Her şey Kıbrıs Cumhurbaşkanı Tassos Papadolulos’un Ekim ayı
ortalarında bir dış gezi dönüşünde yaptığı bir açıklamayla başladı. 24 Nisan
2004’de Kıbrıs’ın her iki bölgesinde yapılan referandumlar öncesinde ve
sırasında, seçmenleri Annan Planı leyhinde etkilemek için paralar harcanmış ve
bu durum, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Danışmanı Alvaro de Soto tarafından
Papadopulos’a gönderilen bir mektupta da doğrulanmıştı. Papadopulos’a göre, bu
Kıbrıs’ın içişlerine bir müdahale oluşturmaktaydı.
Gözler hemen BM’in Kıbrıs’taki Proje Hizmetleri Ofisi (UNOPS)’a
çevrildi. Kıbrıs’ın gerek güneydeki Rum kesiminde, gerekse kuzeydeki Türk
ordusunun işgali altındaki kesiminde,
UNOPS tarafından 1998’den beri dağıtılan paraların nerelere harcandığı ve
bunlardan kimlerin yararlandığı tartışıldı. Adadaki de facto taksimin,
konfederal bir devlet çatısı altında de jure hale getirilmesini amaçlayan Annan
Planı’nı destekleyen ve ona karşı olan politikacılar, UNOPS aracılığı ile
dağıtılan USAID fonlarının nereye harcandığına ilişkin bağımsız bir araştırma
yapılmasını talep ettiler.
Bu sırada basına bir rapor sızdırıldı. ABD/BM İki Toplumlu Kalkınma
Programı (BDP) hakkında Amerikalı uzmanlar tarafından hazırlanan 120 sayfalık
bu resmi değerlendirme raporuna göre, 1998 yılından bu yana çeşitli iki
toplumlu projeler için harcanan ve ABD Kongresi tarafından onaylanmış olan
toplam 60 milyon dolar, Rum kesiminden 40, Türk kesiminden de 41 “Sivil Toplum
Örgütü” (NGO=Non Governmental Organisation) tarafından kullanılmıştı. Raporda,
“riske girenler” ve “fikir liderleri” başlıkları altında, bazı tanınmış
Kıbrıslı Rum ve Türk kişilerin adlarının da anılmış olması tartışmaları
alevlendirdi. Bu kişiler arasında parti liderleri, milletvekilleri, belediye başkanları,
daire müdürleri, sendikacılar, işadamları, gazeteciler ve hatta bir din
adamının adı geçmekteydi. BDP hakkındaki rapora göre, bu paranın sadece 6.4
milyon dolarlık bir kısmı, “daha büyük projelere sıçrama tahtası olarak
kullanılan NGO’lara” verilmişti ve işte bu miktar, politik manipulasyon
şüphesine açıktı. Nitekim raporda da belirtildiği üzere BDP, her iki toplumdan
örgütler, NGO’lar ve yurttaşlar arasında temas ve işbirliğini teşvik etmeyi
amaçlayan politik bir program olup, Lefkoşa’daki ABD Büyükelçiliği tarafından
yürütülmektedir. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün, Kıbrıs’ta ne amaçla
harcandığı kayda geçirilmemiş olan paraların kimlere verildiğini
açıklamayacağını belirtmesi ise anlamlıdır.
Bilindiği gibi 1970’li yılların sonundan bu yana, dünyada
finansman sağlayan kuruluşların politikasında bazı değişiklikler olmuş ve
sosyal-siyasal etkinliklerde bulunan yeni tür “aktivist” NGO’lar, sistematik
olarak teşvik görmeye başlamıştır. Öte yandan CIA’nin ABD yardım kuruluşlarına
gizlice girişi ise çok yaygın bir hal almıştır. 1976’da oluşturulan bir ABD
Senato Komitesinin ortaya çıkardığına göre, 1963-66 yılları arasında 164
kuruluş tarafından verilen ve her biri 10 bin doların üzerinde olan 700
bağıştan en azından 108 tanesi, kısmen veya tamamen CIA tarafından sağlanmıştı.
ABD dışındaki başka gelişmiş sanayi ülkelerinden NGO’lara verilen hükümet
desteği, 1995 yılında 2.3 milyar dolardı. ABD’nin sağladığı finansman da buna
eklenirse, bu rakam dünya çapında 4 milyar dolara yaklaşmaktadır. Muazzam
miktardaki bu para, NGO’ların hızla artmasının “sosyal bir olgu” olarak takdim
edilmesinin nasıl bir aldatmaca olduğunu göstermektedir.
Geçtiğimiz on yıllar
içinde NGO’culuk, çok büyük bir ölçüde gelişmiştir. Tabii ki bütün NGO’lar ABD
destekli değildir. Alman, İsveç ve benzeri ülkelerin destekledikleri NGO’lar da
vardır. Ama hepsinin de tek bir ortak yanı vardır: Başlangıçta samimi olan işçi
hareketi veya öğrenci aktivistlerini, zararsız NGO etkinliklerine yönlendirmek.
Bu, birçok parasal fonun sağlanması ile çok daha kolay bir hale
getirilmektedir. O nedenle, daha önce militan sendikacılık veya siyasal
etkinliklerde bulunabilecek olan
kişilerin, ortalıkta mantar gibi biten NGO bürolarında görev aldıklarını
görmekteyiz. NGO’lar, onların daha önceki militanlıklarını yavaş yavaş terketme
ve yaptıklarında bir “anlam görme”lerine yardımcı olmaktadır. Böylece,
geçmişte, askeri diktatörlüklerin vahşi eliyle sona erdirilen militan gençlik
ve işçi etkinliklerinin yerini, şimdi daha kurnaz yaklaşımlar almıştır. Önde
gelen militanlar, ezilen, fakir ve işçi sınıfından insanlar için hâlâ daha
birşeyler yapmakta olduklarına inandırılmakta ve yavaş yavaş yolsuzluğa
itilmektedir.
Ortak çizgi, kapitalizmin dar sınırları içerisinde herşeyin yapıldığı
şeklindedir. Gerçek sosyalistlere “çağı geçmiş Marksist görüşlerini neden hâlâ
daha korudukları”nı soran NGO’cuları ne kadar da sık duymaktayız. Yöntem
farklıdır, ama amaç aynıdır: İşçi sınıfını ideolojik olarak silahsızlandırmak
ve protestoyu, zararsız muhtaç kişiler için bağış toplama tipi etkinliklere
kanalize etmek.
Tabii ki, her NGO, ABD dış
politika kurumlarının denetimi altında değildir ve birçok yardım görevlisi,
kapitalizmin ve savaşın böldüğü ülkelerde gerekli olan rahatlatma çalışmalarını
yürütmeye devam etmektedirler. Ama kalkınmakta olan ülkelerde esen rüzgarların
hangi yönde estiğinde bir yanlışlık yoktur. USAID raporu bakın mağrur bir
biçimde ne diyor: “NGO’lar, bağışları yapmakta olan hükümetlerin hemen yanında
yer almaktadır. Ama zamanla bu ilişkiler daha yakın bir hal almıştır.”
USAID paralarının akibeti
ile ilgili tartışmalar sırasında, “toplumlararası dostluk ve barış eğitimi”
gören “Uyuşmazlıkların Çözümü-CR” grupları ve “çözüm ve AB” hedefiyle on binlerce Kıbrıslı Türkü sokaklara döken NGO’ların
bugün neden sessiz kalmayı tercih ettikleri üzerine çeşitli sorular
sorulmaktadır. ABD, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1960’da kurulması öncesinde de,
Kıbrıslı Türk ve Rumlardan oluşan heyetleri İsviçre’deki Bürgenstock/Caux’da
antikomünist “Moral Silahlanma” eğitimlerinden geçirmişti. Acaba tarih Kıbrıs’ta yine tekrarlanacak mı?
(soL dergisi,
Sayı:231, Aralık 2004)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder