19 Ağustos 2015 Çarşamba

TUZAK DEĞİL, TEK ÇIKIŞ YOLU


2 Nisan 1986 akşamı Güney Kıbrıs’a gelen SSCB Dışişleri Bakanlığı Avrupa İşleri Müdürü Nikolai Afanasievsky başkanlığındaki Sovyet heyeti’nin 4 Nisan günü Lefkoşa’nın Türk kesimine geçerek, Rauf Denktaş’’la görüşmesi beklenirken, ziyaretin iptal edilmesi, bizdeki basın-yayın organlarında yeni bir Sovyet aleyhtarlığı kampanyasının açılmasına yol açtı. Türk makamları daha da ileri giderek, 7 Nisan günü Kuzey’e geçip, DEV-İŞ yetkilileriyle temaslarda bulunmak isteyen Sovyet sendikacılarına izin verilmeyeceğini açıkladılar.

Sovyet heyetinin Başkanı Afanasievsky, 6 Nisan günü Sovyet Kültür Merkezi’nde düzenlenen basın toplantısında şu açıklamayı yapıyordu: “Ziyaretimizle ilgili olarak meydana gelen bir olayı açıklığa kavuşturmak istiyorum. Kıbrıslı meslektaşlarımız, Kıbrıs Türk lideri Denktaş ile görüşmek niyetinde olduğumuzu biliyorlardı. Bunun gizli bir yanı yoktu. Bazı gazetelerin yazdığı gibi görüşme, haber dışarıya sızdığı için gerçekleşmemiş değildir. Görüşme hakkında Kıbrıs Türk toplumuna verilen haberde, açıkça Sovyetler Birliği’nin ilkelere dayalı tavrının değiştiği gibi takdim edilme çabası bulunduğu için gerçekleşmemiştir. Bu tavır, Kıbrıs Türk toplumun da değil, herkesçe bilinmektedir ve Birleşmiş Milletler’in uluslararası topluluğun tavrına ve Güvenlik Konseyi’nin 541 sayılı kararına tamamen uymaktadır.”

Sovyet heyetinin Kuzey’e geçmemesini Anadolu Ajansı’nın Lefkoşa muhabiri “Rum-Rus diplomatik skandalı” olarak niteleyip yayarken, Denktaş da KKTC’deki vitrin demokrasisinin “meziyetlerini” övmek için kullandı ve şöyle dedi: “Bizde basın serbesttir. Duyduğu bir haberi yayar ve yorumlar. Bunun ötesinde bir şey yoktur. Gerisi Sovyet heyetinin bileceği bir iştir. Kapılarımız kendilerine açıktır.” Oysa kapılar yukarıda da belirtildiği gibi Sovyet Sendikacılarına kapatılıyordu. Türk tarafının konuya iyi niyetle yaklaşmadığı açıktı. Sen, yapılacak görüşmeyi önceden kendine göre yontup, “Sovyetlerin politikasında bir değişme var, ilk defa bir Sovyet heyeti Kuzey’e geçiyor” diye propagandanı yap, sonra da gerçekleşmemesi için torpillediğin ziyaretin iptali ile bunu “tabiatıyle hoş olmayan ve büyük bir devlete yakışmayan bir gelişme” olarak değerlendir. Olmaz öyle şey.   

Sovyetler Birliği, bilindiği gibi daha 1960’lı yıllardan başlayarak, Kıbrıs sorununda ilkeli bir politika izlemiş ve bulunacak çözümün, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü koruyacak ve ada’da yaşayan iki ulusal toplumun meşru haklarına halel getirmeyecek esaslara dayandırılmasını istemiştir. AKEL bile o yıllarda Kıbrıs’ta iki toplumun varlığını kabul etmezken, Sovyetler Birliği Kıbrıs Türklerinin ada’da azınlık statüsüne indirgenemeyeceğini teslim ediyordu. Bu konudaki belgeler, geçen yıl SÖZ dergisinin 25-28 ve 25-41. Sayılarında yayımlanmıştı.

21 Ocak 1986 günü Sovyet resmi TASS ajansı tarafından tüm dünyaya duyurulan, “Kıbrıs’ta çözüm ilkeleri ve çözüme varma yolları hakkında SSCB’nin önerileri” başlıklı belgede, Sovyetler Birliği bu tutumunu sürdürmüştür. Ama Aralık 1963’den beridir çözüm bekleyen Kıbrıs sorununda, çözüme varma yolları göz ardı edilmiş, kalıcı bir çözüm için gözetilmesi gereken ilkeler, başta Türk tarafı olmak üzere İngiltere ve ABD tarafından olumsuz karşılanmıştır. Sovyet önerileri dünya demokratik kamuoyunda geniş bir onay görürken, TC Başbakanı Özal, “eski aşı pişirip önümüze yeniden koyuyorlar” diyor, ada üzerinde askeri üsler bulunduran İngiltere ise, “üsleri kapatmasının söz konusu olmadığını” telaşla açıklıyordu. Oysa Ankara’daki Sovyet Büyükelçisi Lavrov’un da dediği gibi, “yemek lezzetli ise bunun yenmemesi için bir neden yoktur.” Çünkü gerek Rum ve gerekse Türk tarafınca, öte yandan da dış ülkelerce gözetilmesi gereken uluslararası hukuk ilkeleri, 1963’de ne ise, 1974 ve 1986’da da aynıydı. Bunlara saygı gösterilmediği için, bunca yıldır sorun çözümlenemiyordu. İddia edildiği gibi Sovyetler Birliği, bulunacak çözüm konusunda söz hakkı istememekte ve her iki toplumun arasına girme gibi bir niyete sahip değildi. Çünkü SSCB, anlaşmazlığın iç yönünün sadece Kıbrıslılar arasında yapılacak görüşmelerle çözümleneceğini söylüyordu. Sovyetler Birliği’nin tek istediği, ada’nın bağımsız ve bağlantısız bir Cumhuriyet olarak kalması ve başka ülkelerin Kıbrıs’ın içişlerine karışmamasıydı. Bu ise, bölgesel sorunların barışçı yollardan çözümlenmesine ilişkin Sovyet dış politikasının doğal bir sonucudur.   

KKTC Başkanı Denktaş, bir süre önce, güncelliğini korumakta olan 21 Ocak 1986 tarihli Sovyet önerilerine yeniden saldırarak, onları “tuzak” olarak nitelendirmiştir. Bu nedenle önerileri yeniden gözden geçirmekte yarar görüyoruz:

Önerilerin ilk maddesi şöyleydi: “Kıbrıs Cumhuriyeti, egemenliği istisnasız Ada’nın bütün toprağını kapsayan, bağımsız, toprağı bütün ve birleşik bir devlet olarak kalmalıdır. Kıbrıs’ın hangi şekilde olursa olsun taksimi veya bir bölümünün veya tümünün başka herhangi bir ülke veya ülkeler tarafından ilhakı kabul edilemez.” İşte uluslararası topluluk yanında, Kıbrıs’ta yaşayan iki toplumun da istemini yansıtan, BM kararlarına uygun bir görüş, hem taksimi, hem de enosisi dışlıyor. Türk tarafı enosis’ekarşı olduğuna göre, tuzak bunun neresinde? Yok eğer, halen var olan de facto taksim durumunun devamı isteniyorsa, ya da gelecekte TC ile bütünleşme tasarlanıyorsa, bu görüşe karşı çıkılması anlaşılabilir.

İkinci madde ne diyor? “Kıbrıs devletinin bir federasyon oluşturulması olasılığı da dahil olmak üzere iç meseleleri, bizzat Kıbrıslılar –Rumlar ve Türkler- tarafından, herhangi bir dış müdahale veya bir çözüm empoze etme teşebbüsü olmadan, barışçı, yapıcı görüşmeler yoluyla ve iki toplumun meşru hakları dikkate alınarak, halledilmelidir. Kıbrıs’ın gelecekteki devlet şekli, toplumların r-tam güvenlik içinde yaşamalarını öngörmelidir.” Şimdiye kadar sürdürülen toplumlararası görüşmelerde bu prosedür uygulanmadı mı? Gelecekteki devlet şeklinin Kıbrıs Türklerinin güvenliğini sağlaması düşünülürken, bunun Kıbrıs Rumları için de geçerli olduğunu kim inkâr edebilir? Demek ki bu maddede, her iki toplumun da güvenlik içinde yaşaması gözetiliyor.

Madde 3: “Bir çözüm için, Ada topraklarının bağlantısızlık statüsüne uygun olarak tamamen askerden arındırılması kaçınılmazdır. Ada’nın başka devletler tarafından askeri maksatlar için kullanılması kabul edilemez. Yabancı devletlerin bütün askerleri Ada’dan çekilmeli ve yabancı askeri üslerin ve tesislerin faaliyetine son verilmelidir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliği ve bağımsızlığını kısıtlayan dengesiz anlaşma ve sözleşmeler iptal edilmelidir.”  Ada’nın askerden arındırılması istemi bir tuzak ise, niçin Doruk anlaşmalarında da yer almaktadır? Buna karşı çıkan eski sömürgeci ülke İngiltere’nin, Sovyet barış önerilerini olumsuz karşılaması ve ada’daki askeri üslerini kapatmayacağını açıklaması, bu maddeye karşı çıkan diğer NATO ülkelerinin durumuna da ışık tutmaz mı? Oysa barışsever Kıbrıs halkının istemi, ada üzerinde üslenmiş bütün asker ve üslerin Kıbrıs’tan uzaklaştırılması ve gerek ada halkı, gerekse bölge halklarına karşı yöneltilmiş tehdide son verilmesidir. Hele bu istem, Kıbrıs Türk ve Rum liderlerinin Doruk Anlaşmalarında, üzerinde anlaşmaya vardıkları ilkeler arasında da yer alıyorsa, niçin bir tuzak olsun?

Madde 4’de çözüme varma yolu gösteriliyor: “Kıbrıs sorunu, Birleşmiş Milletler çerçevesinde ve bu örgütün kararlarına, tamamen Güvenlik Konseyi’nin kendisine tevdi ettiği görev çerçevesinde arabuluculuk yapmaya çalışn BM Genel Sekreteri ile işbirliği yapmalıdır. Kıbrıs’taki durumun uzamasına yol açacak, Ada’nın taksimine katkıda bulunacak ve toplumlararası diyaloğu baltalayacak her türlü eyleme son verilmesi gerekir.” Şimdiye kadar her iki taraf da BM Genel Sekreteri ile işbirliğini sürdürmüştür. Gerçi ada’da bir NATO ve AET kaynaklı çözüm girişimleri olmaktadır, ama aslolan BM çevçevesinde yürütülmekte olan toplumlararası görüşmelerdir. Var olan tıkanıklıkların giderilmesi için yine BM Genel Sekreteri’nin çalışmaları sürmekte ve her iki tarafla görüşmeler yapılmaktadır. Toplumlararası diyaloğu baltalayacak türden eylemlerden sakınmak, gerçekten çözüm isteyen tarafların gözetmesi gerekli bir husustur. Sınır kapısı kapatmak, toplumlararası yakınlaşmadan yana olan örgütleri “hain” ilan etmek, karşılıklı ziyaretlere engeller çıkarmak, çözüme giden yolu açmaz, aksine tıkar.

Sovyetler Birliği’nin Kıbrıs sorununun dış yönüyle ilgili olarak, sorunun yeniden alevlendiği sırada 22 Ağustos 1974 günü ilk defa önerdiği ve 21 Ocak 1986’da tekrarlanan önerisi şöyledir:

“Kıbrıs sorununun uluslararası yönüne köklü bir çözüm bulmanın gerçekçi yollarından biri de, Birleşmiş Milletler çerçevesinde Kıbrıs konusunda temsiliyet esasına dayalı uluslararası bir konferans çağırmaktır. Böyle bir konferansın çalışmaları, bulunacak çözümün aşağıdaki organik bakımdan birbirine bağlı unsurlarını güvence altına alacak bir sözleşme veya başka bir belgenin imzalanmasına yol açabilir.

Bütün yabancı askerlerin Ada’dan çekilmesi ve bütün yabancı askeri üslerin ve tesislerin kaldırılması da dahil, Ada’nın askerden arındırılması, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, egemenliğini, bütünlüğünü ve toprak bütünlüğünü sonuç alacak biçimde güvence altına alacak bir uluslararası garanti sistemi, bütün tarafların bağlantısızlık statüsüne saygı göstermesi, Kıbrıs’ın bağımsızlığını teminat altına alacak uluslararası garantiler, ileride cumhuriyetin işlerine yabancıların müdahale etmesi olasılığını tamamen bertaraf etmelidir. Garantörler olarak, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri veya Güvenli Konseyi’nin tümü, garantör ülkeler, Yunanistan ve Türkiye ve bağlantısız ülkeler girebilir. Garantilerin uygulanması için gerekli tedbirleri teminatçı bütün devletlerin rızası ile olabilir. Kıbrıs, şiddet kullanmaya veya şiddet kullanma tehdidine hedef olmamalıdır. Uluslararası Konferansa Kıbrıs (her iki kesimin temsil edilmesi suretiyle) Yunanistan ve Türkiye le Güvenlik Konseyi’ne üye bütün devletler katılabilir. Başka devletler ve özellikle bağlantısız ülkeler konferansa davet edilebilir.

Kalıcı ve adil bir çözümün bulunması ve Doğu Akdeniz’de bu gerginlik kaynağının ortadan kaldırılması arzusu ile hareket eden Sovyetler Birliği, bütün ülkeleri bu ilkeler çerçevesinde bir çözüm bulunması arayışına bütün olanakları ile katkıda bulunmaya davet eder.”

İşte Türk tarafının en çok itiraz ettiği bölüm bu. Bunun ardında yatan neden, emperyalizme göbekten bağlı bazı çevrelerin, gerek Türk, gerekse Rum Kıbrıslıların genel istemi olan tam bağımsızlık ve bağlantısızlık statüsünü, NATO yanlısı politikalar uğruna savunmada isteksizlik göstermesi midir? 1960-63 döneminde yeni Cumhuriyetin bağlantısızlık politikasına çomak sokan, İsrail’le sıkı ilişkiler kurulmasını savunan ve halen bunu uygulayan yine aynı isteksiz kesim değil mi?

Kıbrıs’ın her iki kesiminin de temsil edileceği ve her iki kesimin de görüşlerini uluslararası topluluk önünde ortay koyma olanağını bulacağı bir konferans, niçin Kıbrıs Türk tarafı için bir tuzak olsun? Yoksa uluslararası toplantılara katılarak, bizim de görüşlerimizi duyurmamız gerektiğini savunanlar, bu toplantılarda alınan kararları her iki tarafın da görüşleri dinlenmediği gerekçesiyle kabul etmeyenler, sadece NATO ülkelerinin katılacağı bir konferansın yapılmasını mı istiyorlar? Türk tarafının üzerinde duruğu garanti sisteminin uygulanması için gerekli tedbirler, teminatçı bütün devletlerin rızası alınmadan nasıl kalıcı ve etkin olabilir? Ada’nın toprak bütünlüğü ve birliğinin yeniden sağlanmasını istemeyenlerin, Kıbrıs’ın sürekli olarak bir barut fıçısı halinde kalmasından çıkar umanların uluslararası bir toplantıdan tedirgin olmaları çok doğaldır. Kıbrıs’ta barış ve dostluk politikası yerine, gerginlik ve halklararası düşmanlığı kendilerine siyasi malzeme olarak kullananlar için, uluslararası toplantıya gerek yoktur. Türk ve Rum toplumları arasındaki sınıfsal temele dayalı kardeşliğin sembolleri olan Kavazoğlu ile Mişauli’yi, bundan 22 yıl önce 11 Nisan 1965’de tuzak kurup katledenler de, Kıbrıs sorununun çözümsüz ve ada’nın bölünmüş kalmasından çıkarı olan emperyalizm yanlısı aynı çevreler değil midir?

1963’den beri çözüm bekleyen Kıbrıs sorunu’nun çözüm ilkeleri ve çözüme varma yolları hakkında SSCB’nin taraflara sunduğu 21 Ocak 1986 tarihli öneriler, Kıbrıslılar için tuzak değil, tek çıkış yoludur. Yıllardır süren Orta Doğu sorununun çözümünde de uluslararası bir toplantının zorunluluğu geç de olsa anlaşılmıştır. Dileriz ki bizde de sağduyu galip gelir. Çünkü kaybedecek zamanımız artık kalmamıştır.
 

(“Ertan Yüksel” imzasıyla, Söz gazetesi, 17 Nisan 1987)    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder