4 Şubat 2015 Çarşamba

İŞGALİN DÖRDÜNCÜ YILINDA KUZEY KIBRIS’IN DURUMU


“Biz politika açısından muhakkak ki bir federe devlet olarak görünüyoruz. Fakat Türkiye ile ilişkilerimiz ve diyaloğumuz açısından biz bir vilayetiz. Federe devlet dahi olsak, bu federe devletin ömrü uzun da olsa, kısa da olsa neticede olacak olan budur. (Halkın Sesi, 8.2.1978)

Kıbrıs Türk Ticaret Odası Başkanı ve faşist TMT’nin eski üyelerinden Mehmet Can’ın yukarıdaki sözleri, 1974 yılı yazında gerçekleştirilen “savaş harekâtı”nın dördüncü yılında ulaşılan bugünkü aşamayı en doğru bir şekilde özetlemektedir.

Emperyalizmin ve onun saldırı örgütü NATO’nun, bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetini ortadan kaldırmak için uzun yıllardır çeşitli yıkıcı çalışmalarda bulunduğu bilinmektedir. Bu yolda adadaki Rum ve Türk faşistle­rinden büyük ölçüde yararlanmış ve iki ulusal-etnik topluluk arasındaki bazı anlaşmazlıkların barışçı yoldan ve Kıbrıs halkının yararına çözümlenmesine engel olmuştur. Rum milliyetçilerinin savunduğu Enosis tezine karşıt olarak, 1955 yılında İngiliz sömürgecileri tarafından ortaya atılan adanın Türklerle Rumlar arasında taksim edilmesi fikri, Türk tarafınca derhal benimsenmiş ve dönemin Menderes iktidarınca "Ya Taksim, Ya ölüm" mitingleri ile Türk kamuoyuna mal edilmek istenmişti.

1963 olayları sonrasında İnönü tarafından “Biz taksim tezinden çok, resmi olarak federasyon kavramını kullanıyoruz. Böylelikle antlaşmalara da bağlı kalmış oluyoruz” (TBMM, 8.9.1964) gerekçesiyle öne sürülen federasyon tezi, sonunda onun halefi Ecevit tarafından uygulama alanına konmuş ve NATO’ya bağlı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin işgal ettiği Kıbrıs Cumhuriyeti’nin %40’a yakın toprağı üzerinde, “Kıbrıs Türk Federe Devleti" adında kukla bir yönetim oluşturulmuştur.  Yıllardır Kıbrıs’ta barışın kurulmasına ve Türk toplumunun demokratik  gelişmesine engel olmuş olan TMT ve onun kurucu önderi Rauf Denktaş, bu yeni örgütlenmenin başına getirilirken, böylece 20 yıllık faşizme de devlet kılıfı geçirilmiş oldu. Öte  yandan "anavatan"daki faşistler de yardımlarını esirgememişler, işgal edilen bölgenin kolonileştirilmesinde hatırı sayılır miktarlarda -özellikle sınır bölgelerine- yerleştiril­mişlerdir. Halen şovenist ve fanatik unsurlar, yönetimin çeşitli kademelerini ellerinde tutmakta ve dışa bağılı büyük sermaye çevrelerinin çıkarlarını en iyi bir şekilde savunmaktadırlar.

İktidarı elinde bulunduran Ulusal Birlik Partisi, Kıbrıs Türk burjuvazisinin en gerici ve en şoven kesimlerini bağrında toplamakta olup, gün geçtikçe faşist bir parti niteliğine bürünmektedir. Faşist Kıbrıs Türk Ocakları Derneği’nin "komünist"(!) olmakla suçladığı Nejat Konuk’un UBP Genel Başkanlığı ve Başbakanlık görevlerinden istifasına yol açan olaylar dizisi, başını Denktaş’ın Turancı oğlunun çektiği, partinin faşist ve gerici kanadı tarafından düzenlenmiştir.

“Sosyal adaletin sağlanması ve vergi düzenlemelerinin yeniden yapılasından tedirgin olan çevreler, konuyu sadece kendi açılarından düşünüyorlarsa, hükümet üzerinde hiçbir olumlu etki yapmayacaktır” diyen Konuk, iki defa istifa kenarından geri dönmüşse de, sonunda “Denktaş tarafından vesayet altında tutulmak” istendiğini belirterek tüm görevlerinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Sermaye çevreleri günden güne yükselmekte olan hayat pahalılığını körükleyenin “tüccar” olmadığını, bunda hükümetin suçlu bulunduğunu öne sürerken, hükümetin başı Konuk ise toplam ithalattaki payı %40’ı geçen bedelsiz ithalatın toplum ekonomisinin sarsılmasına neden olduğunu açıklamıştır. Konuk’a göre, ticari hayatta daha kolay tedavül eden ve daha kolay kâra çevrilebilen mevduatların, uzun sürede sonuç verecek sanayi alanlarına kaydırılması, bedelsiz ithalat nedeni ile mümkün olamamaktadır. Konuk, yaptığı basın toplantısında ayrıca, “her ay KTFD piyasasına enjekte edilen 80 milyon TL’nin bavullar içerisine konup, Almanya’da Mark’a çevrildikten sonra geri getirildiğini” açıklamıştır.

Kaçakçılık, hırsızlık, karaborsa, pahalılık, işsizlik ve toplumun geniş kesimlerinde artan bir hoşnutsuzluğun hüküm sürmekte olduğu kuzey Kıbrıs’ta dört yıl sonra varılan nokta işte budur. 

Taksim politikasının şampiyonu ve emperyalizmin işbirlikçisi olan Kıbrıs Türk liderliği, büyük bir sorumsuzluk ve başıbozukluk içinde bulunmaktadır. İşgal sonrası Rum toplumu tarafından terkedilen milyonlarca liralık menkul ve gayrı menkul servet, fetih dönemlerinin ganimet yağması uyarınca tutanın elinde kalmıştır. Şişirme kadrolar, göstermelik bakanlıklar, her gece “bir değerli konuğun şerefine” verilen ziyafetler, kukla KTFD’nin adeta varlık nedeni haline gelmiştir. Sadece 1978 Şubat ayında Mağusa limanından yapılan 4 milyon TL tutarındaki ithalatın 1.5 milyon TL’sinin başta viski olmak üzere bira ve şaraba ödenmiş olduğunu, ya da yine aynı ay içinde ilk parti olarak 80 bin TL’lik puro ithal edildiğini hatırlatmak, bu sefahat iktidarı hakkında bir fikir edinmek için yeterlidir sanırız.

Yerel bankalara olan borcu 700 milyon TL’yi aşan federe devlet, kendini desteklemekte olan büyük emlak sahiplerine, ayda 2 milyon 85 bin TL kira bedeli ödemektedir. 1975'de özel kesim yatırımcılarının % 25'ini oluşturan konut sektörü, 1976 yılında %60’lık bir orana yükselmiş ve 1977 yılı içinde sadece Lefkoşa'da 297 inşaat izni alınmıştır. Son üç yılda ev kiralarındaki artış ise %80’i bulmaktadır. Arsa ve konut spekülatörleri, gün bizimdir diyerek vurgun üstüne vurgun vurmaktadırlar.

Tarım (%31.6) ve Kamu (%23.1) sektöründen sonra gayrı safi milli hasılanın %12’sini oluşturan ve 1,200 tüccarın oluşturduğu Ticaret sektörü ise bütün şikayetlere rağmen, en gelişen sektör olma durumunu korumaktadır. Bedelsiz ithalat yoluyla adaya getirilen halı, battaniye, cam eşya gibi mallar "bavul turizmi”nin gelişmesine yardım ederken, temel besin maddeleri ve diğer tüketim malları da %100’ü aşan kârlarla yoksul halka dayatılmaktadır. Türkiye’deki tekelci sermaye çevreleri ile bütünleşme süreci içinde olan Kıbrıs Türk burjuvazisinin bir kesimi, “biz ticaretin kısıtlanması taraftarı değiliz, biz ticaretin serbest bırakılmasından yanayız, ancak yerli sanayinin korunması şartıyla” görüşünü öne sürmekte, fakat iktidarda söz sahibi olan kesim bu tutumu "hissi ve katı düşünceli" olarak nitelendirmektedir. KTFD’nin ekonomik kalkınması ile ilgili görüşlerini Ticaret Odası Başkanı Mehmet Can şöyle aktarıyor: "Hiç olmazsa Kıbrıs’ı bir vilayet olarak kabul ederek sanayimize öyle girmemiz gerekir. Benim görüşüm budur. Çünkü Türkiye'nin bilirkişisi vardır, alt yapısı, dış temsilcilikleri, herşeyi vardır. Sadece bir ulaşım problemleri söz konusudur. Biz yine de kendi başımıza bir saksı çiçeği gibi büyüye büyüye bir yere çıkmaya çalışıyoruz. Bu imkânsızdır."

İşte "siyasi denge, ekonomik denge ile ayakta durabilir" diyenlere en yetkili ağızdan verilen bir cevap. Bilindiği gibi çoğunluğu kırsal bölgede yaşamakta olan Kıbrıslı Türklerin, 1974 savaşı öncesinde ada ekonomisine olan katkısı %8 civarında idi. Ada toprağının %12.3’üne sahip olan Türkler, tarım sektöründe %12.5, ticaret sektöründe %10 ve sanayi sektöründe ise %2 oranında bir faaliyet göstermekte idiler. Ada ekonomisinin bütünlüğü içinde yerini alan Kıbrıs Türk burjuvazisi, “hangi açıdan ele alınırsa alınsın Kıbrıs, Barış harekâtı öncesinde birçok ekonomik sorunlarını çözümlemiş ve yeni bir atılım dönemine geçmiş görünmektedir” derken (Ticaret Odası Raporu 1978), öte yandan da kendi yapısal güçlüklerinden Rum kesiminin politik baskısını sorumlu tutmaktadır. Oysa Sanayi Odası Başkanı Yüksel Ratip gerçekleri açıkça söylemektedir: "Ben sanayinin doğduğumdan beri içindeyim. Yıllardır çalışırız, ancak bu güne kadar bir arpa boyu yol kat ettiğimiz yok. Çünkü sanayinin sorunları çok. İşçisi var, sigortası var, hükümeti var, kazanç vergisi var." (Halkın Sesi, 8.2.1978)

Emperyalizmin taksim politikası uyarınca 1958'lerde faşist TMT’nin terörü altında başlatılan "Türkten Türke Kampanyası", Kıbrıs’ın ekonomik gerçekleri karşısında iflas etmişti. Ama 1974 sonrasında işgal ordusunun gölgesi altında uygulanan “Türkiye ile ekonomik bütünleşme” politikası artık meyvelerini vermeye başlamıştır. Sadece 1976 yılı içinde T.C. Ziraat Bankası, Kıbrıs’tan Türkiye’ye vergi ödemeksizin 260 milyon TL, Türkiye İş Bankası ise 152 milyon TL transfer etmiştir. Kuzey Kıbrıs’taki bankalarda bugün 2 milyar TL dolaylarında mevduat bulunmakta olup, 1.5 milyar TL kadar kredi dağıtımı yapılmıştır. Bankalar, kredi maliyetini ve hangi alanlara kredi verilebileceğini kendileri kararlaştırmakta, mevduatları dış ülkelere aktarabilmekte, tahvillere yatırabilmekte, kurdukları sigorta şirketleri aracılığı ile devletin sigorta yaptırma sorumluluğundan yararlanarak büyük kârlar elde etmektedirler.

Emperyalizm ve uluslararası gericilik, dört yıl önce gerçekleştirdiği kuzey Kıbrıs’ın işgalini, dünya demokratik kamuoyunun bütün baskılarına rağmen bugün de sürdürmektedir. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı kararlarına aykırı olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik uzlaşmaz tutumunda ısrar edilmektedir. Uzun bir süredir kesilmiş olan toplumlararası barış görüşmelerine sunulan son Türk önerileri ise yapılan propagandanın aksine, federal bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nin oluşturulması yerine, var olan Kıbrıs devletini bölmeyi ve NATO’cu güçlerden destek alan KTFD’ni yasal yetkilerle donatmayı amaçlamaktadır.

Merkezi federal devletin, kendi öz organları ile bağımsız ve egemen devlet gücünü icra edebileceği görevler, başta yasama, yürütme ve yargı yetkilileri olmak üzere posta, haberleşme ve hatta meteorolojik hizmetler federe devletlerin sorumluluğuna verilmektedir. Federal savunma ve güvenlik gücünden söz edilmekte, her federe devletin kendi bölgesinin ayrı askeri birlikler bulundurma hakkı tanınmaktadır. Federal devlet toprakları üzerinde seyahat, yerleşme, mal sahibi olma, çalışma özgürlükleri yurttaşlardan esirgenmekte, insan hakları ve temel özgürlüklerin yasal korunması gibi bütün federasyonlarda görülen merkezi hükümetin sorumluluğu altındaki temel ilkeler, önerilerde yer almamaktadır. Her federe devletin ayrı bir Merkez Bankası olması öngörülmekte, ayrı vergilendirme, standartlar ve hizmetler getirilerek, merkezi ekonomik planlama imkânsız kılınmaktadır. Daha da önemlisi, federe devletlere istediği ülkelerle her türlü anlaşma bağlama yetkisi tanınmaktadır. Kıbrıs ve Yakındoğu halklarını tehdit eden İngiliz askeri üslerinin geleceğine ilişkin olarak ise hiçbir görüş belirtilmemektedir.

“Ayrı bir devlet ilan etme” veya iktidardaki UBP’nin programında yazılan “anavatanla bütünleşme” gibi emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecek oldu-bittiler peşinde koşan Denktaş ve yandaşları, iki ulusal-etnik toplumun federal bir yapıda yeniden birleşmesinden çok, var olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin birliğini ve toprak bütünlüğünü bozacak iki ayrı devletin oluşturacağı bir konfederasyonu önermektedirler.

“Türk ordusu barış oluncaya kadar, güvenlik kuruluncaya kadar, Türk toplumu müreffeh bir hayata kavuşuncaya kadar Kıbrıs’ta kalacaktır” diyen bozkurt amblemli KTFD’nin başkanı Denktaş,  emperyalizm ve NATO’nun bölgedeki stratejik çıkarlarını savunmaktadır. Yine onun yönlendirdiği gerici ve işbirlikçi çevreler, 1958’lerden beri Kıbrıs Türk toplumunun demokratik gelişmesini baskı ve terörle durdurmak istemiş, halkı askeri yönetim altındaki küçük enklavlarda üretim dışında tutarak, Türk toplumunun adanın ekonomik kalkınmasından yararlanmasını önlemişlerdir. Fakat son iki yıl içinde kuzey Kıbrıs’ta kaydedilen 80’i aşkın grev ve çeşitli protesto olayları, özellikle işçi sınıfının büyük bir uyanış içinde olduğunu göstermektedir. Öteki ilerici ve demokratik örgütler de toplumsal hayatta ağırlıklarını duyurmaya başlamışlardır.

Güneyde yaşayan Kıbrıslı Türklerin işgal altındaki bölgeye aktarılmasından sonra, çeşitli ekonomik ve sosyal bunalımlar içine itilen Türk toplumu, Kıbrıs sorununun bir en önce çözüme kavuşturulmasını, evine, tarlasına dönmeyi istemektedir. NATO’cu  çevreler ise, Kıbrıs halkının yararına değil, kendi çıkarlarına  uygun bir çözüm şeklini kabul ettirme çabasındadırlar. Oysa gerek Birleşmiş Milletler kararları, gerekse Helsinki Konferansında kabul edilen, başka ülkelerin içişlerine karışmama ve anlaşmazlıkların barışçı yollardan çözümlenmesi ilkeleri Kıbrıs’ta uygulanmayı beklemektedir.

Kıbrıs sorununda ana çelişki, gösterilmek istendiği gibi Türk ve Rum toplumları arasında değil, adayı bir NATO askeri üssüne çevirmek isteyen emperyalizm ile Kıbrıs halkı arasındadır. Kıbrıs’ın tam bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğü için mücadele vermekte olan her iki toplumdaki barışsever güçler, demokratik tek bir devlet içinde, barış içinde bir arada yaşanabileceğini, geçmişte olduğu gibi gelecekte de gösterecektir. Yeter ki ada, emperyalizmin etkilerinden arınsın.

Kıbrıs sorununun iç anayasal yanlarına bir çözüm yolu bulunması için dış baskılardan uzak, demokratik güçler arasında yapılacak toplumlararası barış görüşmeleri ne kadar gerekliyse, sorunun uluslararası yanlarının çözümlenmesi için Birleşmiş Milletler çerçevesi içinde uluslararası bir konferansın bir an önce toplanması da o kadar zorunlu bir hale gelmiştir.

Uluslararası yumuşama, güvenlik ve işbirliği için, Kıbrıs’ın toptan askersizleştirilmesi ve halklar arasında bir barış ve dostluk köprüsüne dönüşmesi için mücadele eden dünya demokratik ve barışsever güçleri, Rum ve Türk Kıbrıs halkının emperyalizme ve faşizme karşı vermekte olduğu tam bağımsızlık savaşının er veya geç hedefine ulaşacağına inanmaktadır.


(Bu yazı "Hasan Mehmet” imzasıyla Kitle dergisinde (10 Temmuz 1978, Sayı:218) yayımlanmıştır. Aynı yazı Türkçe olarak 26 Haziran 1978 tarihinde Haravgi gazetesine de iletilmiş, ama orada yayımlanmamıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder