“Biz politika açısından muhakkak ki bir federe
devlet olarak görünüyoruz. Fakat Türkiye ile ilişkilerimiz ve diyaloğumuz
açısından biz bir vilayetiz. Federe devlet dahi olsak, bu federe devletin ömrü
uzun da olsa, kısa da olsa neticede olacak olan budur. (Halkın Sesi, 8.2.1978)
Kıbrıs Türk Ticaret Odası Başkanı ve faşist
TMT’nin eski üyelerinden Mehmet Can’ın yukarıdaki sözleri, 1974 yılı yazında
gerçekleştirilen “savaş harekâtı”nın dördüncü yılında ulaşılan bugünkü aşamayı
en doğru bir şekilde özetlemektedir.
Emperyalizmin ve onun saldırı örgütü NATO’nun,
bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetini ortadan kaldırmak için uzun yıllardır çeşitli
yıkıcı çalışmalarda bulunduğu bilinmektedir. Bu yolda adadaki Rum ve Türk
faşistlerinden büyük ölçüde yararlanmış ve iki ulusal-etnik topluluk arasındaki
bazı anlaşmazlıkların barışçı yoldan ve Kıbrıs halkının yararına çözümlenmesine
engel olmuştur. Rum milliyetçilerinin savunduğu Enosis tezine karşıt olarak,
1955 yılında İngiliz sömürgecileri tarafından ortaya atılan adanın Türklerle
Rumlar arasında taksim edilmesi fikri, Türk tarafınca derhal benimsenmiş ve
dönemin Menderes iktidarınca "Ya Taksim, Ya ölüm" mitingleri ile Türk
kamuoyuna mal edilmek istenmişti.
1963 olayları sonrasında İnönü tarafından “Biz
taksim tezinden çok, resmi olarak federasyon kavramını kullanıyoruz. Böylelikle
antlaşmalara da bağlı kalmış oluyoruz” (TBMM, 8.9.1964) gerekçesiyle öne
sürülen federasyon tezi, sonunda onun halefi Ecevit tarafından uygulama alanına
konmuş ve NATO’ya bağlı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin işgal ettiği Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin %40’a yakın toprağı üzerinde, “Kıbrıs Türk Federe Devleti"
adında kukla bir yönetim oluşturulmuştur. Yıllardır Kıbrıs’ta barışın
kurulmasına ve Türk toplumunun demokratik gelişmesine engel olmuş olan
TMT ve onun kurucu önderi Rauf Denktaş, bu yeni örgütlenmenin başına
getirilirken, böylece 20 yıllık faşizme de devlet kılıfı geçirilmiş oldu. Öte
yandan "anavatan"daki faşistler de yardımlarını esirgememişler,
işgal edilen bölgenin kolonileştirilmesinde hatırı sayılır miktarlarda
-özellikle sınır bölgelerine- yerleştirilmişlerdir. Halen şovenist ve fanatik
unsurlar, yönetimin çeşitli kademelerini ellerinde tutmakta ve dışa bağılı
büyük sermaye çevrelerinin çıkarlarını en iyi bir şekilde savunmaktadırlar.
İktidarı elinde bulunduran Ulusal Birlik Partisi,
Kıbrıs Türk burjuvazisinin en gerici ve en şoven kesimlerini bağrında
toplamakta olup, gün geçtikçe faşist bir parti niteliğine bürünmektedir. Faşist
Kıbrıs Türk Ocakları Derneği’nin "komünist"(!) olmakla suçladığı
Nejat Konuk’un UBP Genel Başkanlığı ve Başbakanlık görevlerinden istifasına yol
açan olaylar dizisi, başını Denktaş’ın Turancı oğlunun çektiği, partinin faşist
ve gerici kanadı tarafından düzenlenmiştir.
“Sosyal adaletin sağlanması ve vergi
düzenlemelerinin yeniden yapılasından tedirgin olan çevreler, konuyu sadece
kendi açılarından düşünüyorlarsa, hükümet üzerinde hiçbir olumlu etki yapmayacaktır”
diyen Konuk, iki defa istifa kenarından geri dönmüşse de, sonunda “Denktaş
tarafından vesayet altında tutulmak” istendiğini belirterek tüm görevlerinden
ayrılmak zorunda kalmıştır. Sermaye çevreleri günden güne yükselmekte olan
hayat pahalılığını körükleyenin “tüccar” olmadığını, bunda hükümetin suçlu
bulunduğunu öne sürerken, hükümetin başı Konuk ise toplam ithalattaki payı
%40’ı geçen bedelsiz ithalatın toplum ekonomisinin sarsılmasına neden olduğunu
açıklamıştır. Konuk’a göre, ticari hayatta daha kolay tedavül eden ve daha
kolay kâra çevrilebilen mevduatların, uzun sürede sonuç verecek sanayi
alanlarına kaydırılması, bedelsiz ithalat nedeni ile mümkün olamamaktadır.
Konuk, yaptığı basın toplantısında ayrıca, “her ay KTFD piyasasına enjekte edilen
80 milyon TL’nin bavullar içerisine konup, Almanya’da Mark’a çevrildikten sonra
geri getirildiğini” açıklamıştır.
Kaçakçılık, hırsızlık, karaborsa, pahalılık,
işsizlik ve toplumun geniş kesimlerinde artan bir hoşnutsuzluğun hüküm sürmekte
olduğu kuzey Kıbrıs’ta dört yıl sonra varılan nokta işte budur.
Taksim politikasının şampiyonu ve emperyalizmin
işbirlikçisi olan Kıbrıs Türk liderliği, büyük bir sorumsuzluk ve başıbozukluk
içinde bulunmaktadır. İşgal sonrası Rum toplumu tarafından terkedilen milyonlarca
liralık menkul ve gayrı menkul servet, fetih dönemlerinin ganimet yağması
uyarınca tutanın elinde kalmıştır. Şişirme kadrolar, göstermelik bakanlıklar,
her gece “bir değerli konuğun şerefine” verilen ziyafetler, kukla KTFD’nin
adeta varlık nedeni haline gelmiştir. Sadece 1978 Şubat ayında Mağusa
limanından yapılan 4 milyon TL tutarındaki ithalatın 1.5 milyon TL’sinin başta
viski olmak üzere bira ve şaraba ödenmiş olduğunu, ya da yine aynı ay içinde
ilk parti olarak 80 bin TL’lik puro ithal edildiğini hatırlatmak, bu sefahat
iktidarı hakkında bir fikir edinmek için yeterlidir sanırız.
Yerel bankalara olan borcu 700 milyon TL’yi aşan
federe devlet, kendini
desteklemekte olan büyük emlak sahiplerine, ayda 2 milyon 85 bin TL kira bedeli
ödemektedir. 1975'de özel kesim yatırımcılarının % 25'ini oluşturan
konut sektörü, 1976 yılında %60’lık bir orana yükselmiş ve 1977 yılı içinde
sadece Lefkoşa'da 297 inşaat izni alınmıştır. Son üç yılda ev kiralarındaki
artış ise %80’i bulmaktadır. Arsa ve konut spekülatörleri, gün bizimdir diyerek
vurgun üstüne vurgun vurmaktadırlar.
Tarım (%31.6) ve Kamu (%23.1) sektöründen sonra
gayrı safi milli hasılanın %12’sini oluşturan ve 1,200 tüccarın oluşturduğu
Ticaret sektörü ise bütün şikayetlere rağmen, en gelişen sektör olma durumunu
korumaktadır. Bedelsiz ithalat yoluyla adaya getirilen halı, battaniye, cam
eşya gibi mallar "bavul turizmi”nin gelişmesine yardım ederken, temel
besin maddeleri ve diğer tüketim malları da %100’ü aşan kârlarla yoksul halka
dayatılmaktadır. Türkiye’deki tekelci sermaye çevreleri ile bütünleşme süreci
içinde olan Kıbrıs Türk burjuvazisinin bir kesimi, “biz ticaretin kısıtlanması
taraftarı değiliz, biz ticaretin serbest bırakılmasından yanayız, ancak yerli
sanayinin korunması şartıyla” görüşünü öne sürmekte, fakat iktidarda söz sahibi
olan kesim bu tutumu "hissi ve katı düşünceli" olarak
nitelendirmektedir. KTFD’nin ekonomik kalkınması ile ilgili görüşlerini Ticaret
Odası Başkanı Mehmet Can şöyle aktarıyor: "Hiç olmazsa Kıbrıs’ı bir vilayet
olarak kabul ederek sanayimize öyle girmemiz gerekir. Benim görüşüm budur.
Çünkü Türkiye'nin bilirkişisi vardır, alt yapısı, dış temsilcilikleri, herşeyi
vardır. Sadece bir ulaşım problemleri söz konusudur. Biz yine de kendi başımıza
bir saksı çiçeği gibi büyüye büyüye bir yere çıkmaya çalışıyoruz. Bu imkânsızdır."
İşte "siyasi denge, ekonomik denge ile
ayakta durabilir" diyenlere en yetkili ağızdan verilen bir cevap.
Bilindiği gibi çoğunluğu kırsal bölgede yaşamakta olan Kıbrıslı Türklerin, 1974
savaşı öncesinde ada ekonomisine olan katkısı %8 civarında idi. Ada toprağının
%12.3’üne sahip olan Türkler, tarım sektöründe %12.5, ticaret sektöründe %10 ve
sanayi sektöründe ise %2 oranında bir faaliyet göstermekte idiler. Ada
ekonomisinin bütünlüğü içinde yerini alan Kıbrıs Türk burjuvazisi, “hangi
açıdan ele alınırsa alınsın Kıbrıs, Barış harekâtı öncesinde birçok ekonomik
sorunlarını çözümlemiş ve yeni bir atılım dönemine geçmiş görünmektedir” derken
(Ticaret Odası Raporu 1978), öte yandan da kendi yapısal güçlüklerinden Rum
kesiminin politik baskısını sorumlu tutmaktadır. Oysa Sanayi Odası Başkanı
Yüksel Ratip gerçekleri açıkça söylemektedir: "Ben sanayinin doğduğumdan
beri içindeyim. Yıllardır çalışırız, ancak bu güne kadar bir arpa boyu yol kat
ettiğimiz yok. Çünkü sanayinin sorunları çok. İşçisi var, sigortası var,
hükümeti var, kazanç vergisi var." (Halkın Sesi, 8.2.1978)
Emperyalizmin taksim politikası uyarınca
1958'lerde faşist TMT’nin terörü altında başlatılan "Türkten Türke
Kampanyası", Kıbrıs’ın ekonomik gerçekleri karşısında iflas etmişti. Ama
1974 sonrasında işgal ordusunun gölgesi altında uygulanan “Türkiye ile ekonomik
bütünleşme” politikası artık meyvelerini vermeye başlamıştır. Sadece 1976 yılı
içinde T.C. Ziraat Bankası, Kıbrıs’tan Türkiye’ye vergi ödemeksizin 260 milyon
TL, Türkiye İş Bankası ise 152 milyon TL transfer etmiştir. Kuzey Kıbrıs’taki
bankalarda bugün 2 milyar TL dolaylarında mevduat bulunmakta olup, 1.5 milyar
TL kadar kredi dağıtımı yapılmıştır. Bankalar, kredi maliyetini ve hangi
alanlara kredi verilebileceğini kendileri kararlaştırmakta, mevduatları dış
ülkelere aktarabilmekte, tahvillere yatırabilmekte, kurdukları sigorta
şirketleri aracılığı ile devletin sigorta yaptırma sorumluluğundan yararlanarak
büyük kârlar elde etmektedirler.
Emperyalizm ve uluslararası gericilik, dört yıl
önce gerçekleştirdiği kuzey Kıbrıs’ın işgalini, dünya demokratik kamuoyunun
bütün baskılarına rağmen bugün de sürdürmektedir. Birleşmiş Milletler ve Avrupa
Güvenlik ve İşbirliği Konferansı kararlarına aykırı olarak Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmaya
yönelik uzlaşmaz tutumunda ısrar edilmektedir. Uzun bir süredir kesilmiş olan
toplumlararası barış görüşmelerine sunulan son Türk önerileri ise yapılan
propagandanın aksine, federal bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nin oluşturulması yerine,
var olan Kıbrıs devletini bölmeyi ve NATO’cu güçlerden destek alan KTFD’ni
yasal yetkilerle donatmayı amaçlamaktadır.
Merkezi federal devletin, kendi öz organları ile
bağımsız ve egemen devlet gücünü icra edebileceği görevler, başta yasama,
yürütme ve yargı yetkilileri olmak üzere posta, haberleşme ve hatta
meteorolojik hizmetler federe devletlerin sorumluluğuna verilmektedir. Federal
savunma ve güvenlik gücünden söz edilmekte, her federe devletin kendi
bölgesinin ayrı askeri birlikler bulundurma hakkı tanınmaktadır. Federal devlet
toprakları üzerinde seyahat, yerleşme, mal sahibi olma, çalışma özgürlükleri
yurttaşlardan esirgenmekte, insan hakları ve temel özgürlüklerin yasal
korunması gibi bütün federasyonlarda görülen merkezi hükümetin sorumluluğu
altındaki temel ilkeler, önerilerde yer almamaktadır. Her federe devletin ayrı
bir Merkez Bankası olması öngörülmekte, ayrı vergilendirme, standartlar ve
hizmetler getirilerek, merkezi ekonomik planlama imkânsız kılınmaktadır. Daha
da önemlisi, federe devletlere istediği ülkelerle her türlü anlaşma bağlama
yetkisi tanınmaktadır. Kıbrıs ve Yakındoğu halklarını tehdit eden İngiliz
askeri üslerinin geleceğine ilişkin olarak ise hiçbir görüş belirtilmemektedir.
“Ayrı bir devlet ilan etme” veya iktidardaki
UBP’nin programında yazılan “anavatanla bütünleşme” gibi emperyalizmin
çıkarlarına hizmet edecek oldu-bittiler peşinde koşan Denktaş ve yandaşları,
iki ulusal-etnik toplumun federal bir yapıda yeniden birleşmesinden çok, var
olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin birliğini ve toprak bütünlüğünü bozacak iki ayrı
devletin oluşturacağı bir konfederasyonu önermektedirler.
“Türk ordusu barış oluncaya kadar, güvenlik
kuruluncaya kadar, Türk toplumu müreffeh bir hayata kavuşuncaya kadar Kıbrıs’ta
kalacaktır” diyen bozkurt amblemli KTFD’nin başkanı Denktaş, emperyalizm
ve NATO’nun bölgedeki stratejik çıkarlarını savunmaktadır. Yine onun
yönlendirdiği gerici ve işbirlikçi çevreler, 1958’lerden beri Kıbrıs Türk
toplumunun demokratik gelişmesini baskı ve terörle durdurmak istemiş, halkı
askeri yönetim altındaki küçük enklavlarda üretim dışında tutarak, Türk
toplumunun adanın ekonomik kalkınmasından yararlanmasını önlemişlerdir. Fakat
son iki yıl içinde kuzey Kıbrıs’ta kaydedilen 80’i aşkın grev ve çeşitli
protesto olayları, özellikle işçi sınıfının büyük bir uyanış içinde olduğunu
göstermektedir. Öteki ilerici ve demokratik örgütler de toplumsal hayatta
ağırlıklarını duyurmaya başlamışlardır.
Güneyde yaşayan Kıbrıslı Türklerin işgal
altındaki bölgeye aktarılmasından sonra, çeşitli ekonomik ve sosyal bunalımlar
içine itilen Türk toplumu, Kıbrıs sorununun bir en önce çözüme
kavuşturulmasını, evine, tarlasına dönmeyi istemektedir. NATO’cu çevreler
ise, Kıbrıs halkının yararına değil, kendi çıkarlarına uygun bir çözüm
şeklini kabul ettirme çabasındadırlar. Oysa gerek Birleşmiş Milletler
kararları, gerekse Helsinki Konferansında kabul edilen, başka ülkelerin
içişlerine karışmama ve anlaşmazlıkların barışçı yollardan çözümlenmesi ilkeleri
Kıbrıs’ta uygulanmayı beklemektedir.
Kıbrıs sorununda ana çelişki, gösterilmek
istendiği gibi Türk ve Rum toplumları arasında değil, adayı bir NATO askeri
üssüne çevirmek isteyen emperyalizm ile Kıbrıs halkı arasındadır. Kıbrıs’ın tam
bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğü için mücadele vermekte olan her
iki toplumdaki barışsever güçler, demokratik tek bir devlet içinde, barış
içinde bir arada yaşanabileceğini, geçmişte olduğu gibi gelecekte de
gösterecektir. Yeter ki ada, emperyalizmin etkilerinden arınsın.
Kıbrıs sorununun iç anayasal yanlarına bir çözüm
yolu bulunması için dış baskılardan uzak, demokratik güçler arasında yapılacak
toplumlararası barış görüşmeleri ne kadar gerekliyse, sorunun uluslararası
yanlarının çözümlenmesi için Birleşmiş Milletler çerçevesi içinde uluslararası
bir konferansın bir an önce toplanması da o kadar zorunlu bir hale gelmiştir.
Uluslararası yumuşama, güvenlik ve işbirliği
için, Kıbrıs’ın toptan askersizleştirilmesi ve halklar arasında bir barış ve
dostluk köprüsüne dönüşmesi için mücadele eden dünya demokratik ve barışsever
güçleri, Rum ve Türk Kıbrıs halkının emperyalizme ve faşizme karşı vermekte
olduğu tam bağımsızlık savaşının er veya geç hedefine ulaşacağına inanmaktadır.
(Bu
yazı "Hasan Mehmet” imzasıyla Kitle dergisinde (10 Temmuz 1978, Sayı:218) yayımlanmıştır. Aynı yazı Türkçe olarak 26 Haziran 1978 tarihinde Haravgi
gazetesine de iletilmiş, ama orada yayımlanmamıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder