Türkiye’nin güneyinde, Doğu Akdeniz’in stratejik
bir yerinde bulunan Kıbrıs adası, 400 yıl süren Osmanlı yönetiminden sonra,
1878’de imzalanan bir anlaşmayla İngiltere’ye devredilmişti. 1. Dünya Savaşı
sırasında, 1914’de adayı kendi topraklarına katan İngiltere’nin bu eylemi,
1923’de Türkiye Cumhuriyeti tarafından imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın 20.
maddesiyle onaylanmış ve Türkiye, “ada üzerindeki her türlü hakları ve
sıfatlarından vazgeçmiş”ti.
Antlaşmanın 21. maddesine
göre de, Kıbrıs adasında yaşamakta olan Türk nüfus, 24 Temmuz 1923’den itibaren
İngiliz uyruğuna geçmiş sayılmış, Türkiye uyruğunda kalma tercihini seçenler,
seçme hakkını kullandıkları tarihi izleyecek on iki ay içinde Kıbrıs adasından
ayrılmak zorunda kalacaklardı. Yaklaşık 5,000 kişinin göçünden sonra, 1931
yılında yapılan nüfus sayımında, adada 64,238 Kıbrıslı Türkün kaldığı
kaydedilmişti.
1 Nisan 1955’de Kıbrıslı
Rumlar, EOKA öncülüğünde İngiliz sömürge yönetimine karşı tedhiş olaylarını
başlatarak, adanın Yunanistan’a bağlanmasını talep ederken, Kıbrıslı Türkler de
15 Kasım 1957’de kurdukları TMT adlı yeraltı örgütü ile adanın taksim
edilmesini istemeye başladılar. Sömürgecilik aleyhtarı hareket, emperyalizmin “böl-yönet” politikası
gereği, ustaca Türk-Rum çatışmasına dönüştürülünce, İngilizler, 16 Ağustos
1960’da kendi egemen askeri üs bölgelerine çekilerek, adanın geriye kalan
kısmında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına karar verdiler.
Zamanın Kıbrıs Türk liderlerinden Rauf Denktaş’ın,
1955 Londra Konferansı ile Kıbrıs sorununa yeniden taraf yapılan Türkiye’den
anlaşma öncesinde, sadece iki talebi olmuştu: 1) Fiili garanti olarak adada
Türk askerinin bulundurulması, 2) Kıbrıs Türk Cemaat Meclisi’nin bütçe açığının
devamlı surette ve senede 1.5-2 milyon sterlin kadar bir inkişaf yardımı
yapılması.
TC NEYİ GARANTİ ETMİŞTİ?
Ada nüfusunun %18’ini oluşturan Kıbrıslı Türklere,
ada yönetiminde %30 ve savunmada %40 oranında katılım sağlayan yeni anayasal
düzen, üçü de NATO üyesi olan İngiltere, Türkiye ve Yunanistan tarafından
güvence altına alınırken, bağlantısızlar hareketinin aktif bir üyesi olan yeni
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğü, bu ülkeler
tarafından garanti edilmekteydi.
Aralık 1963 ve Kasım 1967 olaylarında adaya askeri
müdahalede bulunmayan Türkiye, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı Temmuz 1974’de Yunan cuntası ve yerli
işbirlikçileri tarafından düzenlenen darbe sonrasında, Kıbrıs’ın %37’lik
kuzeyini istila ve işgal etti. Garanti Anlaşmasına göre, anayasal düzeni geri
getirmeye matuf bu “müdahale”, 30 yıldan fazla bir süredir “çözümsüzlük”
politikası ile sürdürülmektedir.
Böylece, ada emperyalizmin planları gereği taksim
edilmiş ve kuzeydeki TC işgali altındaki topraklarda ayrı bir devlet
kurulmuştur. Buraya Anadolu’dan 100 binden fazla nüfus aktarılıp,
“Türkleştirilmiş”; Rumların geride bıraktıkları mal ve mülk ise gerek TC
kökenli göçmenlere, gerekse güneyde mal bırakan/bırakmayan Kıbrıslı Türklere
dağıtılarak, tapulanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde sonuçlanan ve
sürmekte olan Rumların mülkiyete ilişkin
şikayet davaları, TC hükümetleri için baş ağrısı olmayı sürdürmektedir.
GÜL’ÜN SÖYLEDİKLERİ
TC Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, bu mülkiyet
davalarıyla ilgili olarak yaptığı bir değerlendirmede şöyle konuşmuştur: “KKTC vatandaşları, kendi milli manevi
değerlerine sahip çıkmayı şimdiye kadar ihmal etti. Yeşil pasaport için, bazı
kolaylıklar için hiç ummadığınız insanların çocukları bile (Rauf Denktaş’ın torununu
kastediyor-A.An) Rum vatandaşlığı alırlar, sonra da böyle zorluklar çıkar
ortaya. KKTC vatandaşlarının karşı tarafın vatandaşı olmamaları gerekir. Bu
vatandaşlık ne boyutlara gitti, bunu görüyorsunuz. Biz Kıbrıs’ta kalıcı bir
çözüm olsun diye çırpınırken, işte bunun için çırpınıyoruz. Eğere biz kalıcı
bir çözüm için çırpınmazsak, meseleyi çözülmüş gibi görürsek, işte kendi
vatandaşımız gider Rumların pasaportunu alır, vizesiz Avrupa’ya girmek için.
Bunu zorla muhafaza edemiyorsunuz. Onun için kalıcı çözüm için uğraşmak lazım.”
KIBRISLI TÜRKÜN TERCİHİ BAŞKA
Görüldüğü gibi Gül, Kıbrıslı Türkleri “kendi
vatandaşı” olarak görmekte ve fetih zihniyetinin hüküm sürdüğünü
kanıtlamaktadır. Oysa ki Kıbrıslı Türkler, uluslararası hukuka göre, kurucusu
oldukları Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yurttaşları olmaya devam etmektedir. Nitekim,
30 yıllık seyahat yasağının Türk makamlarınca kaldırıldığı Nisan 2003 ile Mart
2005 tarihleri arasında, Cumhuriyet makamlarına başvurarak, 63,600 doğum kayıt
belgesi, 57, 300 kimlik ve 32,200 pasaport çıkartmış bulunmaktadırlar.
TC’nin görevi, bugün sayıları 85 bin kadar kalan
Kıbrıslı Türkleri aşağılamak değil, bir an önce Kıbrıslılara ve 1 Mayıs
2004’den beri AB üyesi olmuş olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı, uluslararası
hukukun gereklerini yerine getirmek olmalıdır.
TC Dışişleri, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımayıp,
limanlarını Kıbrıs bandıralı gemi ve uçaklara kapalı tutarken, bin kadar Türk
işadamı, yabancı şirketler tarafından düzenlenen seminer veya kongrelere
katılmak amacıyla, Atina’daki Kıbrıs elçiliğinden vize alarak Larnaka hava veya
Leymosun deniz limanlarından adanın güney kısmını ziyaret etmiş bulunmaktadır.
Aynı dönemde Türkiye’yi ziyaret eden Kıbrıslı Rum sayısı binlercedir. Yeşil hat
boyunca her gün binlerce karşılıklı geçiş olmakta, ada halkı barış içinde
birlikte yaşayabileceklerini kanıtlamaktadır.
TALAT’IN AMACI NE?
Çiçeği burnunda KKTC Başkanı Mehmet Ali Talat ise,
uluslararası hukuka ters bir biçimde Rum malları üzerinde sürdürülen inşaat
furyası karşısında, haklarını aramak üzere çeşitli hukuksal yollara yönelen
Kıbrıslı Rumlarla ilgili olarak şöyle konuşmuştur: “Eğer Kıbrıslı Türklere
yönelik davalar artarsa, o zaman tutuklanacakları korkusuyla Güney’e geçmekten
vazgeçecekler ve bunun sonucu da barikatların kapanması olacak.”
Demek ki dünün muhalefet lideri Talat,
Kıbrıslıları, barikatları kapatmakla da tehdit edebiliyor. İki-üç yıl önce,
KKTC’de kurulan statükoyu alaşağı etmek için meydanları dolduran Kıbrıslı
Türklere, bugün partisi, KKTC’deki devlet makamlarını ele geçirdikten sonra,
“Halktaki isyankarlık biraz aşağıya çekilmeye başlanmalıdır” tavsiyesinde
bulunmaktadır.
Kuzey Kıbrıs’ta son aylarda yaşanan adli
suçlardaki artış nedeniyle ayağa kalkan sivil toplum örgütleri temsilcileri,
Talat’a “Muhaceret sivil otoriteye devredilsin” diye başvurunca, yanıtı şöyle
oldu: “Ülkeye kimlikle girişlerin durdurulması talebini çok gerçekçi ve doğru
bulmadım. Öfkeye gerek yok. (...) Siyasete siyasetçiye güveneceksiniz, çünkü
siyasetçiyi siz seçiyorsunuz. Seçiminiz hatalıysa, hatalı politikalar olacak, doğruysa
doğru politikalar olacak. Hem seçersini, hem güvenmezsiniz, olmaz böyle
şey.”
PLATFORM’UN TEPKİSİ
“Bu Memleket Bizim Platformu” adına konuşan KTÖS
Genel Sekreteri Şener Elcil, düzenlenen bir basın toplantısında, uzun bir
süreden beri ülkede yaşanan halka dönük saldırı, cinayet ve soygun olaylarının
altında, siyasal ve ekonomik sebepler olduğu tesbitini yaptıklarına işaret
ederek, “gelen Türk, giden Türk” temel anlayışıyla Kıbrıs Türkünün iradesine
ipotek koyup, saltanat sürdürmek için Türkiye’den nüfus aktarmayı, entegrasyon
politikasının bir parçası olarak görenler, bugün yaşananların sorumlularıdır”
dedi. Elcil, ülkede sermaye birikimi yaratmak için göz yunulan ucuz kaçak
işgücünün gerçekte kayıt dışı ekonominin yarattığı çarpıklık olduğunu belirterek,
bu çarpıklığın ortaya çıkmasında kaçak işgücünden esas fayda sağlayan sermaye
çevrelerinin rolünün bir gerçek olarak ortada durduğunu kaydetti.
“Sistemden beslenenler, sistemi değiştiremezler”
diyen Elcil, bu nedenle, sermaye çevrelerinin bugün soruna çözüm bulmak için
yaklaşım sergilemelerinin art niyet taşıdığını söyledi. Şener Elcil,
Türkiye’den nüfus aktarmanın, ülkedeki çalışma yaşamında, Kıbrıslı Türkler
aleyhine bir rekabet yaratarak, dış göçü ve işsizliği; Güney Kıbrıs’ta çalışma
zorunluluğunu ortaya çıkardığını vurguladı.
Türkiye’den aktarılan
nüfusun yoğunluğunun, temel sağlık sorunlarının yanında, devletin sağlık ve
eğitim hizmetlerinin yetersiz kalması sonucunu yarattığını belirterek,
“Sağlıksız ve çok kötü koşullarda barınan, eğitim ve kültür düzeyi düşük
insanların yarattığı sosyal sorunlar, suç patlamasını da beraberinde
getirmiştir” dedi.
Elcil, “TC yetkililerinin,
Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasını tekrardan tesis etmek ve Kıbrıslı Türkler ile
Kıbrıslı Rumların güvenliğini sağlamak için adada bulundukları gerçeğini göz
ardı etmemelidir” uyarısında da bulundu.
Doğru söze ne denir? Sahi,
Türkiye “bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü” garanti ettiği Kıbrıs’ta
30 yıldır neden ayrı bir devletçik kurdurup, 45 bin asker ve 115 bin nüfus
bulundurmaktadır?
(soL dergisi, Sayı:237, Haziran 2005 ve Afrika gazetesi, 25 Mayıs 2005)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder