Lefkoşa Belediye
Tiyatrosu’nun sahnelediği son oyunun adı “Umut İnsanda”. Oyunu tanıtma
broşürünün ilk yazısında şöyle deniyor: “Lefkoşa Belediye Tiyatrosu kurulduğu
günden beri bir arayış içerisindedir. Öz ve biçim birlikteliği ile beraber
özgün Kıbrıs Türk tiyatrosu’nun kimlik arayışı içerisindedir. Bunun için
değişik bir takım denemeler yaptık. Bu kez de “şiir-tiyatro” denemesine
giriştik. Amacımız ülkemiz tiyatrosuna bir kimlik bulma yolunda birikim
sağlamaktır. Bu çalışma tam anlamı ile bir denemedir.”
Her şeyden önce “bir
kimlik bulma” yolunda girişilen bu “şiir-tiyatro” denemesini olumlu
karşıladığımızı belirtmek isteriz. Yerel sanatçılarımızın, bazı şiirleri
oyunlaştırma, onları uygun bir sahne tasarımı ve müzik eşliğinde seyircilere
sunma isteği sevinçle karşılanmalıdır. Bunun ne ölçüde başarılı olduğu ise,
kuşkusuz seyirciler tarafından değerlendirilecektir.
Biz “Umut İnsanda”
oyununu seyrettikten sonra, oyunun adının daha çok “Umutsuzluk İnsanda”
şeklinde olması gerektiği kanısına vardık. Şiirleri yazan Fikret Demirağ, aynı
tanıtma broşüründe yer alan yazısında, çağımızı “Umut ve Dehşet Çağı” olarak
tanımlarken şöyle diyor: “Kısacası her şey insandan” başlayıp, “insanda”
bitiyor. Ne yaparsa o yapacak. Yaşamı ve gezegenimizi tümüyle yok edebilecek
güç de onda, kurtarabilecek bilinç de. Her şey gelip sevgiye, umuda, bilime,
kültüre dayanıyor. Elbirliğine. Yani bilince.”
Oyunun üzerine
kurulduğu Demirağ’ın şiirleri, bu çağın “dehşet”ini bir trajedi havasında
vermeye çalışıyor. Ama ne yazık ki, seçilen şiirler arasında bir konu bütünlüğü
ve devamlılığı sağlanamamış. En önemlisi, oyunun mesajında yoğun bir küçük
burjuva kötümserliği egemen kılınmış. Karamsarlığın karşısındaki umut,
yeterince ortaya konamamış. Banddan verilen klasik müzik üzerine geri planda
okunan ve yer yer müziğin, şiirden daha fazla duyulduğu bölümler var. Tiyatro
oyuncuları anlamlı veya anlamsız bazı hareketler yapıyorlar. Bu tür anlatıma
sıkça başvuruluyor. El, kol ve vücutların hareketleri ile pandomimi çağrıştıran
figürler bile, yavaş çekimli film gibi sunularak, bu karamsarlığa katkıda
bulunuyor. Bu figürler bazen konu ile bir uyum sağlamakla beraber, yer yer
gösterinin seyrini ağırlaştırıp, sıkıcılaştırıyor. Hele, ikinci perdede bu
ağdalanma tekdüzeliğe yol açarak, kendini daha da hissettiriyor.
“Umut İnsanda” ise ve
umut “bilim, kültür, elbirliği ve bilinç”te ise, ne yazık ki bu sahneye
yansıtılamamış. İnsanın adeta, “Fikret Demirağ’ın umudu yansıtan, en azından
Kıbrıs veya Akdeniz’in doğasını, insanını daha iyimser bir şekilde anlatan
başka şiirleri yok muydu?” diye sorası geliyor.
Sahne tasarımını
gerçekleştiren Emin Çizenel, tanıtma broşüründe şöyle yazıyor: “Sahnede
kullanılan ana eleman kumaştır. Birkaç kaçış noktasına doğru çekilen ve enine
süzülmüş dökümler, sonsuzluk duygusunu taşımalı. Sahne içi, yerçekimi kara
parçasının uzay boşluğu ile arasındaki espası vermeli. “Sonsuzluk ve aydınlık”.
Bütün kirlenmelere karşın ille de “aydınlık”. Bütün umutsuzluklara karşın hep
bir umut ışığı. (Işıkları yönlendirmedeki amaç.) Metinin ana mesajındaki
“yaşanan onca umutsuzluğa karşın aydınlık bir dünya özlemini” ayakta tutan bir
imaj için.”
Kumaşın, ışıkların
etkisiyle “sonsuzluk” izlenimini verdiğini kabul etsek bile, “aydınlık”ı
gösterdiğini söylemek oldukça güç. Her şeyden önce sahne tasarımı o şekilde
düzenlenmiş ki, sözü edilen bu “umut ışığı”nın iki perde boyunca seyirciler
tarafından yakalanması, ya da görülmesi olası değil. Ancak Çizenel’in de sözünü
ettiği “birkaç kaçış noktası”, dehşet çağından bunalıp, kaçan küçük burjuvanın
sığıntı köşeleri olabiliyor. Yani şiir metni yanında, sahne tasarımı da umudun
ortaya çıkarılmasında etkili olamamış. Kumaş ayrıca dia’ların görüntüsünü de
yamuklaştırıyor, “enine süzülmüş döküm” yerlerinde.
“Giriş ile birlikte koridor,
fuaye, ana salon girişi ve salondan sahneye geçiş, Kıbrıs’a doğru yol alan bir
rotanın belli başlı coğrafik isimleri. Sahne Kıbrıs’tır, ya da öyle olmalı” Ama bu zorlama niye? Oyuncular da “Demirağ’ın
şiirini yorumlayıp, sahneye aktarırken, bu dünyalı akdenizli, adalı insanı öne
çıkartmaya çalıştık” derken, zorlama bir yerel olma çabası seziliyor. Öyleyse
nerede Akdeniz’in masmavi gökyüzü, ya da denizi? Nerede adamızın iyimser
insanı? Biz bu kadar kötümser miyiz? İnsanımızın veya insanlığın umudu hiç
olmazsa sahnenin bir köşesindeki parlak beyaz bir ışık hüzmesiyle veya
finaldeki anlamlı bir tablo ile verilemez miydi? Umut ille de Beethoven’in
“Neşeye şarkı”sı ile mi verilmeliydi?
Lefkoşa Belediye
Tiyatrosu’nun sahnelediği “çağdaş tragetya”nın müziğini, ağırlıklı olarak 19. yüzyıl
klasiklerinden seçen Bekir Azgın, tanıtma broşüründe olağandışı bir
alçakgönüllülük göstererek, kendisini “oyunun oluşmasında en az katkısı olan
kişi olarak tanımlıyor ve şöyle yazıyor: “Seçilen müzik amaca hizmet edecek
olursa, başarı yönetmenin ve oyuncularındır, yok eğer başarılı olmazsa, kusurun
tümü bana aittir.”
Yukarıda da
belirtildiği gibi müzik, istenen “öz ve biçim birlikteliği”ni yeterince
sağlayamamış. Türkü’den söz edilirken, gitar müziği yerine, kendi halk müziğimiz
kullanılamaz mıydı? “Çok seslilik”te kalmak için Arman Ratip’in çeşitlemeleri,
ya da Has-Der Oda Müziği Orkestrası’nın düzenlemeleri mi uygun düşmezdi?
“Evrensel ölçüler içinde seçildiği” savlanan 15 bestecinin müzikleri ile
konu-müzik bütünlüğü kaygusu yerine, broşürde de yazıldığı gibi, daha çok sesli
müziğe seçici kadar yakın ilgi duymadığı sanılan izleyiciye “öğretmenlik”
yapılmak istenmiş. Bestecilerin doğum-ölüm yılları yerine, bari alınan
eserlerin adları yazılsaydı da dersimizi tam öğrenmiş olurduk, diyesi geliyor
insanın.
Gönül arzu ederdi ki,
oyunun bütün müzikleri özgün, ya da yerel olsun. İlk kez bir ekip çalışması
yaptığını belirten Kâmran Aziz, ilk şarkıda neşeli bir havayı verebilirken,
diğerlerinde oyunun kötümser havasına kendisini kaptırmış ve marş temposunu
andıran melodileri tercih etmiş göründü.
Sonuç olarak, “Umut
İnsanda” oyunu, her yönüyle seyirciye yoğun bir karamsarlık aşılayarak,
yönetmenini amacına ulaştırıyor. Nitekim bu amaç, giriş yazısında da
belirtiliyor: “Umudu bize göre “Çağdaş Tragetya” olarak deneme-bulma metoduyla
sahnelemeye çalıştık.”
“Ama trajik olan
ortadan kaldıracak olan yine insan. Geleceğimizin daha güzel, barış içinde,
aydınlık olmasını sağlayacak olan yine insandır.” Doğru söylenmiş, katılıyoruz.
Ne var ki bu “tragetya”dan kurtuluş yolu, karanlıkta bırakılıyor. Bunu oyunun
metni de, sahneye konuluşu da, müziği de göstermiyor veya göstermek istemiyor.
Sadece sonbahardan ve gelecekteki çiçek tomurcuklarından, doğayı yeşerten
insandan, soyut insan sevgisinden söz ediliyor. Füzeleri yapıp, atomu patlatan,
doğayı cesede çeviren insan’a güven belirtiliyor!
Oysa “insan olarak
senin emeğin” yıkım için de kullanılabiliyor, “insan olarak senin şarkın” savaş
narası da olabiliyor! Umut hangi insanda? Nerede olması, oluşturulması gereken
“umut, bilim, kültür, elbirliği, bilinç”?
Kaldı ki dünyalı,
akdenizli, adalı insan hiç de gösterildiği gibi kötümser değildir. Günlük
yaşamında ve mücadelesinde bunu kanıtlamaktadır. Zıtlıklar, çelişkiler çağında
önemli olan, “Umut ve Dehşet arasındaki o sırat dengesinde mutsuz, gerilimli,
bunalımlı, aynı zamanda da yarınlarından çok şey umarak, gizli bir coşkuyla
yaşamayı sürdürmektedir. Sevgisizlik yanında sevgi, bencillik yanında toplumcu
bilinç, yalnızlık psikozu yanında kitlesel insan tavrı.” Öyle değil mi Fikret
Demirağ? “Sana güveniyorum, sevgiyi bulan sana, karşısına kin’i diken sana.” Ama bu kini bilince, sınıf kinine
dönüştürmedikçe sanatın işlevi ne?
(“Tülay Denizciler” takma adıyla, haftalık Söz dergisi, 24 Ocak 1986, Sayı:15)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder