Türkiye, 1923’de
imzaladığı Lozan Anlaşması ile Kıbrıs adası üzerindeki “her türlü hak ve
sıfatlarından vazgeçtiğini” duyurmuş ve adanın Britanya’ya bağlanmasını kabul
etmişti. Ama İngilizler, Ağustos 1955’de topladıkları Londra Konferansı ile
“Kıbrıs meselesi diye birşey yoktur” diyen Türkiye’yi yeniden Kıbrıs sorununa
taraf yapmayı başarmıştı.
Kıbrıslı Rumlar ile
Kıbrıslı Türkler arasında, her iki taraftaki faşist yeraltı örgütleri
aracılığıyla kışkırtılan çatışmalar, 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması
ile geçici olarak dindirilmiş, NATO üyesi olan İngiltere, Yunanistan ve
Türkiye, yeni kurulan devletin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünün
garantörü olmuşlardı.
Emperyalizm, soğuk savaş
koşullarında, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağlantısız bir dış politika gütmesinden
ve içte güçlü bir komünist partisine sahip olmasından huzursuzluk duyuyordu.
Geçici olarak enosis ve taksim hedeflerinden vazgeçmiş görünen Rum ve Türk
liderlikleri, ortaklık devletini ancak üç yıl birlikte götürebildiler. Aralık
1963’deki toplumlararası çatışmaların ardından, devlet yapısından çekilen
Kıbrıs Türk liderliği, emperyalizmin taksim planları gereği, Türkiye’nin bir an
önce adaya askeri müdahalede bulunmasını beklemeye koyuldu. Liderlik, TC
Başbakanı İnönü’nün gönderdiği 10 Mart 1964 tarihli mektubundaki, “devlet
mekanizmasına geri dönün” çağrısına uymamakta azimli olduğunu duyurdu. Ne var
ki BM örgütü, 4 Mart 1964 tarihli kararında, tümüyle Kıbrıslı Rumlara
terkedilen Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetini, adadaki tek yasal makam olarak tanıdı
ve Türkiye de bu kararı onayladı.
1967 yılı sonunda ilan
edilen Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi, 1975’de adanın Türk işgalindeki bölgesinde
ilan edilen Kıbrıs Türk Federe Devleti ve 1985’de bunun Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti adını alması, hep uluslararası hukuk dışındaki eylemler olarak
değerlendirildi, kınandı, ama hepsi de Türkiye’nin teşvik ve desteği ile
gerçekleştirildi.
Bağımsızlık, egemenlik ve
toprak bütünlüğünü güvence altına aldığı Kıbrıs devletinin kuzeydeki %37’lik
kısmını 1974’den beri askeri işgali altında tutan Türkiye, Cenevre Sözleşmesine
aykırı olarak buraya nüfus aktardı. Adanın demografik yapısını değiştirmek bir
yana, oluşturduğu kukla devlet eliyle de Rumlara ait terkedilmiş mal ve mülkü
savaş ganimeti olarak dağıttı. Bu malların satılarak büyük vurgunlar
vurulmasına göz yumuldu ve mülkiyet sorunu içinden çıkılması zor bir duruma
sokuldu.
Yine aynı Türkiye, Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin 1 Mayıs 2004’de Avrupa Birliği’ne resmen katılmasından sonra,
AB toprağı haline gelen Kıbrıs’ta işgalci bir duruma düşerken, şimdi de o
birliğin üyesi olmak için görüşmelere başlayacağı tarihi beklemektedir. Ne var
ki Kıbrıs Cumhuriyeti ile olan ilişkileri, ne uluslararası hukuka, ne de AB
hukukuna uymaktadır.
Kıbrıs Cumhuriyeti
makamları, Eylül 2004’de AB Komisyonu’na gönderdiği bir belgede, Türkiye’ye
üyelik görüşmelerini başlatmak üzere bir tarih verilmesinden önce, şunları
talep etmiştir:
1. Türkiye, Gümrük Birliğini Kıbrıs’ı da içine alacak şekilde
genişletmelidir.
2. Türkiye, üye olduğu uluslararası ve bölgesel kuruluşlara Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin de katılmasını veto etmemeli ve engeller koymamalı.
3. Avrupa’da Güvenlik ve İşbirliği Örgütü faaliyetlerinin yürütülmesinde
Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sorunlar çıkarmaması.
4. Silahların Yaygınlaştırılması ve Denetim Statüsü Örgütü’ne Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin de katılmasına Türkiye’nin engel çıkarmaması.
5. Türkiye’nin Kıbrıs bandıralı gemilere koyduğu sınırlamalardan
vazgeçmesi.
6. Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti ile doğrudan iletişim kurması.
7. Avrupa-Ortadoğu hava trafiği işbirliğinin genişletilmesine Türkiye’nin
izin vermesi.
8. Türkiye, 3212 sayılı Güvenlik Konseyi kararı hilafına 36 bin askerle
adanın işgalini sürdürmemeli, Maraş ile ilgili 550 sayılı Güvenlik Konseyi
kararını uygulamalı ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımayı reddetmekten
vazgeçmelidir.
4-5 Ekim 2004’de
İstanbul’da yapılması planlanan İslam Konferansı Örgütü ile AB Dışişleri
Bakanları Ortak Forumu’nun iptal edilmesi ve Türkiye’nin Gümrük Birliğine Kıbrıs
Cumhuriyeti’ni de alması üzerine, Kıbrıs’taki yasadışı KKTC yöneticileri telaşa
kapılmıştır. Başkan Denktaş, “Türkiye KKTC’yi tanımaktan vazgeçtiği gün kıyamet
kopar” derken, Başbakan Talat da, “Türkiye’nin, şimdiki haliyle Kıbrıs
Cumhuriyeti’ni tanıma noktasına gelirse, o zaman kaçınılmaz olarak KKTC’yi
tanımaması zorlamasıyla karşılaşacak, bu da kaos yaratacaktır” şeklinde
konuşmuştur.
Kıbrıslı Türkleri 1958’den
beri taksimci politikası peşinde koşturtan TMT lideri Rauf Denktaş, 2003’ün
Eylül ayı başında Hürriyet gazetesini ziyaretinde, TC hükümetlerine olan
serzenişini şöyle dile getirmişti: “Siz 40 yıl bir avuç insana milli dava,
Türklük davası deyip, gizli gizli silah verip, teşkilat yaptırın, yeraltına
indirin. 50 yılımızı Türklük davası diye harcayalım. Ondan sonra, “Yok canım,
yanlış yapılmıştır. Hiç buna gerek yoktur” diyemezsiniz, hakkınız yoktur. Bunu
diyecekseniz, erkekçe söyleyeceksiniz. Çağırırsınız liderleri, dersiniz ki,
arkadaşlar, ya Rum-Yunan idaresinde, ya da Türk idaresinde yaşayacaksınız,
seçin. Bizim artık Kıbrıs diye bir meselemiz yok. Biz bütün gençliğimizi heba
ettik... Benim müzakerelerden çekilmemi isteyeceklerdir. Bu durumda her şeyi
bırakırım, Anadolu’yu arkama alıp tekrar mücadeleye başlarım.”
Şimdi Kıbrıs’ta şu soruların
yanıtları merak edilmektedir: TC, KC’yi tanıyacak mı? Kıyamet kopacak mı?
Denktaş yine meydana inecek mi?
(soL dergisi, Sayı:230, Kasım 2004 ve Afrika gazetesi, 21 Ekim 2004)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder