17 Haziran 2015 Çarşamba

TÜRKİYE NEDEN KIBRIS’TADIR?


Türkiye’nin güneyinde, Doğu Akdeniz’in stratejik bir yerinde bulunan Kıbrıs adası, 400 yıl süren Osmanlı yönetiminden sonra, 1878’de imzalanan bir anlaşmayla İngiltere’ye devredilmişti. 1. Dünya Savaşı sırasında, 1914’de adayı kendi topraklarına katan İngiltere’nin bu eylemi, 1923’de Türkiye Cumhuriyeti tarafından imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın 20. maddesiyle onaylanmış ve Türkiye, “ada üzerindeki her türlü hakları ve sıfatlarından vazgeçmiş”ti. 
       Antlaşmanın 21. maddesine göre de, Kıbrıs adasında yaşamakta olan Türk nüfus, 24 Temmuz 1923’den itibaren İngiliz uyruğuna geçmiş sayılmış, Türkiye uyruğunda kalma tercihini seçenler, seçme hakkını kullandıkları tarihi izleyecek on iki ay içinde Kıbrıs adasından ayrılmak zorunda kalacaklardı. Yaklaşık 5,000 kişinin göçünden sonra, 1931 yılında yapılan nüfus sayımında, adada 64,238 Kıbrıslı Türkün kaldığı kaydedilmişti.
       1 Nisan 1955’de Kıbrıslı Rumlar, EOKA öncülüğünde İngiliz sömürge yönetimine karşı tedhiş olaylarını başlatarak, adanın Yunanistan’a bağlanmasını talep ederken, Kıbrıslı Türkler de 15 Kasım 1957’de kurdukları TMT adlı yeraltı örgütü ile adanın taksim edilmesini istemeye başladılar. Sömürgecilik aleyhtarı  hareket, emperyalizmin “böl-yönet” politikası gereği, ustaca Türk-Rum çatışmasına dönüştürülünce, İngilizler, 16 Ağustos 1960’da kendi egemen askeri üs bölgelerine çekilerek, adanın geriye kalan kısmında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına karar verdiler.  
      Zamanın Kıbrıs Türk liderlerinden Rauf Denktaş’ın, 1955 Londra Konferansı ile Kıbrıs sorununa yeniden taraf yapılan Türkiye’den anlaşma öncesinde, sadece iki talebi olmuştu: 1) Fiili garanti olarak adada Türk askerinin bulundurulması, 2) Kıbrıs Türk Cemaat Meclisi’nin bütçe açığının devamlı surette ve senede 1.5-2 milyon sterlin kadar bir inkişaf yardımı yapılması.

TC NEYİ GARANTİ ETMİŞTİ?
        Ada nüfusunun %18’ini oluşturan Kıbrıslı Türklere, ada yönetiminde %30 ve savunmada %40 oranında katılım sağlayan yeni anayasal düzen, üçü de NATO üyesi olan İngiltere, Türkiye ve Yunanistan tarafından güvence altına alınırken, bağlantısızlar hareketinin aktif bir üyesi olan yeni Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğü, bu ülkeler tarafından garanti edilmekteydi. 
    Aralık 1963 ve Kasım 1967 olaylarında adaya askeri müdahalede bulunmayan Türkiye, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı  Temmuz 1974’de Yunan cuntası ve yerli işbirlikçileri tarafından düzenlenen darbe sonrasında, Kıbrıs’ın %37’lik kuzeyini istila ve işgal etti. Garanti Anlaşmasına göre, anayasal düzeni geri getirmeye matuf bu “müdahale”, 30 yıldan fazla bir süredir “çözümsüzlük” politikası ile sürdürülmektedir.
        Böylece, ada emperyalizmin planları gereği taksim edilmiş ve kuzeydeki TC işgali altındaki topraklarda ayrı bir devlet kurulmuştur. Buraya Anadolu’dan 100 binden fazla nüfus aktarılıp, “Türkleştirilmiş”; Rumların geride bıraktıkları mal ve mülk ise gerek TC kökenli göçmenlere, gerekse güneyde mal bırakan/bırakmayan Kıbrıslı Türklere dağıtılarak, tapulanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde sonuçlanan ve sürmekte olan Rumların mülkiyete ilişkin  şikayet davaları, TC hükümetleri için baş ağrısı olmayı sürdürmektedir.

GÜL’ÜN SÖYLEDİKLERİ
         TC Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, bu mülkiyet davalarıyla ilgili olarak yaptığı bir değerlendirmede şöyle konuşmuştur:  “KKTC vatandaşları, kendi milli manevi değerlerine sahip çıkmayı şimdiye kadar ihmal etti. Yeşil pasaport için, bazı kolaylıklar için hiç ummadığınız insanların çocukları bile (Rauf Denktaş’ın torununu kastediyor-A.An) Rum vatandaşlığı alırlar, sonra da böyle zorluklar çıkar ortaya. KKTC vatandaşlarının karşı tarafın vatandaşı olmamaları gerekir. Bu vatandaşlık ne boyutlara gitti, bunu görüyorsunuz. Biz Kıbrıs’ta kalıcı bir çözüm olsun diye çırpınırken, işte bunun için çırpınıyoruz. Eğere biz kalıcı bir çözüm için çırpınmazsak, meseleyi çözülmüş gibi görürsek, işte kendi vatandaşımız gider Rumların pasaportunu alır, vizesiz Avrupa’ya girmek için. Bunu zorla muhafaza edemiyorsunuz. Onun için kalıcı çözüm için uğraşmak lazım.”

KIBRISLI TÜRKÜN TERCİHİ BAŞKA
      Görüldüğü gibi Gül, Kıbrıslı Türkleri “kendi vatandaşı” olarak görmekte ve fetih zihniyetinin hüküm sürdüğünü kanıtlamaktadır. Oysa ki Kıbrıslı Türkler, uluslararası hukuka göre, kurucusu oldukları Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yurttaşları olmaya devam etmektedir. Nitekim, 30 yıllık seyahat yasağının Türk makamlarınca kaldırıldığı Nisan 2003 ile Mart 2005 tarihleri arasında, Cumhuriyet makamlarına başvurarak, 63,600 doğum kayıt belgesi, 57, 300 kimlik ve 32,200 pasaport çıkartmış bulunmaktadırlar.
      TC’nin görevi, bugün sayıları 85 bin kadar kalan Kıbrıslı Türkleri aşağılamak değil, bir an önce Kıbrıslılara ve 1 Mayıs 2004’den beri AB üyesi olmuş olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı, uluslararası hukukun gereklerini yerine getirmek olmalıdır.
TC Dışişleri, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımayıp, limanlarını Kıbrıs bandıralı gemi ve uçaklara kapalı tutarken, bin kadar Türk işadamı, yabancı şirketler tarafından düzenlenen seminer veya kongrelere katılmak amacıyla, Atina’daki Kıbrıs elçiliğinden vize alarak Larnaka hava veya Leymosun deniz limanlarından adanın güney kısmını ziyaret etmiş bulunmaktadır. Aynı dönemde Türkiye’yi ziyaret eden Kıbrıslı Rum sayısı binlercedir. Yeşil hat boyunca her gün binlerce karşılıklı geçiş olmakta, ada halkı barış içinde birlikte yaşayabileceklerini kanıtlamaktadır. 

TALAT’IN AMACI NE?
Çiçeği burnunda KKTC Başkanı Mehmet Ali Talat ise, uluslararası hukuka ters bir biçimde Rum malları üzerinde sürdürülen inşaat furyası karşısında, haklarını aramak üzere çeşitli hukuksal yollara yönelen Kıbrıslı Rumlarla ilgili olarak şöyle konuşmuştur: “Eğer Kıbrıslı Türklere yönelik davalar artarsa, o zaman tutuklanacakları korkusuyla Güney’e geçmekten vazgeçecekler ve bunun sonucu da barikatların kapanması olacak.”
Demek ki dünün muhalefet lideri Talat, Kıbrıslıları, barikatları kapatmakla da tehdit edebiliyor. İki-üç yıl önce, KKTC’de kurulan statükoyu alaşağı etmek için meydanları dolduran Kıbrıslı Türklere, bugün partisi, KKTC’deki devlet makamlarını ele geçirdikten sonra, “Halktaki isyankarlık biraz aşağıya çekilmeye başlanmalıdır” tavsiyesinde bulunmaktadır.
Kuzey Kıbrıs’ta son aylarda yaşanan adli suçlardaki artış nedeniyle ayağa kalkan sivil toplum örgütleri temsilcileri, Talat’a “Muhaceret sivil otoriteye devredilsin” diye başvurunca, yanıtı şöyle oldu: “Ülkeye kimlikle girişlerin durdurulması talebini çok gerçekçi ve doğru bulmadım. Öfkeye gerek yok. (...) Siyasete siyasetçiye güveneceksiniz, çünkü siyasetçiyi siz seçiyorsunuz. Seçiminiz hatalıysa, hatalı politikalar olacak, doğruysa doğru politikalar olacak. Hem seçersini, hem güvenmezsiniz, olmaz böyle şey.”   

PLATFORM’UN TEPKİSİ
“Bu Memleket Bizim Platformu” adına konuşan KTÖS Genel Sekreteri Şener Elcil, düzenlenen bir basın toplantısında, uzun bir süreden beri ülkede yaşanan halka dönük saldırı, cinayet ve soygun olaylarının altında, siyasal ve ekonomik sebepler olduğu tesbitini yaptıklarına işaret ederek, “gelen Türk, giden Türk” temel anlayışıyla Kıbrıs Türkünün iradesine ipotek koyup, saltanat sürdürmek için Türkiye’den nüfus aktarmayı, entegrasyon politikasının bir parçası olarak görenler, bugün yaşananların sorumlularıdır” dedi. Elcil, ülkede sermaye birikimi yaratmak için göz yunulan ucuz kaçak işgücünün gerçekte kayıt dışı ekonominin yarattığı çarpıklık olduğunu belirterek, bu çarpıklığın ortaya çıkmasında kaçak işgücünden esas fayda sağlayan sermaye çevrelerinin rolünün bir gerçek olarak ortada durduğunu kaydetti. 
“Sistemden beslenenler, sistemi değiştiremezler” diyen Elcil, bu nedenle, sermaye çevrelerinin bugün soruna çözüm bulmak için yaklaşım sergilemelerinin art niyet taşıdığını söyledi. Şener Elcil, Türkiye’den nüfus aktarmanın, ülkedeki çalışma yaşamında, Kıbrıslı Türkler aleyhine bir rekabet yaratarak, dış göçü ve işsizliği; Güney Kıbrıs’ta çalışma zorunluluğunu ortaya çıkardığını vurguladı.
          Türkiye’den aktarılan nüfusun yoğunluğunun, temel sağlık sorunlarının yanında, devletin sağlık ve eğitim hizmetlerinin yetersiz kalması sonucunu yarattığını belirterek, “Sağlıksız ve çok kötü koşullarda barınan, eğitim ve kültür düzeyi düşük insanların yarattığı sosyal sorunlar, suç patlamasını da beraberinde getirmiştir” dedi.    
        Elcil, “TC yetkililerinin, Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasını tekrardan tesis etmek ve Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumların güvenliğini sağlamak için adada bulundukları gerçeğini göz ardı etmemelidir” uyarısında da bulundu.
       Doğru söze ne denir? Sahi, Türkiye “bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü” garanti ettiği Kıbrıs’ta 30 yıldır neden ayrı bir devletçik kurdurup, 45 bin asker ve 115 bin nüfus bulundurmaktadır?

(soL dergisi, Sayı:237, Haziran 2005 ve Afrika gazetesi, 25 Mayıs 2005)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder