve
Güvenlik Konseyi’nin 541 sayılı kararına tamamen uymaktadır.”
Sovyet heyetinin
Kuzey’e geçmemesini Anadolu Ajansı’nın Lefkoşa muhabiri “Rum-Rus diplomatik
skandalı” olarak niteleyip yayarken, Denktaş da KKTC’deki vitrin demokrasisinin
“meziyetlerini” övmek için kullandı ve şöyle dedi: “Bizde basın serbesttir. Duyduğu bir haberi yayar ve yorumlar. Bunun
ötesinde bir şey yoktur. Gerisi Sovyet heyetinin bileceği bir iştir.
Kapılarımız kendilerine açıktır.” Oysa kapılar yukarıda da belirtildiği
gibi Sovyet Sendikacılarına kapatılıyordu. Türk tarafının konuya iyi niyetle
yaklaşmadığı açıktı. Sen, yapılacak görüşmeyi önceden kendine göre yontup,
“Sovyetlerin politikasında bir değişme var, ilk defa bir Sovyet heyeti Kuzey’e
geçiyor” diye propagandanı yap, sonra da gerçekleşmemesi için torpillediğin
ziyaretin iptali ile bunu “tabiatıyle hoş olmayan ve büyük bir devlete
yakışmayan bir gelişme” olarak değerlendir. Olmaz öyle şey.
Sovyetler Birliği,
bilindiği gibi daha 1960’lı yıllardan başlayarak, Kıbrıs sorununda ilkeli bir
politika izlemiş ve bulunacak çözümün, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık ve
toprak bütünlüğünü koruyacak ve ada’da yaşayan iki ulusal toplumun meşru
haklarına halel getirmeyecek esaslara dayandırılmasını istemiştir. AKEL bile o
yıllarda Kıbrıs’ta iki toplumun varlığını kabul etmezken, Sovyetler Birliği
Kıbrıs Türklerinin ada’da azınlık statüsüne indirgenemeyeceğini teslim
ediyordu. Bu konudaki belgeler, geçen yıl SÖZ dergisinin 25-28 ve 25-41.
Sayılarında yayımlanmıştı.
21 Ocak 1986 günü
Sovyet resmi TASS ajansı tarafından tüm dünyaya duyurulan, “Kıbrıs’ta çözüm ilkeleri ve çözüme varma yolları hakkında SSCB’nin
önerileri” başlıklı belgede, Sovyetler Birliği bu tutumunu sürdürmüştür.
Ama Aralık 1963’den beridir çözüm bekleyen Kıbrıs sorununda, çözüme varma
yolları göz ardı edilmiş, kalıcı bir çözüm için gözetilmesi gereken ilkeler,
başta Türk tarafı olmak üzere İngiltere ve ABD tarafından olumsuz
karşılanmıştır. Sovyet önerileri dünya demokratik kamuoyunda geniş bir onay
görürken, TC Başbakanı Özal, “eski aşı pişirip önümüze yeniden koyuyorlar”
diyor, ada üzerinde askeri üsler bulunduran İngiltere ise, “üsleri kapatmasının
söz konusu olmadığını” telaşla açıklıyordu. Oysa Ankara’daki Sovyet Büyükelçisi
Lavrov’un da dediği gibi, “yemek lezzetli ise bunun yenmemesi için bir neden
yoktur.” Çünkü gerek Rum ve gerekse Türk tarafınca, öte yandan da dış ülkelerce
gözetilmesi gereken uluslararası hukuk ilkeleri, 1963’de ne ise, 1974 ve
1986’da da aynıydı. Bunlara saygı gösterilmediği için, bunca yıldır sorun
çözümlenemiyordu. İddia edildiği gibi Sovyetler Birliği, bulunacak çözüm
konusunda söz hakkı istememekte ve her iki toplumun arasına girme gibi bir
niyete sahip değildi. Çünkü SSCB, anlaşmazlığın iç yönünün sadece Kıbrıslılar
arasında yapılacak görüşmelerle çözümleneceğini söylüyordu. Sovyetler
Birliği’nin tek istediği, ada’nın bağımsız ve bağlantısız bir Cumhuriyet olarak
kalması ve başka ülkelerin Kıbrıs’ın içişlerine karışmamasıydı. Bu ise,
bölgesel sorunların barışçı yollardan çözümlenmesine ilişkin Sovyet dış
politikasının doğal bir sonucudur.
KKTC Başkanı Denktaş,
bir süre önce, güncelliğini korumakta olan 21 Ocak 1986 tarihli Sovyet
önerilerine yeniden saldırarak, onları “tuzak” olarak nitelendirmiştir. Bu
nedenle önerileri yeniden gözden geçirmekte yarar görüyoruz:
Önerilerin ilk maddesi
şöyleydi: “Kıbrıs Cumhuriyeti, egemenliği
istisnasız Ada’nın bütün toprağını kapsayan, bağımsız, toprağı bütün ve
birleşik bir devlet olarak kalmalıdır. Kıbrıs’ın hangi şekilde olursa olsun
taksimi veya bir bölümünün veya tümünün başka herhangi bir ülke veya ülkeler
tarafından ilhakı kabul edilemez.” İşte uluslararası topluluk yanında,
Kıbrıs’ta yaşayan iki toplumun da istemini yansıtan, BM kararlarına uygun bir
görüş, hem taksimi, hem de enosisi dışlıyor. Türk tarafı enosis’ekarşı olduğuna
göre, tuzak bunun neresinde? Yok eğer, halen var olan de facto taksim durumunun
devamı isteniyorsa, ya da gelecekte TC ile bütünleşme tasarlanıyorsa, bu görüşe
karşı çıkılması anlaşılabilir.
İkinci madde ne diyor? “Kıbrıs devletinin bir federasyon
oluşturulması olasılığı da dahil olmak üzere iç meseleleri, bizzat Kıbrıslılar
–Rumlar ve Türkler- tarafından, herhangi bir dış müdahale veya bir çözüm empoze
etme teşebbüsü olmadan, barışçı, yapıcı görüşmeler yoluyla ve iki toplumun
meşru hakları dikkate alınarak, halledilmelidir. Kıbrıs’ın gelecekteki devlet
şekli, toplumların r-tam güvenlik içinde yaşamalarını öngörmelidir.”
Şimdiye kadar sürdürülen toplumlararası görüşmelerde bu prosedür uygulanmadı
mı? Gelecekteki devlet şeklinin Kıbrıs Türklerinin güvenliğini sağlaması
düşünülürken, bunun Kıbrıs Rumları için de geçerli olduğunu kim inkâr edebilir?
Demek ki bu maddede, her iki toplumun da güvenlik içinde yaşaması gözetiliyor.
Madde 3: “Bir çözüm için, Ada topraklarının
bağlantısızlık statüsüne uygun olarak tamamen askerden arındırılması
kaçınılmazdır. Ada’nın başka devletler tarafından askeri maksatlar için kullanılması kabul edilemez. Yabancı devletlerin bütün
askerleri Ada’dan çekilmeli ve yabancı askeri üslerin ve tesislerin faaliyetine
son verilmelidir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliği ve bağımsızlığını
kısıtlayan dengesiz anlaşma ve sözleşmeler iptal edilmelidir.” Ada’nın askerden arındırılması istemi bir
tuzak ise, niçin Doruk anlaşmalarında da yer almaktadır? Buna karşı çıkan eski
sömürgeci ülke İngiltere’nin, Sovyet barış önerilerini olumsuz karşılaması ve
ada’daki askeri üslerini kapatmayacağını açıklaması, bu maddeye karşı çıkan
diğer NATO ülkelerinin durumuna da ışık tutmaz mı? Oysa barışsever Kıbrıs
halkının istemi, ada üzerinde üslenmiş bütün asker ve üslerin Kıbrıs’tan
uzaklaştırılması ve gerek ada halkı, gerekse bölge halklarına karşı yöneltilmiş
tehdide son verilmesidir. Hele bu istem, Kıbrıs Türk ve Rum liderlerinin Doruk
Anlaşmalarında, üzerinde anlaşmaya vardıkları ilkeler arasında da yer alıyorsa,
niçin bir tuzak olsun?
Madde 4’de çözüme varma
yolu gösteriliyor: “Kıbrıs sorunu,
Birleşmiş Milletler çerçevesinde ve bu örgütün kararlarına, tamamen Güvenlik
Konseyi’nin kendisine tevdi ettiği görev çerçevesinde arabuluculuk yapmaya
çalışn BM Genel Sekreteri ile işbirliği yapmalıdır. Kıbrıs’taki durumun
uzamasına yol açacak, Ada’nın taksimine katkıda bulunacak ve toplumlararası
diyaloğu baltalayacak her türlü eyleme son verilmesi gerekir.” Şimdiye
kadar her iki taraf da BM Genel Sekreteri ile işbirliğini sürdürmüştür. Gerçi
ada’da bir NATO ve AET kaynaklı çözüm girişimleri olmaktadır, ama aslolan BM
çevçevesinde yürütülmekte olan toplumlararası görüşmelerdir. Var olan
tıkanıklıkların giderilmesi için yine BM Genel Sekreteri’nin çalışmaları
sürmekte ve her iki tarafla görüşmeler yapılmaktadır. Toplumlararası diyaloğu
baltalayacak türden eylemlerden sakınmak, gerçekten çözüm isteyen tarafların
gözetmesi gerekli bir husustur. Sınır kapısı kapatmak, toplumlararası
yakınlaşmadan yana olan örgütleri “hain” ilan etmek, karşılıklı ziyaretlere
engeller çıkarmak, çözüme giden yolu açmaz, aksine tıkar.
Sovyetler Birliği’nin
Kıbrıs sorununun dış yönüyle ilgili olarak, sorunun yeniden alevlendiği sırada
22 Ağustos 1974 günü ilk defa önerdiği ve 21 Ocak 1986’da tekrarlanan önerisi
şöyledir:
“Kıbrıs
sorununun uluslararası yönüne köklü bir çözüm bulmanın gerçekçi yollarından
biri de, Birleşmiş Milletler çerçevesinde Kıbrıs konusunda temsiliyet esasına
dayalı uluslararası bir konferans çağırmaktır. Böyle
bir konferansın çalışmaları, bulunacak çözümün aşağıdaki organik bakımdan
birbirine bağlı unsurlarını güvence altına alacak bir sözleşme veya başka bir
belgenin imzalanmasına yol açabilir.
Bütün
yabancı askerlerin Ada’dan çekilmesi ve bütün yabancı askeri üslerin ve
tesislerin kaldırılması da dahil, Ada’nın askerden arındırılması, Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, egemenliğini, bütünlüğünü ve toprak
bütünlüğünü sonuç alacak biçimde güvence altına alacak bir uluslararası garanti
sistemi, bütün tarafların bağlantısızlık statüsüne saygı göstermesi, Kıbrıs’ın
bağımsızlığını teminat altına alacak uluslararası garantiler, ileride
cumhuriyetin işlerine yabancıların müdahale etmesi olasılığını tamamen bertaraf
etmelidir. Garantörler olarak, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri veya
Güvenli Konseyi’nin tümü, garantör ülkeler, Yunanistan ve Türkiye ve
bağlantısız ülkeler girebilir. Garantilerin uygulanması için gerekli tedbirleri
teminatçı bütün devletlerin rızası ile olabilir. Kıbrıs, şiddet kullanmaya veya
şiddet kullanma tehdidine hedef olmamalıdır. Uluslararası Konferansa Kıbrıs
(her iki kesimin temsil edilmesi suretiyle) Yunanistan ve Türkiye le Güvenlik
Konseyi’ne üye bütün devletler katılabilir. Başka devletler ve özellikle
bağlantısız ülkeler konferansa davet edilebilir.
Kalıcı
ve adil bir çözümün bulunması ve Doğu Akdeniz’de bu gerginlik kaynağının
ortadan kaldırılması arzusu ile hareket eden Sovyetler Birliği, bütün ülkeleri
bu ilkeler çerçevesinde bir çözüm bulunması arayışına bütün olanakları ile
katkıda bulunmaya davet eder.”
İşte Türk tarafının en
çok itiraz ettiği bölüm bu. Bunun ardında yatan neden, emperyalizme göbekten
bağlı bazı çevrelerin, gerek Türk, gerekse Rum Kıbrıslıların genel istemi olan
tam bağımsızlık ve bağlantısızlık statüsünü, NATO yanlısı politikalar uğruna
savunmada isteksizlik göstermesi midir? 1960-63 döneminde yeni Cumhuriyetin
bağlantısızlık politikasına çomak sokan, İsrail’le sıkı ilişkiler kurulmasını
savunan ve halen bunu uygulayan yine aynı isteksiz kesim değil mi?
Kıbrıs’ın her iki
kesiminin de temsil edileceği ve her iki kesimin de görüşlerini uluslararası
topluluk önünde ortay koyma olanağını bulacağı bir konferans, niçin Kıbrıs Türk
tarafı için bir tuzak olsun? Yoksa uluslararası toplantılara katılarak, bizim de
görüşlerimizi duyurmamız gerektiğini savunanlar, bu toplantılarda alınan
kararları her iki tarafın da görüşleri dinlenmediği gerekçesiyle kabul
etmeyenler, sadece NATO ülkelerinin katılacağı bir konferansın yapılmasını mı
istiyorlar? Türk tarafının üzerinde duruğu garanti sisteminin uygulanması için
gerekli tedbirler, teminatçı bütün devletlerin rızası alınmadan nasıl kalıcı ve
etkin olabilir? Ada’nın toprak bütünlüğü ve birliğinin yeniden sağlanmasını
istemeyenlerin, Kıbrıs’ın sürekli olarak bir barut fıçısı halinde kalmasından
çıkar umanların uluslararası bir toplantıdan tedirgin olmaları çok doğaldır.
Kıbrıs’ta barış ve dostluk politikası yerine, gerginlik ve halklararası
düşmanlığı kendilerine siyasi malzeme olarak kullananlar için, uluslararası
toplantıya gerek yoktur. Türk ve Rum toplumları arasındaki sınıfsal temele
dayalı kardeşliğin sembolleri olan Kavazoğlu ile Mişauli’yi, bundan 22 yıl önce
11 Nisan 1965’de tuzak kurup katledenler de, Kıbrıs sorununun çözümsüz ve
ada’nın bölünmüş kalmasından çıkarı olan emperyalizm yanlısı aynı çevreler
değil midir?
1963’den beri çözüm
bekleyen Kıbrıs sorunu’nun çözüm ilkeleri ve çözüme varma yolları hakkında
SSCB’nin taraflara sunduğu 21 Ocak 1986 tarihli öneriler, Kıbrıslılar için
tuzak değil, tek çıkış yoludur. Yıllardır süren Orta Doğu sorununun çözümünde
de uluslararası bir toplantının zorunluluğu geç de olsa anlaşılmıştır. Dileriz
ki bizde de sağduyu galip gelir. Çünkü kaybedecek zamanımız artık
kalmamıştır.
(“Ertan Yüksel”
imzasıyla, Söz gazetesi, 17 Nisan 1987)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder