Kıbrıs’ta İngiliz üslerine dokunulmazken, kuzeydeki oluşumun bu haliyle
tanınması öngörülüyor
Ahmet Cavit An, 1950 yılında Lefkoşa’da doğdu. İstanbul Üniversitesi’nin
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden 1975’de mezun olduktan sonra, Almanya’nın Leipzig
kentinde çocuk doktoru ünvanını aldı. 1982’den beri Lefkoşa’da serbest hekim
olarak çalışıyor. 1971’den beri İstanbul ve Lefkoşa’daki çeşitli gazete ve
dergilerde Kıbrıs sorunuyla ilgili makale ve araştırmaları yayımlanıyor. Kıbrıs
Türklerinin siyasal, kültürel ve tarihsel geçmişi üzerine araştırmalarını
sürdüren An’ın yazılarını topladığı ve 3’ü Türkiye’de, 6’sı Kıbrıs’ta
yayımlanmış 9 kitabı var.
Dr. Ahmet Cavit An, 1989-90
yıllarında faaliyet gösteren iki toplumlu “Bağımsız ve Federal Kıbrıs için
Temas Grubu”nun Kıbrıslı Türk koordinatörü olarak yürüttüğü etkinliklerin
engellenmesi üzerine 1992’de “Kıbrıs’ın işgal altında bulunan bölgesinde
örgütlenme özgürlüğünün kısıtlandığı” gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nde (AİHM) bir dava açmıştı. 2003 yılının şubat ayında AİHM, An’ın
suçlamasını haklı buldu ve Türkiye’nin yaptığı temyiz başvurusunu da Temmuz
ayında reddetti. Ekim ayının 8’ine dek Türkiye’nin Ahmet Cavit An’a (15 bin
euro manevi tazminat ve 4 bin 715 euro da avukat ücreti olmak üzere toplam) 19
bin 715 euro’luk tazminatı ödemesi gerekiyordu. Bu miktar, 15 Eylül 2003
tarihinde bankaya yatırılmış bulunuyor. 23 Nisan’dan sonra Kıbrıs’ın iki
tarafını ayıran kapıların açılmasında kendi davasının da etkisi olduğunu
belirten An, bu gelişmelerle birlikte emperyalistlerin Türk-Rum düşmanlığı
yalanının boşa çıktığının görüldüğünü söylüyor. Ancak An, kendisinin de büyük
ölçüde çaba sarf ettiği “halkların ortak siyasi örgütlenmesi” konusunda bir
gelişme olmamasından hoşnutsuz…
Kıbrıs’ta iki halkı birbirinden ayıran kapıların açılmasının ardından,
yıllardır bir hayalet olarak dolaştırılan Türk ve Rum düşmanlığı bir türlü
hortlamadı. Ancak, iki halkın dostluğu ve birbiriyle kaynaşması yetmiyor.
Halkların kendi kaderlerini belirlemek için, ortak siyasi faaliyet yürütmeleri,
bunun için örgütlenmeleri gerekiyor. Emperyalizm, “taksim” politikasını kalıcılaştırma
planları çerçevesinde, Kıbrıslı Türk ve Rumların ortak örgütlenmesini ikame
edecek “psikolojik” zeminler oluşturuyor. Onyılların emperyalist yalanlarına
inanmış olanlar, bu yeni açılan zeminleri yeterli görüyor ve emperyalist
politikaların taşıyıcılığını yapıyor. Kıbrıslı yazar Ahmet An, bu süreci soL
için değerlendirdi.
soL : Kıbrıs sorununun çözümünde uzunca bir süredir
Avrupa Birliği (AB) yoluna işaret ediliyordu. Şimdi o konuda hayli mesafe
alındı. Son gelişmeleri, AB süreci ve Annan Planı çerçevesinde ortaya çıkan
tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz? İstenen çözüme yaklaşıldı mı?
Ahmet C. An: Rum kesiminin bu üyelik için başvurusunda
söylediği gerekçe, -gerçi AB ile çok eskiden beri temasları var, özellikle
ekonomik olarak dış ticaretinin önemli bir bölümünü bu ekonomik blokla
yapıyordu zaten, ama Kıbrıs sorununa bu
şekilde çözüm yolu bulunabileceği biçimindeydi. Fakat pratikte bütün
girişimlerin Amerikan ağırlıklı olduğu ve Amerika’nın yönlendirmesiyle cereyan
ettiği ortaya çıktı. Bilahare (Annan Planı hazırlanırken özellikle Amerika’daki
belli bazı kesimlerin plana kimi unsurları katma isteği, artı) Kıbrıs’ta üs
bulunduran ve bu üs topraklarını AB’ye girildiği zaman, AB müktesabatı dışında
tutmaya çalışan İngiltere’nin temsilcisinin de büyük katkıları olduğu
öğrenildi. Son çözümlemede, Annan Planı elimize geldiği zaman bunun daha çok
bugün varolan ikili yapıyı korumaya yönelik bir plan olduğu ve gerçekte
Kıbrıs’ın çıkarlarına hizmet etmediği ortaya çıktı.
Fakat
her nedense özellikle Kuzey’deki siyasi partiler ve sol kesim bunun bir çıkış
yolu olabileceğine inandılar. Ve Kasım 2002’den beri sürekli olarak bu planın
kabul edilmesi doğrultusunda yayınlar yaptılar. (Bu ilk önce “derhal imzalama”
şeklinde oldu; ondan sonra gerek Ticaret Odası gerekse Cumhuriyetçi Türk
Partisi’nin (CTP) “belli bazı maddeleri değiştirelim” şeklinde yaklaşımları
oldu. Ve) BM yetkilileriyle Denktaş Bey’in bu işi pek görüşmeye yanaşmamasına
rağmen, kendileri anayasa uzmanlarıyla ve BM yetkilileriyle bazı görüşmeler
yaptılar. Kendilerince bazı değişiklikler gerçekleştirdiler ve bu vesileyle
arada ikinci versiyon, üçüncü versiyon denilen Annan Planları ortaya çıktı.
(Çeşitli tarihler kondu ve o zamana kadar anlaşmanın imzalanacağı söylendi.
Fakat Türk tarafı bu haliyle planı imzalamaya yanaşmadığı için sonuca ulaşılamadı.
Son olarak yapılan)
Weston’un Avrupa ziyareti çerçevesindeki
demeçlerinde de görüldü, yeni bir inisiyatif başlatarak belki de Lefkoşa’daki
Kıbrıs Türk seçimleri öncesinde bir turu canlandırmak ve seçimlerden sonra
muhalefetin iktidara gelmesiyle, bu görüşmeleri devam ettirmek olarak
beliriyor.
(Geçen yıl)
Kopenhag Zirvesi sürecinde Türkiye’de, sanki Türk tarafının ve hatta Denktaş’ında Annan Planı’nı benimseyeceği yönünde bir atmosfer yaratıldı. Öyle ki, Denktaş
buna karşı çıktığında onun da siyasi olarak etkisizleşeceği havası hissedildi.
Ancak, zirve sırasında gerçekleştirilen temaslar ve Ankara’daki gelişmelerle
birlikte aksi yönde bir sonuç ortaya çıktı. AKP’nin de başta Denktaş’la arayı
açarken sonra arka çıkması süreci yaşandı. Böyle bir “değişiklik” var mıydı?
Öyleyse bu ne anlama geliyordu?
Şimdi süreç içinde Annan Planı’nda da bazı değişiklikler yapıldı tabi. Ama
Türkiye hükümetinin siyasetine bakacak olursak başlangıçta AKP iktidara
geldiğinde Brüksel, ya da Belçika tipi bir federasyona yakın konuşmalar
yapıldı. Ancak bilahare Denktaş Bey’le temas edip onun Annan Planı ile ilgili
görüşleri öğrenildikten sonra veya belki de Türkiye’deki “establishment” bu
konuyla ilgili görüşlerini ortaya koyup faaliyete geçtikten sonra, Belçika tipi
bir federasyon görüşünden giderek bir kayma oldu.
(Hatta bazı demeçlere bakacak olursak demecin bir kısmında plana destek
verip bir kısmında Denktaş Bey’e destek verildiği oldu. Basının belli bir
kesimi, en azından bugünkü statükoyu kırma adına, ya da Denktaş Bey’in
uzlaşmazlığını gidermek açısından bu planın temel kabul edilip üzerinde görüşme
başlatılması doğrultusunda yayın yaptı. Rum tarafındaki görüş de aynı
şekildeydi.)
Rum
tarafında siyasi partilerin büyük bir kesimi Annan Planı’nı kabul etmiyor; onu
ırkçı, ayrımcı ve bugün varolan durumu sürdürecek nitelikte bir yapı olarak
görüyor. Fakat uluslararası topluluk tarafından suçlanmamak için “biz bunu
tartışma zemini olarak kabul ediyoruz” diyorlar ve buna paralel olarak çeşitli
değişiklik önergeleri hazırlamış bulunuyorlar. Planla ilgili çeşitli çalışmalar
yapıyorlar.
(Aslında planda
açık olmayan birçok madde var, gerçekten bunların altının doldurulması lazım.
Örneğin toprak mülkiyeti konusunda bir dizi sorun var. Bunlar bugün, politik
tarafların kendi istediği şekilde kullanılıyor.
Örneğin, geçen haftalarda M. Ali Talat Rum basınına bir demeç
verdi ve büyük tepki topladı. Orada, “Kıbrıs Rumlarının kuzeydeki toprak
mülkiyeti, Türkiye’den ithal edilen göçmenlerin insan haklarından önemli
değildir” diyordu. Halbuki, burjuva kurallara göre eğer bu iş çözülecekse,
gerek Rumların kuzeydeki gerekse Türklerin güneydeki toprakları sorunu önem
taşıyor. Türkiye’den gelen göçmenlerin -ki sayısı 100 bini aşmıştır, Kıbrıs
Türklerinin sayısını aşmıştır, toprak sorunlarının da uluslararası hukuka göre
halledilmesi gerekir. Ki Cenevre Konvansiyonu’na göre, işgal edilen topraklara
nüfus aktarılması yasa dışıdır. Böyle karışık bir sürü durum var. )
Annan Planı Ada’nın birleşmesi
konusunda nasıl bir yaklaşım getiriyor? AB sürecine dair dile getirilen bu beklentinin
neresindeyiz?
Kıbrıs sorununda emperyalistleri asıl huzursuz eden, onca yıl İngiliz
egemenliğinde bulunmuş olan adanın bağımsız olmasıyla, NATO dışında bir
politika izlemeye başlaması ve bağlantısızlar içinde saygın bir konum edinmesi
oldu. Bu antiemperyalist konum, gerek Amerikan ve gerekse İngiliz
emperyalizmini rahatsız etti. (Zaman içinde çeşitli komplolarla –EOKA’nın
EOKA-B olarak canlandırılması,) Makaryos hükümetinin devrilmeye çalışılması,
adadaki Yunan birliklerinin yerli faşistlerle birlikte ’74 darbesini
düzenlemesi, ardından (Lizbon Zirvesi’nde kararlaştırıldığı gibi) Türkiye’nin
derhal askeri müdahaleyi gerçekleştirmesi gibi komplolarla, Amerika’nın
1956’dan beri planladığı bir şekilde adanın taksimi gündeme geldi.
Burada
bağımsız bir yönetimin yaşamasına emperyalistler karşıdırlar. Adayı taksim
etmiş olmalarına rağmen uluslararası hukukta bunu istedikleri gibi
pazarlayamadılar. Kaldı ki, Kıbrıs halkı da taksimden memnun değil ve çeşitli
uluslararası zeminlerde bunu geri döndürmeye çalışıyor. Emperyalistlerin
bulacağı yeni çözümde de adanın yine emperyalizme bağlı kalması ve bağımsız
davranmaması sağlanmaya çalışılıyor.
Nitekim,
Annan Planı’nda da, özellikle kuzeydeki oluşumun sınırları Türkiye tarafından
garanti ediliyor. Kuzeye gelecek olan Rumların sayısına kısıtlamalar
getiriliyor. Bizim “3 özgürlük” dediğimiz; yerleşme, mülk edinme ve seyahat
özgürlüklerinde on yıllara yayılan sınırlamalar konuyor.
23
Nisan 2003’ten sonra seyahat özgürlüğüne konan engellerin bir kısmı gerek benim
gerekse Titina Loizidu’nun kazandığı davalar da gözönünde bulundurularak
gevşetildi ve kapılar açıldı.
Bundan
sonra “Türklerle Rumlar birarada yaşayamaz” masalının çöktüğü görüldü. Bu
çerçevede planda bazı değişiklikler yapmayı planlıyorlar. Annan Planı ilk
gündeme geldiğinde şöyle bir değerlendirme yapmıştım: Bu plan Türkiye’ye
Irak’ta Amerika’ya bazı kolaylıklar sağlaması için bir havuç olarak sunuluyor. Ancak,
böyle bir plana bile Türk kesimindeki şahinler onay vermeyip karşı çıktılar.
(Şimdi yapılmaya çalışılan ise, tekrar tarafları masaya getirerek törpülenmiş
ve iki tarafın da onay verebileceği bir planı taraflara kabul ettirmek.) Şimdi
uzlaşma formülleri aranıyor.
Adada bölünme kalıcılaştırılıyor
diyorsunuz...
Tabii, tabii... Çünkü adadaki üslere hiçbir şey olmuyor. Hatta İngilizler
çok da cömert davranıp (!) eğer anlaşma olursa, elinde bulundurduğu ama
kullanmadığı bazı toprakları da (ki bunlar Kıbrıs’taki yüzde 3 oranındaki
egemen İngiliz üsleri bölgelerinin bir kısmını oluşturuyor), yeni kurulacak
devlete devredeceğini söyledi. Böyle bir hediye vermek istiyorlar.
Bana
kalırsa, henüz daha Kıbrıs üzerinde Amerika mı, Avrupa mı etkili olacak diye
emperyalist güçler arasında bir karara varılmadı. Bunun için de, Annan Planı
veya başka herhangi bir plan çerçevesinde anlaşmaya henüz gidilemiyor. Çünkü
emperyalizmin planları belli merkezlerde yazıldığı gibi uygulanamıyor. (Irak
meselesinde de olduğu gibi, bazı aksamalar oluyor. Fakat genelde Kıbrıs’taki,
özellikle güneydeki siyasi partiler hâlâ Avrupa hukuku içinde Kıbrıs sorununun
çözümleneceğine inanıyorlar.) Ancak, benim kişisel olarak nisan ayından beri
izleyebildiğim şudur: Gerek Türkler, gerekse Rumlar karşılıklı olarak birbirini
ziyaret ediyor, eski dostluklar canlanıyor, yeni dostluklar oluşuyor, bir
muhabbettir gidiyor. Ama ne yazık ki, siyasi bir işbirliği yok. Benim özellikle
istediğim ve kazandığım davadaki başvurma gerekçem ise, örgütlenme
özgürlüğüydü. Türklerin ve Rumların birlikte yürütebilecekleri bir siyasi
hareket. Ne yazık ki, buna ilişkin bir şey yok.
1968 ile 1974 yılları arasında toplumlararası
normalizasyona geçildiği halde, 1958’de büyük bir yara alan AKEL’in Türk
Bürosu, çalışmalarını yavaşlatmıştı. 1974 sonrasında da “temaslar kesildi”
gerekçesiyle, bu büronun parti tarafından kapatıldığını biliyoruz. Kapıların
aralanmasından sonra AKEL genel sekreterine sorduğum, “Partinin Türk bürosunun
ne zaman açılacağı”na ilişkin soru ise, “yoldaşların güvenliği” gerekçe
gösterilerek olumsuz yanıtlandı. Temasların şimdi nisbeten daha kolay
yapılabilmesine rağmen, ne yazık ki Kıbrıs işçi sınıfını örgütlemiş en büyük
siyasal parti olan AKEL’in henüz ortak bir siyasi faaliyet çabası yok. Beni en
çok üzen de budur.
Eğer Annan Planı, AB sürecinde
önerilen yol olarak görünüyorsa ve eğer bu plan da bölünmüşlüğü
kalıcılaştırıyorsa bu durumda artık AB’nin bir “çözüm” sunmadığını söyleyebilir
miyiz? Avrupa’nın son dönemde giderek ABD yörüngesine girdiği, ABD saldırganlığına
destek veren ve silahlanan bir odak olduğunu da veri alarak bu durumu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Ama şimdi, şu da sözkonusu. Şu anda verili koşullarda (AB’ye giden yol
dışında) Kıbrıs’ın küçücük bir devlet olarak yalnız başına ayakta kalması da
mümkün değil. Biz AB’yi tek çıkış yolu olarak görüyoruz, çünkü başka bir yol
bırakılmadı. (Denize düşen yılana sarılır denir ya, böyle bir durumumuz var.)
Maalesef,
Kıbrıs’ta yılların ihmali nedeniyle, Türk ve Rum işçi sınıfının biraraya
gelerek ortak siyasi mücadele verebileceği bir ortam yok. Ancak AB’nin
oluşturabileceği -diyelim ki burjuva koşullarda Türk ve Rum emekçilerinin
biraraya gelerek tekrar yeniden güçlerini birleştirebilecektir. Kaldı ki, bizim
Eylül 1989’da oluşturduğumuz “Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu”nun
(yani Türk ve Rum solcularının biraraya gelerek gerek bağımsız Kıbrıs ve
gerekse federal Kıbrıs için yaptığı mücadelelerin) engellenmesi de buna
yönelikti. Bize konan yasağın akabinde, Amerikalıların iki toplumlu
faaliyetleri başlatıldı.
Bunlar,
“conflict resolution” denen, “uyuşmazlıkların çözümlenmesi” denen bir
(psikanalitik) yönteme dayanıyor. Emperyalizmin Kıbrıs sorunundaki rolünün
kesinlikle tartışılmadığı iki toplumlu toplantılar. (Tümüyle, yaratılmış olan)
duygusal önyargıların kaldırılması, tarafların birbirine yaklaştırılması gibi
teorilere dayanıyor. Ama bu toplantılarda “United States of Cyprus” gibi
formülleri de konuşuyorlar. Çeşitli anayasal öneriler de yapılıyor. Bu
gruplarda çalışanlar, ki ağırlıklı olarak işadamları, gençler ve kadın
örgütleri yer alıyor, “geleceğin yöneticilerini yetiştiriyoruz” şeklinde
telkinlerde bulunuyorlar. Ancak böyle zeminlerde ortaklıklar dile getiriliyor.
(Bu toplantılarda bir ara iki toplumlu parti kurma girişimi de konuşulmuştu, ancak
sonradan yavaşlatıldı. Bugün yalnızca iki taraftan partilerin “ortak”
açıklamalar yapmasıyla yetiniliyor.) Demokratik çözüm için Kıbrıslıların ortak
mücadelesi ne yazık ki henüz başlatılamadı.
Teşekkür ederiz…
(soL dergisi, İstanbul, Eylül 2003, Sayı:203 - Not: Metinde parantez içinde yazılmış
bölümler, söyleşinin kısaltılmış olması nedeniyle, dergide yer almamıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder