Lefkoşa’da
çalışmalarını sürdürüen iki tiyatro topluluğumuz, 27 Mart Dünya Tiyatrolar
Günü’nde perdelerini iki yeni oyunla halka açtılar. Her hafta Cuma ve Cumartesi
günleri izlenebilen bu oyunlardan biri, Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği “Kim
bu adam?” adlı güldürü. Yerli yazarlarımızdan Özden Selenge tarafından kaleme
alınmış. Diğer oyun ise Türkiye’nin ünlü mizah ustası Aziz Nesin’in 4
öyküsünden yine kendisi tarafından oyunlaştırılan “Sen adamı deli edersin” adlı
kabare oyunu. Her iki oyuna ilişkin değerlendirmelerimizi şöyle
özetleyebiliriz:
1.KİM BU ADAM?
1983 Haziran’ında
izlediğimiz “Annem niçin miyavladı?” gibi yine Kıbrıs’ın kırsal bölgesinde
geçen Özden Selenge’nin bu yeni oyunu, genel bir değerlendirme olarak belli bir
başarı çizgisine ulaşmış görünüyor. “Yerel yazarlarımızı teşvik etme” amacıyla
Devlet Tiyatrosu yönetmeni Hilmi Özen ve yardımcıları tarafından sahnelenen
oyunda, toplumsal yaşamımızdan artık silinmekte olan “bohçacı kadın” tipi ele
alınmakta. Zaliha Susuzlu, bohçacı kadın Sultan rolü ile iyi bir oyuncu olma
yolunda ileri adımlar atıyor. 50’lik Hacı, Yusuf’u canlandıran Çetin Özen ise
her zamanki artistik yeteneğinin rahatlığıyla oynuyor. Ayhatun Ateşin, Yusuf’un
karısı Emete’de Kıbrıs ağzının belirgin ses özelliklerinden olan geniz ünsüzü
n’leri özgün şekliyle aktaramamakla dikkati çekiyor. Oysa kendisi sahneye
alışmış bir oyuncu olarak göz dolduruyor. Dünür’ü canlandırdığı erkek rolünde
de başarılı. Ancak teknik açıdan erkek sesinin band’dan verilmesi, ülkemizde
bir ilk uygulama olsa gerek. Yadırganan bir durum. Geri zekalı oğlan rolünde
Nevzat Şehitcan, Seydali ile çok başarılı bir tip çiziyor. Zaten esas güldürü
ögesi onun karakteriyle aktarılmak istenmiş. Diğer oyuncular ise gerek diksiyon,
gerekse oyunculuk açısından küçük rolleriyle pek başarılı olamıyorlar.
“Kim bu adam?” oyununda
konu ve diyaloglar açısından bazı abartmalar söz konusu. Örneğin 50’lik bir
adamın liseyi yeni bitirmiş, kızı yaşındaki bir kişiye aşık olması, onu üçüncü
eş olarak seçmesi ve genç kızın gözüne girmek, beğenisini kazanmak için 15-16
yaşın kıyafetine bürünmesi, sırf güldürü unsuru adına yapılsa bile, bizim
toplum gerçeğimize ne kadar uymaktadır? 1974 sonrasında Kuzey’den getirilen
göçmenler, bölünmüş Kıbrıs’ın bir gerçeği haline gelmişse de, Adana’lı toprak
ağası tipi oyuna konmayabilirdi. (Nitekim o oyuncunun ülkeden sınırdışı
edilmesi nedeniyle, bu karakterin oyundan çıkarıldığını öğrenmiş bulunuyoruz.)
Özden Selenge’nin bundan önceki oyununda da yine bir “Türkiyeli” tipi vardı.
Yoksa bu durum, Devlet Tiyatrosu’nun TC’li oyuncuların da rol alarak,
bütünleşmemizin kanıtı olacak, “olmazsa olmaz” bir zorunluluk mu acaba? Seçilen
bazı güldürü motiflerinde, örneğin Adidas-Aids benzeşmesi gibi zorlama
hissediliyor, hatta gelin adayına söylenecek “tatlı şeyler” sıralamasında uzun
bir liste veriliyor.
Oyuncuların makyajı da
“Kıbrıslı” çehreyi yansıtmaktan uzak. Birkaç oyuncuda her iki kaş siyah boyayla
kalın olarak boyanarak, ortası çatılmış. Yerli yersiz yanaklara ben’ler
oturtulmuş veya boyayla yüz kırışıklıkları yapılmak istenmiş. “Annem niçin
miyavladı?” oyununda da Emine’nin çatık kaşları ve koyu boyası dikkat
çekiyordu. Gerçi Kıbrıs’ın bazı yörelerinde çatış kaş görülüyor, ama bu tipik
bir Kıbrıslı özelliği değildir.
Oyunun en çok beğenilen
yanı herhalde, Kıbrıs’ın havasını seyirciye en iyi şekilde yansıtan müziği
olmuştur. Bölümleri birbirine bağlayan müziği besteleyen Bülent Berkay ile
Erhan Özbeşer’i kutlamak gerek. Onlar gitarla ritim ve tempo tutarken, Aytaç Çağın’ın
kemanesi seyircileri coşturuyor. Müzik eşliğinde okunan Kıbrıs manileri ise bu
coşkuyu tamamlamakta. Keşke bu müzik parçasını ayrı olarak radyodan dinleyip,
bandına sahip olabilmeli diye düşünmeden edemiyor insan.
Aslında bu tür yerel
oyunların daha sık olarak, ama konu tekrarına veya sözcük/deyim abartmalarına
başvurmadan radyo ve televizyondan sunulması gerek. 1960’lı yıllarda Bayrak
Radyosu’ndan sunulan “Alekko ile Caher”in skeçleri büyük bir beğeni ile
izleniyordu. Ne yazık ki sonradan, bazı kişilerin engellemesi sonucu yayından
çıkarıldılar. Oysa Rum toplumu, yerel oyunları hem radyodan, hem de
televizyondan başarı ile yayımlamayı sürdürüyor. Yerel sanatçı ve yazarları
teşvik edip, yüreklendiriyor. Bizde de bu tür oyunların yazılabilmesi için sadece
yerel yazarların oyunlarını oynamakla yetinilmemeli, daha da ileri gidilerek,
onlara telif hakları ödenmeli, mali yönden de tatmin edilmelidirler. Bir de şu
önemli konu var. Kıbrıslılığımıza sahip çıkmayı devlet politikası haline
getirebilmiş miyiz? Sanat ve kültürde de yerel ürünlerin gelişip olgunlaşması
için var olan her çaba desteklenmeli, teşvik edilmelidir. Tiyatro özelinde,
yerel oyunlarımızın ille de kırsal bölgede geçmesi gerekmiyor, kentteki yaşam
ve sorunlar yumağı da yansıtabilir. Hep yerel ağız yerine, yazı Türkçesiyle de
oyunlar yazılmalı ve sahnelenmelidir.
2. SEN ADAMI DELİ
EDERSİN
Lefkoşa Belediye
Tiyatrosu, “Umut insanda” adlı şiir-tiyatro denemesinden sonra, şimdi de kabare
tarzında Aziz Nesin’in bir oyununu sahneliyor. Dört gösteriden sonra basında
“iki haftadır kapalı gişe oynanıyor” diye tanıtılan oyun, ne yazık ki Aziz Nesin’in
mizah öykülerindeki başarı ve olgunluğa erişememiş. Sıradan bir müsamere
düzeyinde kalmış. Belediye Tiyatrosu’nun başarılı çifti Işın ve Erol Refikoğlu’nun
oyunculukları bile oyunun tekdüzeliğini gidermeye yetmemiş. Eserin “orta oyunu”
anlayışı ile sahnelendiği belirtiliyor. Ama bu, özellikle “Damdaki Deli”
bölümünün ille de seyircinin ortasında, koltuk sıkışıklığı içerisinde
oynanmasını gerektirmezdi herhalde. Dahası, “demir merdivendeki deli”nin soğuk
“espri”lere gülmeyen seyircilerin üzerine atlayacağını söylemesi de yersizdi.
“Kabare” türüne yerel
katkı olsun diye, ANAP temsilcisinin UBP kurultayında söylediği Kıbrıslıların fazla çocuk yapmaları gerektiği
şeklindeki söz de oyun metnine eklenmiş! Akıl hastahanesinden kaçan delilerin
her biri için 100 TL ödül verileceği söylenirken, kerevizin bağının 250 TL
olduğunun söylenmesi de herhalde yaşadığımız hızlı enflasyonun bir ifadesi olsa
gerek.
Osman Alkaş, polis
komiseri rolünde iyiydi. Gülgün Sakallı’nın ses tonu, son bölümdeki çığlık
çığlığa kahkahalarıyla kulak tırmalayıcılığının doruk noktasına ulaşıyordu.
Birçok seyircinin başağrısı ile salondan ayrıldığına tanık olundu. Orta oyunu
veya kabare türü böyle mi olmalıydı?
Nerede “Özgürlüğün
Bedeli” ve “Sevgili Doktor” gibi eserlerle başarılı oyunlar sergileyen Lefkoşa
Belediye Tiyatrosu? Yoksa deneme tiyatrosu diye diye seyircimiz denek taşına mı
dönüştürülmek isteniyor? Eli-yüzü düzgün eserlerin sahnelenmesi zamanı acaba ne
zaman gelecek? Brecht’çilerden bir de Brecht oyunu seyretmeyecek miyiz?
Lefkoşa Belediye
Tiyatrosu yönetmeni Yaşar Ersoy’un “Bu süreci yaşayacağız” başlıklı bir
yazısında da belirttiği “kültür ve sanatsal gelişmemizin toplumun diğer yapılarına
koşut kısırlaştığı” yargısı acaba gerçekleşti mi? “Çok dar ve dağınık bir
çevre, çok küçük bir azınlık, bir elin parmaklarını geçemeyecek kadar sanatçı,
güçlükler ve olanaksızlıklar içinde ancak özverili çabalarla etkin gerçek sanat
yapıtlarının yaratılmasına çalışmaktadır” diyen Ersoy’un kendisi de bu sürecin
içinde yaşamaktadır. Zaten bunu kendisi de saptamakta ve şöyle yazmaktadır: “Yanlış
yöntemlerle yanlış yerlerde arıyoruz toplumsal kişiliğimizi. Her şeyden önce
kendimizin “insanın” değişmesi gerekli. Herhalde insan değişmeden hiç bir şey
değişmez. İnsanın değişmesi de ekonomik ve kültürel koşulların değişmesine
bağlıdır.” (Özgürlük dergisi, Şubat-Mart 1986, s.16)
Aynı sayfada yazan
Muzaffer Ulaş’ın Brecht’ten aktardığı şu alıntı, sözkonusu ettiğimiz her iki güldürü
oyunu için de geçerlidir: “(Gerek oyun seçiminde, gerek oyun
değerlendirmesinde) seyircilerin alışkanlıklarına ne olçüde doyum sağladığına
değil, bunları ne ölçüde değiştirdiğine bakılarak, çağdaş tiyatro konusunda bir
değer yargısına varılır.” Değindiğimiz her iki
güldürü gösterisinin de bu değer yargısıyla uyuşmadığı ortaya çıkmaktadır.
(“Hasan M. Gündüz”
takma adıyla, Söz dergisi, 25 Nisan 1986, Sayı:28)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder