4 Aralık 2015 Cuma

UMUT HANGİ İNSANDA?


Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nun sahnelediği son oyunun adı “Umut İnsanda”. Oyunu tanıtma broşürünün ilk yazısında şöyle deniyor: “Lefkoşa Belediye Tiyatrosu kurulduğu günden beri bir arayış içerisindedir. Öz ve biçim birlikteliği ile beraber özgün Kıbrıs Türk tiyatrosu’nun kimlik arayışı içerisindedir. Bunun için değişik bir takım denemeler yaptık. Bu kez de “şiir-tiyatro” denemesine giriştik. Amacımız ülkemiz tiyatrosuna bir kimlik bulma yolunda birikim sağlamaktır. Bu çalışma tam anlamı ile bir denemedir.”

Her şeyden önce “bir kimlik bulma” yolunda girişilen bu “şiir-tiyatro” denemesini olumlu karşıladığımızı belirtmek isteriz. Yerel sanatçılarımızın, bazı şiirleri oyunlaştırma, onları uygun bir sahne tasarımı ve müzik eşliğinde seyircilere sunma isteği sevinçle karşılanmalıdır. Bunun ne ölçüde başarılı olduğu ise, kuşkusuz seyirciler tarafından değerlendirilecektir.

Biz “Umut İnsanda” oyununu seyrettikten sonra, oyunun adının daha çok “Umutsuzluk İnsanda” şeklinde olması gerektiği kanısına vardık. Şiirleri yazan Fikret Demirağ, aynı tanıtma broşüründe yer alan yazısında, çağımızı “Umut ve Dehşet Çağı” olarak tanımlarken şöyle diyor: “Kısacası her şey insandan” başlayıp, “insanda” bitiyor. Ne yaparsa o yapacak. Yaşamı ve gezegenimizi tümüyle yok edebilecek güç de onda, kurtarabilecek bilinç de. Her şey gelip sevgiye, umuda, bilime, kültüre dayanıyor. Elbirliğine. Yani bilince.”

Oyunun üzerine kurulduğu Demirağ’ın şiirleri, bu çağın “dehşet”ini bir trajedi havasında vermeye çalışıyor. Ama ne yazık ki, seçilen şiirler arasında bir konu bütünlüğü ve devamlılığı sağlanamamış. En önemlisi, oyunun mesajında yoğun bir küçük burjuva kötümserliği egemen kılınmış. Karamsarlığın karşısındaki umut, yeterince ortaya konamamış. Banddan verilen klasik müzik üzerine geri planda okunan ve yer yer müziğin, şiirden daha fazla duyulduğu bölümler var. Tiyatro oyuncuları anlamlı veya anlamsız bazı hareketler yapıyorlar. Bu tür anlatıma sıkça başvuruluyor. El, kol ve vücutların hareketleri ile pandomimi çağrıştıran figürler bile, yavaş çekimli film gibi sunularak, bu karamsarlığa katkıda bulunuyor. Bu figürler bazen konu ile bir uyum sağlamakla beraber, yer yer gösterinin seyrini ağırlaştırıp, sıkıcılaştırıyor. Hele, ikinci perdede bu ağdalanma tekdüzeliğe yol açarak, kendini daha da hissettiriyor.

“Umut İnsanda” ise ve umut “bilim, kültür, elbirliği ve bilinç”te ise, ne yazık ki bu sahneye yansıtılamamış. İnsanın adeta, “Fikret Demirağ’ın umudu yansıtan, en azından Kıbrıs veya Akdeniz’in doğasını, insanını daha iyimser bir şekilde anlatan başka şiirleri yok muydu?” diye sorası geliyor.

Sahne tasarımını gerçekleştiren Emin Çizenel, tanıtma broşüründe şöyle yazıyor: “Sahnede kullanılan ana eleman kumaştır. Birkaç kaçış noktasına doğru çekilen ve enine süzülmüş dökümler, sonsuzluk duygusunu taşımalı. Sahne içi, yerçekimi kara parçasının uzay boşluğu ile arasındaki espası vermeli. “Sonsuzluk ve aydınlık”. Bütün kirlenmelere karşın ille de “aydınlık”. Bütün umutsuzluklara karşın hep bir umut ışığı. (Işıkları yönlendirmedeki amaç.) Metinin ana mesajındaki “yaşanan onca umutsuzluğa karşın aydınlık bir dünya özlemini” ayakta tutan bir imaj için.”   

Kumaşın, ışıkların etkisiyle “sonsuzluk” izlenimini verdiğini kabul etsek bile, “aydınlık”ı gösterdiğini söylemek oldukça güç. Her şeyden önce sahne tasarımı o şekilde düzenlenmiş ki, sözü edilen bu “umut ışığı”nın iki perde boyunca seyirciler tarafından yakalanması, ya da görülmesi olası değil. Ancak Çizenel’in de sözünü ettiği “birkaç kaçış noktası”, dehşet çağından bunalıp, kaçan küçük burjuvanın sığıntı köşeleri olabiliyor. Yani şiir metni yanında, sahne tasarımı da umudun ortaya çıkarılmasında etkili olamamış. Kumaş ayrıca dia’ların görüntüsünü de yamuklaştırıyor, “enine süzülmüş döküm” yerlerinde.

“Giriş ile birlikte koridor, fuaye, ana salon girişi ve salondan sahneye geçiş, Kıbrıs’a doğru yol alan bir rotanın belli başlı coğrafik isimleri. Sahne Kıbrıs’tır, ya da öyle olmalı”  Ama bu zorlama niye? Oyuncular da “Demirağ’ın şiirini yorumlayıp, sahneye aktarırken, bu dünyalı akdenizli, adalı insanı öne çıkartmaya çalıştık” derken, zorlama bir yerel olma çabası seziliyor. Öyleyse nerede Akdeniz’in masmavi gökyüzü, ya da denizi? Nerede adamızın iyimser insanı? Biz bu kadar kötümser miyiz? İnsanımızın veya insanlığın umudu hiç olmazsa sahnenin bir köşesindeki parlak beyaz bir ışık hüzmesiyle veya finaldeki anlamlı bir tablo ile verilemez miydi? Umut ille de Beethoven’in “Neşeye şarkı”sı ile mi verilmeliydi?

Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nun sahnelediği “çağdaş tragetya”nın müziğini, ağırlıklı olarak 19. yüzyıl klasiklerinden seçen Bekir Azgın, tanıtma broşüründe olağandışı bir alçakgönüllülük göstererek, kendisini “oyunun oluşmasında en az katkısı olan kişi olarak tanımlıyor ve şöyle yazıyor: “Seçilen müzik amaca hizmet edecek olursa, başarı yönetmenin ve oyuncularındır, yok eğer başarılı olmazsa, kusurun tümü bana aittir.”

Yukarıda da belirtildiği gibi müzik, istenen “öz ve biçim birlikteliği”ni yeterince sağlayamamış. Türkü’den söz edilirken, gitar müziği yerine, kendi halk müziğimiz kullanılamaz mıydı? “Çok seslilik”te kalmak için Arman Ratip’in çeşitlemeleri, ya da Has-Der Oda Müziği Orkestrası’nın düzenlemeleri mi uygun düşmezdi? “Evrensel ölçüler içinde seçildiği” savlanan 15 bestecinin müzikleri ile konu-müzik bütünlüğü kaygusu yerine, broşürde de yazıldığı gibi, daha çok sesli müziğe seçici kadar yakın ilgi duymadığı sanılan izleyiciye “öğretmenlik” yapılmak istenmiş. Bestecilerin doğum-ölüm yılları yerine, bari alınan eserlerin adları yazılsaydı da dersimizi tam öğrenmiş olurduk, diyesi geliyor insanın.

Gönül arzu ederdi ki, oyunun bütün müzikleri özgün, ya da yerel olsun. İlk kez bir ekip çalışması yaptığını belirten Kâmran Aziz, ilk şarkıda neşeli bir havayı verebilirken, diğerlerinde oyunun kötümser havasına kendisini kaptırmış ve marş temposunu andıran melodileri tercih etmiş göründü.

Sonuç olarak, “Umut İnsanda” oyunu, her yönüyle seyirciye yoğun bir karamsarlık aşılayarak, yönetmenini amacına ulaştırıyor. Nitekim bu amaç, giriş yazısında da belirtiliyor: “Umudu bize göre “Çağdaş Tragetya” olarak deneme-bulma metoduyla sahnelemeye çalıştık.”

“Ama trajik olan ortadan kaldıracak olan yine insan. Geleceğimizin daha güzel, barış içinde, aydınlık olmasını sağlayacak olan yine insandır.” Doğru söylenmiş, katılıyoruz. Ne var ki bu “tragetya”dan kurtuluş yolu, karanlıkta bırakılıyor. Bunu oyunun metni de, sahneye konuluşu da, müziği de göstermiyor veya göstermek istemiyor. Sadece sonbahardan ve gelecekteki çiçek tomurcuklarından, doğayı yeşerten insandan, soyut insan sevgisinden söz ediliyor. Füzeleri yapıp, atomu patlatan, doğayı cesede çeviren insan’a güven belirtiliyor!

Oysa “insan olarak senin emeğin” yıkım için de kullanılabiliyor, “insan olarak senin şarkın” savaş narası da olabiliyor! Umut hangi insanda? Nerede olması, oluşturulması gereken “umut, bilim, kültür, elbirliği, bilinç”?
Kaldı ki dünyalı, akdenizli, adalı insan hiç de gösterildiği gibi kötümser değildir. Günlük yaşamında ve mücadelesinde bunu kanıtlamaktadır. Zıtlıklar, çelişkiler çağında önemli olan, “Umut ve Dehşet arasındaki o sırat dengesinde mutsuz, gerilimli, bunalımlı, aynı zamanda da yarınlarından çok şey umarak, gizli bir coşkuyla yaşamayı sürdürmektedir. Sevgisizlik yanında sevgi, bencillik yanında toplumcu bilinç, yalnızlık psikozu yanında kitlesel insan tavrı.” Öyle değil mi Fikret Demirağ? “Sana güveniyorum, sevgiyi bulan sana, karşısına kin’i diken sana.”  Ama bu kini bilince, sınıf kinine dönüştürmedikçe sanatın işlevi ne?

(“Tülay Denizciler” takma adıyla, haftalık Söz dergisi, 24 Ocak 1986, Sayı:15)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder