20-21 Aralık 1984 tarihli “Ortam” gazetesinde çıkan yazılarımızda,
Kıbrıs’ın bozulan birliğini yeniden sağlamanın yolunun günümüz koşullarında
ancak federalizmden geçtiğini ve gerekli olan ön koşulların neler olduğunu belirtmiştik.
Etnik-ulusal süreçlerin en zengin laboratuvarı olan Afrika kıtasındaki Nijerya
deneyimini örnek vererek, Kıbrıs için de güncel olan federalizm ile
konfederalizm arasındaki seçmeye dikkat çekmiştik.
Bu yazımızda ise, Kıbrıs’ta bu devlet şeklinin uygulanması için yapılan ön
çabalar ile gelişmekte olan ülkelerde federalizmin doğuşu ve başarılı olması
için dikkat edilmesi gereken bazı ilkelere daha değineceğiz.
SÖMÜRGE ÜLKELERİN FEDERASYONLAŞTIRILMASI
Günümüzde dünya nüfusunun yarıya yakın bir kısmı, anayasa ve devlet yapısı
federal olan ülkelerde yaşamaktadır. İşçi sınıfının iktidarda olduğu sosyalist
ülkelerde uygulanan sosyalist federalizm (ör. SSCB, Çekoslovakya, Yugoslavya)
ile gelişmiş kapitalist ülkelerdeki burjuva federalizmi (ör. ABD, Federal
Almanya, İsviçre vb.) konumuz dışında olduğundan incelenmeyecektir.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, başta İngiltere olmak üzere
sömürgeci ülkelerin yeni bir federasyon politikası uyguladığı görülmüştür.
Kapitalizmin genel bunalımının yeni bir aşamaya ulaştığı bu dönemde,
sömürgelerde uygulanan bu federasyonlaştırma, sözkonusu ülke anayasalarına
federatif çalışma biçimleri ve tek tek yasal düzenlemeler getirme şeklinde
olmuştur. Böylece gelecekte bağımsızlığına kavuşacak olan genç devletlerin
karakterini, yapısını ve şeklini daha sonra etkileyebilme olanağı yeni
sömürgeciliğin bir bileşeni olarak ortaya çıkmıştır. Emperyalist güçlerin bu
yeni stratejisi ile eski sömürge topraklarının, mümkün olduğu kadar uzun bir
süre kendi etkinlik alanı içinde kalması ve ekonomik-stratejik çıkarlarının her
bölgenin özgül koşulları altında korunması hedeflenmişti. (bkz.
W.G.Grafskij-B.A.Straschun, Asya ve Afrika’da gelişmekte olan ülkelerde
Federalizm, Moskova, 1968)
Sömürge ülkelerde en çok federasyon oluşturan ülke olan İngiltere, hem
dominyonu olan Kanada ve Avustralya’daki, hem de ABD’deki hukuk
düzenlemelerinin deneyimine dayanmaktaydı. İngiltere, Karl Marx’ın da
belirttiği gibi, eski Romalıların “divide et impera” (böl ve yönet) ilkesini,
Hindistan’daki egemenliğini uzatmak için kullanmış ve çeşitli halk
toplulukları, kabile ve kast’lar arasında düşmanlık yaratmıştı. Aynı politika,
Afrika’daki bütün İngiliz sömürgelerinde de kullanılmıştı. Ama bütün eski
sömürgelerde, ulusal direniş ile sömürgeci ülkenin uyguladığı milliyetler
politikası arasında sıkı bir bağlantı vardır. Sömürgeciler, anti-kolonyal
mücadele ile ulusal kurtuluş hareketlerinin şekillenip, güçlenmesi ardından,
kendi bölücü milliyet politikalarını yoğunlaştırdılar. Emperyalist sömürge
sisteminin yıkılmaya başladığı bu dönemde belirginleşen bu uygulamaya paralel
olarak, sömürgeciler birbirleriyle anlaşmış gibi, sömürgelerinde federal ve
otonomiye (özerklik) ilişkin özel düzenlemeler yapmaya çalıştılar. Bunu, büyük
ölçüde ulusal farklılık ve zıtlıklarla başdaştırarak, anti-emperyalist birlik
cephesini zayıflatıp, kendi egemenliklerini biçim değiştirmiş düzenlemelerle
korumaya çalıştılar. Hatırlanacağı gibi bu politika Kıbrıs’ta “self-government”
adı altında 1948’lerde uygulanmaya çalışılmış, ama Kıbrıslı Rumların “enosis”
(Yunanistan’a bağlanma) emelleri yüzünden sonuçlandırılamamıştı. (Ayrıntılı
bilgi için bkz. Söz gazetesi, 22 Temmuz 1984, “Kıbrıs’ta yaşayan iki ana
etnik-ulusal toplumun anayasal temsiliyet mücadelesine bir bakış” adlı dizinin 18.
yazısı-Sir George Hill’den A.An’ın derlemesi)
Yukarıda da belirtildiği gibi, sömürgecilerin milliyetler politikasının ana
silahı, politik-yönetimsel ayrılıktı. Onların yardımı ile, bu ülkelerde yaşayan
halk toplulukları veya milliyetler arasında yüzyıllarca sürdürülmüş olan
politik, ekonomik, kültürel vd bağlar ya koparıldı, ya da gelişmeleri daha da
bozuldu. Etnik-ulusal bütünleşmeyi sağlamak için hiçbir girişimde bulunmayan
sömürgeciler, aksine ulusal hareketi bölmek için açıktan açığa yıkıcı bir politika
uyguladılar. Devlet yapısının federatifleştirilmesini veya azınlıkların
yönetimsel ayrılığını sağladılar. Ulusal önyargıları öne çıkararak,
körüklediler. Özellikle sömürge ordularının etnik bileşiminde güçsüz olan
toplumları etkin kılıp, güçlülere karşı kullandılar. Kıbrıs’taki anti-kolonyal
mücadelede, Türk toplumuna mensup polislerin Rum tedhişçilere karşı
kullanışlması bunun tipik bir örneğini oluşturmaktadır.
KIBRIS’TA FEDERAL ANAYASA FİKRİNİN KÖKENİ
1950’li yıllarda İngiliz emperyalizmi, stratejik bir bölge olan
Ortadoğu’daki son sömürgesi Kıbrıs’ı önceleri elden çıkarmak istemezken, daha
sonra sadece adadaki iki askeri egemen üs bölgesine çekilerek, Kıbrıs’ın
yönetimini Türk ve Rum toplumlarına devretme kararını almıştı.
Hindistan’ı bölerek Pakistan’ı ondan ayıran İngiliz hukukçusu Lord
Radcliffe, 1957’de henüz bir sömürge olan Kıbrıs için yeni anayasa önerilerini hazırlarken,
Raporunun 28. paragrafında, Kıbrıs’ta federal bir devlet düzenlemesinin
öngördiği etnik-bölgesel ayrılığın bulunmadığını söyleyerek, toplumlararası
federasyonun, kendi görüşüne göre, çok güç anayasal bir şekil olduğunu
belirtmişti. Ama öte yandan da Lord Radcliffe ada için ikili bir yönetim
öneriyordu: Biri İngiliz Valinin yönetiminde ve Dışişleri, Savunma, İç güvenlik
konularına bakan bir yönetim, diğeri ise yasama meclisi, yürütme ve yargıdan
oluşan yerel, özerk bir yönetim.
İngiltere Başbakanı MacMillan’ın 19 Haziran 1958 tarihli planında ise daha
da ileri gidilerek, Kıbrıs, 7 yıllık bir süre için 3 NATO ülkesi olan İngiltere,
Türkiye ve Yunanistan’ın “Üçlü Yönetim”ine devredilmek isteniyordu. O dönemdeki
milliyetler politikasının özüne ilişkin olarak şu bilgiyi de aktaralım: İngiliz
gizli servisinde muhafazakâr aristokrasiye bağlı, başarılı bir ajan olarak
çalışmış C.M.Woodhouse, “Something ventured” adlı anı kitabında (London, 1982),
daha önce Dışişleri Bakanlığı yapmış olan MacMillan’ın “Rum tahriklerini
nötralize etmek üzere Türklerin harekete geçirilmesi için” kendilerine ısrarda
bulunduğunu yazmaktadır.
KIBRIS CUMHURİYETİ VE ANAYASASI
16-18 Aralık 1958’de Paris’te yapılan NATO Bakanlar Konseyi’nin özel Kıbrıs
toplantısından sonra, İngiltere, Türkiye ve Yunanistan Başbakanları, 11 Şubat
1959’da Zürih’te imzaladıkları anlaşma ile “bağımsız” bir Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin kurulmasına karar verildi. Tarafların savunageldikleri taksim
ve enosis fikirleri güya terkedilmişti. MacMillan planındaki ayrılıkçı unsurlar
yeni anayasaya aktarılırken, 3 NATO ülkesi olan İngiltere, Türkiye ve
Yunanistan da imzalanan Garanti ve İttifak Anlaşmaları ile Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü güvence altına
alıyordu (!). Ağrotur ve Dikelya’daki İngiliz askeri üsleri ise Kıbrıs
Cumhuriyeti topraklarının dışında tutulmuş ve İngiliz egemenliği bu bölgelerde
sürdürülerek ermperyalist çıkarlar korunmuştu. Garantör ülkeler böylece Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin çıkarlarından çok, ada üzerindeki kendi çıkarlarını koruyup geliştiriyordu.
“1959 yazında Kıbrıs’ta anayasayı hazırlarken ben bir konuşmamda ‘Bu Kıbrıs
Devleti Zürih’te ve Londra’da düşünülen Kıbrıs devleti, aslında bir
federasyondur. Bu kendisine öz birtakım özellikleri olan bir federasyondur, ama
federasyondur’ demiştim” diye yazan Anayasa profesörü Nihat Erim, bu
federasyonun iyi işleyebilmesi için gereken tek şeyin tarafların iyi niyeti
olduğunu belirtmekteydi. (bkz.Nihat Erim, Bildiğim ve gördüğüm ölçüler içinde
Kıbrıs, Ankara, 1975, s.98 ve 167)
1960 Anayasası, Kıbrıs’ta yönetimi, ada nüfusunun %80’ini oluşturan
Rumlarla %20’sini oluşturan Türkler arasında paylaştırıken, tüm yürütme
organlarında %70-30 oranlarının korunmasını öngörüyordu. Prof. S.A. de Smith’in
değerlendirmesine göre, Kenya Anayasasından sonra dünyanın en karmaşık ve en
ayrıntılı anayasası Kıbrıs’ta yapılmıştı. Toplumların hakları, güvence ve
sınırlamalarla denetlenip, dengede tutulmak istenirken, anayasacılıkla
toplumsal egoizm atbaşı gitmişti. (Bkz.Prof. S.A. de Smith, The New
Commonwealth and its Constitutions, London 1964, s.285) Getirilen uzun ve
karmaşık önlemlerle, tarafların yetkilerini kötüye kullanmaları engellenmek
istenmiş, ama etkin bir devlet örgütlenmesi gerçekleştirilememişti.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasası, toprak ayrımı esasına göre değil de,
toplumsal ayrılığa dayanan federal bir deblet düzenini getirmeyi amaçlıyordu.
35 Rum ile 15 Türk üyeden oluşan Temsilciler Meclisi yanında, ayrı Cemaat
Meclisleri de kuruluyor, ama üyeleri kendi toplumları tarafından seçildiği için
bir anlamda klasik federal sistemdeki bölgesel yönetimdeki yürütmeyi temsil
ediyordu. Fakat açıkça belirlenen yürütme yetkilerine sahip olmaması yüzünden,
bu ikili yapı kamu hizmetlerindeki ayrılıkçı eğitimlerin güçlenmesine yardım
ediyordu. (1958’de başlatılan ayrı belediyeler sorunu, bunun ilk tohumlarını
atmıştı.) Bu durumda toplumlararası işbirliği için gerekli olan kuruluş
güvenlikleri ihmal edilmiş ve federal ilişkiler ortadan kalkmıştı. (Bkz. Carl
J.Friedrick, Trends of Federalism in Theory and Practice adlı eserde yer alan,
“İkiliğin Tehlikeleri: Kıbrıs” adlı bölüm, New York 1968)
“Kıbrıs Sorunu” adlı kitabın yazarları da aynı konuda şunları
vurguluyorlar: “Türk ve Rum topluluklarından oluşan ikili unsur, bütün devlet
hayatının temelini oluşturuyor. Bu durum, bütün siyasal ve sosyal mekanizmayı,
tek yapılı devlet biçimine rağmen, “ikilik” içinde sürdürüyor... Tek yapılılık
iki ayrı topluluk gerçeği üzerine, çok hassas dengelere oturtulmaya çalışılmış
anayasada. Bu nokta siyasal kurumların oluşmasında daha da belirgin durumdadır.
Tek anayasalı ve tek yapılı devlet mekanizması, federal içerikteki özelliği
ile, gelecekte federal bir yönetime geçişin tipik bir belgesi niteliğinde.
(bkz. Murat Sarıca-Erdoğam Teziç-Özer Eskiyurt, Kıbrıs Sorunu, İstanbul, 1975,
s.22)
1963 YILINDAKİ ANLAŞMAZLIK VE TÜRK TEZİ
1960-63 yılları arasında başgösteren anayasa anlaşmazlıkları, 21 Aralık
1963’te toplumlararası silahlı çatışmaya dönüşmüştü. Her iki taraftaki yeraltı
örgütlerinin yol açtığı kanlı olaylar, Kıbrıs konusunu yeniden uluslararası
planda ön sıralara çekti. Birleşmiş Milletler örgütünün soruna bir çözüm bulmak
amacıyla göreve atadığı Genel Sekreterliğe bağlı Arabulucu Dr.Galo Plaza, 26 Mart
1965 tarihli raporunun 97. paragrafında şu görüşlere yer veriyordu: “Kıbrıs
Türk tarafı, coğrafi temele ve federal bir sisteme dayanan toplumların
ayrılmasında ısrar etmektedir.” Dr.Plaza, Türkiye Cumhuriyeti’nin de aynı
görüşte olduğunu belirttikten sonra, 150. paragrafta “Kıbrıs’ta federal bir
rejimin kurulabilmesi için ayrı bölgelerin bulunması gerektiğini, ama bu
temelin Kıbrıs’ta bulunmadığını” kaydederek, Aralık 1963’ten sonra bu durumun
değişmediğini, oluşan Türk enklavlarının ada yüzeyine dağılmış halde
bulunmasına rağmen, hâlâ daha binlerce Kıbrıslı Türkün karma köylerde yaşamakta
olduğunu vurguluyordu.
Türk tarafının önerilerde sözünü ettiği federal hükümet şekli, aslında
adanın taksimini (veya resmi deyişle coğrafi federasyonunu) öngörüyordu. Hatta
taksim çizgisinin nerelerden geçeceği bile saptanmıştı. (bkz. Plaza Raporu,
154. paragraf)
Kıbrıs Anayasasının mimarlarından olan Prof. Nihat Erim, yıkarıda sözü
edilen anı kitabında, 1959 yazında, Kıbrıs’a gelecek Türk alayının yerleştirme
hazırlıklarını yapmak üzere adada bulunan General Turgut Sunalp’ın “fırsat
buldukça, araba ile adayı köşe-bucak, dağ-bayır dolaşarak, kucağına açtığı
haritaya gerekli işaretleri koyduğunu” yazmakta ve Acheson planı üzerinde
Cenevre’de yapılan 3. tur görüşmelere askeri danışman olarak onun da
katıldığını belirterek, Acheson’un kendisine “General Sunalp gibi komutanlara
Pentagon’da ihtiyaç var” dediğini aktarmaktadır.
EMPERYALİST KOMPLO
Ada toprağının ikiye bölünmesini reddeden bir anlayışla hazırlanan 1960
Kıbrıs Anayasasının karmaşık yapısı, her iki tarafı da kendi nedenleri yüzünden
tatmin edememiş ve uygulamada birçok güçlükler ortaya çıkarmıştı. Kıbrıs
Cumhuriyetine yeni bir anayasa yapmaya ilişkin toplumlararası görüşmeler, 1968
ile 1974 yılları arasında “üniter devlet” temelinde yürütülmüş, ama kesin bir
sonuca ulaştırılamamıştı. (Üzerinde anlaşılan ve anlaşılamayan konular ile
görüşmelerin ayrıntılı bir dökümü için bkz. Polivios Poliviou, Cyprus in Search
of a Constitution, Nicosia, 1976)
1974 Temmuz’unda Yunan Cuntası eliyle CIA tarafından Kıbrıs Cumhurbaşkanı
Başpiskopos Makarios’a karşı düzenlenen darbe teşebbüsü başarısızlıkla
sonuçlanınca, bunun ardından gelen Türkiye’nin askeri müdahalesi, uzun yıllar
ABD ve İngiliz emperyalizmi tarafından özlenen adanın taksimi için gereken
önkoşulları yaratmış oluyordu. Federal bir çözümü uygulamak için gerekli olan
iki bölgelilik hâli, Kıbrıslı Türk ve Rumların savaş sonucu gerçekleşen nüfus
aktarması ile sağlanmıştı. Bir başka deyişle, iki birimli federasyon de facto
olarak oluşturulmuş, iş, etkin merkezi hükümeti de jure olarak oluşturmaya
kalmıştı.
ÜNİTER VE FEDERAL DEVLET
Sovyet bilimadamı G.B. Staruschenko, “Özgürlüğe Kavuşan Ülkelerde Ulus ve Devlet”
adlı kitabında, devlet halkından tek bir ulus oluşması için çaba gösterilen
ülkelerde (ki bu Kıbrıs için şu anki aşamada söz konusu değildir), çoğu kez
daha yüksek derecede bir merkeziyetçiliği olan “üniter devlet” şeklinin
seçilmesi gerektiğini ve bunun Afrika kıtasındaki liderlerin çoğunluğu
tarafından uygun görüldüğünü belirtmektedir. Çünkü var olan devlet içinde ve
uzun süren bir süreç sonunda, başlıca tek bir ulus oluşmuşsa, bu ülke için
üniter devlet yapısı daha uygun gelmektedir. (agy, s.275)
Staruschenko, aynı eserinde, ulusal zıtlıkların keskinleştiği ve devlet
bütünlüğünün korunmasının olanaksız olduğu durumlarda, uygun devlet şekli
olarak federasyonu göstermektedir. (agy) 1974 öncesinde pratik bir çözüm şekli
olarak uygulama güçlükleri olan federal devlet şekli, yazımızın başında da
belirtildiği gibi, 1974 sonrasının uzun süren çözümsüzlük ortamında, Kıbrıs
adasının ve halkının birliğini sağlayacak tek devlet şekli olarak
görülmektedir.
FEDERAL VE KONFEDERAL DEVLET
Bilindiği gibi federal devletler, birden fazla devlet veya devlet
parçasından (otonom cumhuriyet, kanton, eyalet) oluşur. Federasyonu oluşturan
birimlerin kendi yasa koyucu ve uygulayıcı organları vardır ve kural olarak
kendi yargı organlarına sahiptirler. Halbuki üniter devletlerde, devlet sadece
bölgesel yönetim birimlerinden (bölge, eyalet, guverneman) oluşur.
Konfederasyonun federasyondan farkı ise, tam olarak tanımlanmış genel
konularla ilgilenen, belirli organları olan, sürekli bir devletler birliği
olmasıdır. Konfederasyon organlarının aldığı bir karar, konfederasyona üye
devletlerin hepsi veya yeterli çoğunluğu olan üyelerin imzalaması ile yürürlüğe
girer. (bkz. Marxist-Leninist allgemeine Theorie des Staates und Rechtes, 1.
Cilt, Berlin, 1974)
Bu ortak kitabın yazarları, devletin görevini, ulusu oluşturma olarak
gösterdiklerinden, haklı olarak “milliyetler sorunu”, büyük ölçüde ulusal ve
etnik anlaşmazlıkları körükleyip, istismar ederek ulusal devletleri ve ilerici
rejimleri zayıflatmak isteyen iç gericilik ve uluslararası emperyalizme karşı
verilen mücadeleden ayrı düşünülemeyeceğini ve devlet yapısının oluşturulması
süreciyle ilişkili olduğunu vurgulamaktadırlar.
GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERDE BURJUVA FEDERALİZMİ VE BAZI ÖNEMLİ İLKELER
Gelişmekte olan ülkelerde uygulanan burjuva federalizmi, üniter devlete
kıyasla daha karmaşık olup, yürütülmesi için özel bir çaba ister. Yetenekli
devlet ve yönetim kadrolarına ihtiyaç vardır. Federalizmin, ülkedeki sadece
politik ve sosyal alandaki gerçekliklerle bağdaşması zorunlu olmayıp, ayrıca
ekonomik alanda da çok dikkatli davranılmasını gerektirir. Ekonomik yönden az
gelişmişlik ve bu ülkelerin emperyalist ülkelere olan aşırı bağımlılığı,
günümüz koşullarında devletin ekonomide etkin bir rol oynamasını gerektirir.
Burjuva yazarlarından Karl Löwenstein, 20 yüzyılda federalizmin modasının
geçtiği ve ekonomik planlamanın federalizmin DDT’si (böcekkıran, kimyasal
madde) olduğu görüşünde ise de, aslında ekonomik planlama federalizmdeki ikilik
(dualism) hastalığını yok etmektedir. (Bkz. Ramesh Dikshit, The Political
Geography of Federalism, New York 1975, s.6)
Federal devletlerde, ekonominin en önemli sektörlerinde devlet mülkiyeti,
önemli ekonomik süreçlerin devletçe planlanıp yönetilmesi, iç ve dış mali
ekonominin devletçe yönlendirilip denetlenmesi, yabancı sermaye ile yerli özel
sermayenin sınırlandırılması, özel sektör ekonomisinin etkin devlet denetimi
altında olması, tarımsal üretimin devletçe teşvik edilmesi ve özellikle kırsal
alanda yeni mülkiyet ilişkilerinin kurulmasını gerektirir. Gelişmekte olan
ülkelerde, özellikle Afrika’daki devletlerin çoğunda farklı sosyal ve politik
yönelimler ve gelişme farklılıkları olduğu da unutulmamalıdır. Bu nedenle
burjuva federalizmi modellerinde çok yetersiz veya çok zor oluşturulan devlet
ile siyasal iktidarın, aşırı derecede merkezileştirilmesi gereklidir. (bkz.
Grafskij-Straschun, agy.)
Unutulmaması gereken bir diğer nokta, burjuva federalizminin ulusal veya
etnik gelişme sorunlarının çözümünde bir araç olmadığıdır. Federalizm, daha çok
siyasal iktidarın bölgesel yönetim düzeyinde uygulanmasının özgül bir şeklidir.
Nisbi bir ademi merkeziyetçilik (desantralizasyon) ile federal ve bölgesel
düzeyler arasındaki şekilsel ve yasal bir bağımsızlık esasına göre çalışır.
Nisbeten geliştirilmiş bir burjuva anayasası ile iki veya daha çok partiye
dayalı parlamentarizme dayanmaktadır. (agy)
Devletin kurulması esnasında birçok sorunlar arasındaki ilişkiler ve
değişim halinde olan etnik-ulusal yapılar, henüz tohum şeklinde olduğundan
tanınmaları zordur. Bu yüzden, gelişmekte olan ülkelerin federal devletlerinde
ulusal-bölgesel özerkliğin şekilleri ilerici bir yapıda oluşturulursa,
etnik-ulusal gelişme sorunlarının veya anlaşmazlıkların, tüm ülke halkı ve onun
sosyal ilerlemesinin yararına çözümlenmesinde yardımcı olabilir.
Öte yandan ulusal-etnik sorunların ve anlaşmazlıkların çözümünde devletin
ve genel olarak subjektif faktörün rolü artacaktır. Böylece gerçekçi ve ülke
koşullarına uygun, bilimsel temele dayalı, politik ve devlet hukuku
kavramlarına olan ihtiyaç, özellikle sosyalizm yolunu seçmiş olan devletlerde
artar. Yüksek bilinç ve bütün toplumun katıldığı bir yönetim ve planlama
olmadan sorunlar çözümlenemez. Bu nedenle Lenin de, özgürlüğünü yeni kazanmış,
etnik-ulusal yapısı karmaşık ve sosyal ilerleme yolunu benimsemiş olan eski
sömürgeler için federal devlet şeklini, “gönüllü olarak kaynaşmaya geçiş” için
bir olasılık olarak görmektedir. (bkz. Bütün Eserleri, Cilt:27, s.145)
SONUÇ
O halde gelişmekte olan ülkelerde belirginleşmekte olan çok uluslu
konsolidasyon süreçlerinde veya etnik-ulusal zıtlıkların aşırı derecede
keskinleştiği durumlarda, ya da devletlerin veya bölünmüş ülke topraklarının
biraraya getirilmesinde federatif devlet yapısı, ulusal gelişim sorunlarının
çözümünde, ulusal çatışmaların azaltılmasında ve milliyetler arasında eşit
haklara dayanan uyumlu ilişkilerin kurulmasında önemli bir katkı getirebilir.
(bkz. Klaus Hutschenreuter, “Afrika Trans-Sahrasında Uluslaşma ve Devlet
Gelişiminin Sorunları” adlı makalesi, Berlin, 1970)
Gözden uzak tutulmaması gereken bir diğer nokta, Kıbrıs somutunda sorunun
çözümlenmesinin, bir yandan adanın emperyalizmin ve yeni sömürgeciliğin
etkilerinden askeri üslerden arındırılmasına bağlı iken, öte yandan da ana
sorun olan içteki milliyetler sorununun nasıl çözümleneceğine bağlı olduğudur.
Ama yine de tayin edici faktörün her iki toplum arasındaki ulusal farklılıklar
olmayıp, ülke içindeki ve uluslararası plandaki sınıf mücadelesi olduğunu
vurgulamak gerekir.
Sorun burjuva çevrelerinin öne sürdüğü gibi, Kıbrıs’ta hangi toplumun
hangisini yöneteceği sorunu değil, tüm ada yüzeyinde hangi sınıfın iktidarı
elinde bulunduracağı sorunu olarak ortaya çıkmaktadır.
(Ortam gazetesi, 22, 23 ve 24 Ocak 1985, İlke dergisi, Şubat 1985, Sayı: 82,
s.34-41 ve daha sonra kitap içinde, Ahmet An, Küçük Adada Büyük Oyunlar:
Kıbrıs’ta ayrılıkçılık, federal çözüm ve AB üyeliği, NK Yayınları, İstanbul
2004, s.45-53)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder