1900'lü
yıllar bitti, 2000'li yıllar başladı. Ama unutulmamalıdır ki, insanlık tarihi,
sadece Hıristiyanların Gregoryan takvimi ile ölçülmemektedir. Örneğin
Müslümanların Hicri yılına göre şimdi yıl 1420'dir. Yahudilerin takvimi, Eylül
1999'dan beri 5759 yılını göstermektedir. Budizme göre yıl 2544, Maya takvimine
göre 5119'dur.
Son 200
yıldır, dünyamızda Batı kapitalizmi egemen olduğundan, Hıristiyanların 417
yıldır kullandığı ve İsa Peygamberin doğumunun başlangıç yılı olarak alındığı
Gregoryan takvimi, diğer takvimlere üstün gelmiştir. İlk bin yılın egemen
dinsel inanışı haline gelen Hıristiyanlık, diğer takvimleri alt etmiş ve 2.
binyıl'da (1900'ler) İspanyol ve Portekizliler Latin Amerika'yı kılıçlarıyla,
esir tüccarları Afrika'ya getirdikleri din görevlileriyle, Asya'yı da tüccar
maceracılar Hıristiyanlaştırmışlardır. Şimdi 3. binyılın başlangıcı (2000'li
yıllar) kutlanmaktadır, ama bu sadece, Hıristiyanların Gregoryan takviminin
dünyada geniş kabul görmesinden böyle olmaktadır. Oysa insanlığın yarattığı
çeşitli uygarlıkların tarihi, bu takvimden daha eskidir.
Son
binyıldan alacağımız en büyük ders ne olmalıdır? İlk binyılda pratik olarak
küresel bir üretim artışı görülmemiş, geçinebilmek için üretmek oyunun kuralı
olmuştur. İkinci binyılın üçte birinde, insan
emeğinin üretip ortaya koydukları, çok yavaş artmıştır. Dünyadaki gayri
safi milli hasıla(gsmh), sadece son 250 yıl içinde sanayi kapitalizminin
başlaması ile hızlanmıştır. İsa'nın doğum yılı kabul edilen tarih ile 1000 yılı
arasında, dünyadaki gsmh, sadece %10 artmıştır! 1000 ile 1800 yılları arasında
bu artış, ancak 4 kat kadar olmuş, ama o tarihten başlayarak 40 kat artmıştır!
Bu artış gücü, kapitalizmin, insan emek gücünün üretici güçlerini geliştirmesi
sayesinde olmuştur. Zaten Marks da bunu, daha 1848 yılında "Komünist
Manifesto" adlı kısa eserinde öngörmüştü.
Dünyadaki
üretim artışına paralel olarak insan nüfusunda da bir artış görülmüştür. İlk
binyılda dünya nüfusu pek artmamışken, 1800'e kadar yavaş yavaş bir artış
olmuştur. 1800'den sonraki nüfus artışı 6 kat olmuş ve BM 1999 yılında dünya
nüfusunun 6 milyara ulaştığını açıklamıştır.
Nüfus
artışı ile birlikte, kapitalist binyılın en büyük olgusu olan kentleşme yaşanmıştır. 1800'e kadar
insanlık dünyası, daha çok bir tarım toplumu halindeydi ve nüfusunun %15 kadarı
kentlerde yaşamaktaydı. Şu anda yeryüzünde sanayileşmiş dünya nüfusunun %80'i
kentlerde yaşamakta olup, gelişmekte olan ülkelerde de kentleşme süreci hızla
devam etmektedir. 1800 yılında nüfusu yarım milyondan fazla olan sadece 6 kent
(sırasıyla Pekin, Londra, Kanton, Tokyo, İstanbul ve Paris) varken, şimdi
dünyanın en çok nüfuslu 6 kentinde (Meksiko, Tokyo, New York, Londra, Hongking
ve Şangkay) yaşayan toplam nüfus,
1700'de dünyada yaşayan bütün nüfusa eşittir!
Kapitalizm,
daha önce başka herhangi bir sosyal sistemin üretici güçleri sömürmediği kadar
sömürmüş ve emeğin işbölümünü üretimi artıracak şekilde öyle bir hıza
getirmiştir ki teknolojinin kullanılması, üretimi artırmış ve satış için üretim
yapılarak, sermaye sahiplerinin daha çok kâr sağlamaları için emekçi nüfusun
çalışma süresi daha da fazla sömürülmüştür. Emek, teknoloji ve ticaret
gerçekten harikulade bir bileşim haline dönüşmüştür.
Kapitalizm,
yeryüzünde daha önce görülmeyendan daha uyumlu bir gelişimi sağlamışsa da, bu
gelişme çok eşitsiz olmuştur. Bu eşitsiz
gelişme, sermaye sahipleri ile emek gücünden başka birşeyleri olmayanlar
arasında görüldüğü gibi, yeryüzündeki mülkiyet sahipleri arasında da
görülmüştür. Bunun sonucunda, insan ırkının görmediği en korkunç savaşlar,
yıkımlar ve soykırımlar yaşanmıştır. Kapitalizm küresel bir sistemdir, ama
beraberinde ayrıca sefalet ve zulüm getirmiştir.
Dünyamız,
ikinci binyılın sonunda, hiç görülmemiş derecede eşitsiz bir durumdadır. 7
milyon İsviçrelinin yıllık ortalama geliri, 200 milyon Endonezyalının yıllık
ortalama gelirinden 113 kat daha fazladır. İsviçre'nin toplam yıllık geliri,
Endonezya'nın yıllık gelirinden 4 kat
daha fazladır. 1 milyara yakın nüfusu olan Hindistan, 7 milyon İsviçrelinin
ürettiği kadar gelire sahiptir.
Dünyada
insan emeğinin ortalama değeri de, sanayi üretimi yapan kapitalizmin egemen
olduğu yüzyılımızın başındakinden daha geriye düşmüştür. Henry Ford, T Ford
model motorlu arabalarını üretmeye başladığı zaman, fabrikadaki bir işçisine
istemeye istemeye yılda 750 dolar öderken, bu para üretilen iki arabanın
fiyatına eşdeğerdi ve Wall Street Journal gazetesi, bu ücretin "cürüm
oluşturacak kadar yüksek" olduğunu yazmaktaydı. Günümüzde ise, Brezilya
veya Çin'deki araba üretimi yapan işçiler, yılda 1,000 dolardan daha az, yani
ürettikleri arabaların fiyatının onbeşte biri kadar para kazanmaktadırlar.
Ekonomik zenginlik, gittikçe daha küçük bir
azınlığın elinde toplanmaktadır. ABD Borsasının değeri 11 trilyon dolar, ya
da dünya borsalarının değerinin %53'ü kadardır. Böyle olmasına karşın,
Amerikalılar, dünya nüfusunun sadece %5 kadarını oluşturmaktadırlar. Kaldı ki
Amerikalılar arasında da zenginliğin bölüşümü çok eşitsiz olmaktadır. Dünyanın
ilk 100 milyar dolarlık servet sahibi olan Bill Gates, Japonya hariç Asya'daki
bütün borsalardaki zenginlikten daha fazla kişisel servete sahiptir.
1900'lü
yıllarda görülen bu muazzam sermaye birikimi yanında, ezici bir çoğunluk da fakirlik çekmektedir. Asya ve Afrika'da ömür
süresi 50 yılı geçmemektedir. Bebek ölüm oranı hâlâ daha onda birdir. ABD'deki
her 1 milyon insana 2,000 doktor düşerken, Endonezya'da bu oran 100 doktordan
azdır. Dünyadaki en fakir ülkelerdeki çocukların sadece %10'u orta eğitim
görmektedir. Dünya Bankası'nın tahminlerine göre, 1.5 milyar insan, günde 1.50
dolardan az gelir elde etmektedir.
Hıristiyan
dünya yeni bir binyıla başlarken, yeryüzündeki nüfusun bu kadar büyük bir
kısmının yaşam düzeyleri arasında bu kadar fark olması durumu, daha önce asla
yaşanmamıştır. Son 200 yıl içerisinde, zengin "kuzey-batı"
ülkelerindeki gsmh 20 kat artmışken, fakir "güney-doğu" ülkelerinde
sadece 2.5 kat artmıştır. 1800 yılında İngiltere, dünyanın en fakir ülkelerinin
yıllık gelirinin iki kat fazlası bir gelirle dünyanın en zengin ülkesiyken;
günümüzde en zengin ülkelerde kişi başına düşen gsmh, en fakir ülkelerinkinden
50 kat daha fazladır.
1800
yılında, yani Marks'ın doğumundan 20 yıl kadar önce, dünyadaki herkes fakir olarak
nitelendirilirken, sadece çok az sayıda aristokrat, toprak sahibi ve tüccar bir
azınlık zengin sayılırdı ve bunların serveti de, uluslar arasında oldukça
orantılı idi. 200 yıllık sanayi kapitalizminden sonra bugün, dünyadaki çoğu
insan, bir avuç multi-milyarder kapitalist ağababası ve onların adamları
dışında, "fakir" denebilecek durumdadır. Aradaki bir diğer fark da,
zenginliğin uluslar arasında da çok eşitsiz bir şekilde dağılmış olmasıdır.
Marks bu eşitsiz küresel gelişmeyi "Das Kapital" adlı kitabında
öngörmüştü.
Batı'da
önce tarımsal üretim artmış ve kentlerin gelişmesiyle de tüccar ve girişimciler
öne geçmiştir. Özellikle silah teknolojisinde daha üstün olan kapitalist
tüccarlar ve onların özel askerleri kıtaların bütününü fethederek, 16. ve 17.
yüzyılda halkları kendilerine bağımlı kıldılar. Daha sonra sömürgelerde egemenliğin sağlandığı 19. yüzyıl geldi. Avrupa'nın
sanayileşen emperyalist ekonomileri, Asya, Afrika ve Amerika kıtalarındaki
gelişme tomurcuklarını yok etmeyi başardılar. Hindistan nüfusu içindeki sanayi
işçilerinin sayısı 1810 yılında %19 iken, 1900'de %8'e düşürüldü. Hindistan
üretim ve inşaat işçilerinin sayısı 1881'de nüfusun %35'ine ulaşmıştı, ama
1917'de bu oran %17'ye düşürülmüş oldu.
Bunun
sonucunda "gelişmekte" olan ülkelerdeki yaşam düzeyleri felç oldu.
1780 yılında bir İngiliz kent işçisinin ortalama günlük ücreti ile 7 kilo
buğday satın alınırken, bir Hindli işçi 6 kilo buğday satın alabilirdi. 1910
yılına gelindiğinde, Hindli işçinin aldığı miktar değişmezken, İngiliz işçisi
bir günde 33 kiloluk buğday satın
alabilecek bir ücret alabiliyordu. Şimdi ise sanayileşmiş ülkelerdeki bir işçi
günde 60 sterlin (ya da İngiltere'de ortalama 300 sterlin haftalık) kazanırken,
bununla 1250 kilo buğday satın alabilmekte, ama Hindli işçi kazandığı günlük
ücretle, sadece 37 kilo buğday satın alabilmektedir.
Kapitalizm
şartlarında birinci gelen, kendinden sonrakileri daima ezebilmiştir. Sanayi
kapitalizminin son 200 yılı bunu kanıtlamıştır. Kapitalizm "refah"ı
yeryüzüne yaymak bir yana, dünyadaki büyük bir çoğunluğun kendi doğal
kaynaklarını geliştirmesine ve yaşam düzeylerini yükseltmesine engel olmuştur.
Daha da kötüsü, yeryüzünün doğal kaynakları, gittikçe artan bir hızla daha çok
"Batı"daki emperyalistlere ait birkaç bin çok-uluslu şirketin
denetimi altına girmektedir. BM'nin yeni bir istatistiğine göre, dünyadaki
60,000 uluslararası kapitalist şirketi, dünyadaki üretimin %25'ini ve dünya
sanayi üretiminin de %50'den fazlasını gerçekleştirmektedir. Marks, çağdaş
kapitalizmin de küreselleşeceğini öngörmüştü. Dünya ticareti son 10 yıl içinde
yılda %7 kadar artarken, sınırlar ötesi sermaye hareketleri yılda %12'den fazla
artmaktadır.
Bu
genişleme, insanların kapitalist sistem altında örgütlenmesinin yok edilmesinin
tohumlarını da atmaktadır. Eşitsizlikler
arttıkça, sosyal dengesizlikler de artmaktadır. 18. yüzyılda sanayi
kapitalizminin doğum yeri olan Avrupa'da savaşlar (sömürgeci 7 yıl savaşı gibi)
ve devrimler (Fransız devrimi gibi) olmuştur. 19. yüzyılda dengesizlik daha da
artmış ve yine savaşlar (Napolyon ve Prusya savaşları), devrimler (1830, 1848,
1870) ve karşı-devrimler Avrupa'da ve Amerika'da (Amerikan İç Savaşı, 1861)
izler bırakmıştır.
20.
yüzyılın savaşlarında görülmemiş olaylar yaşandı ve emperyalist güçler, 19.
yüzyılda sömürerek elde ettikleri zenginlikler yüzünden dünyayı iki defa savaşa
sürüklediler. Yüzyılın her günü, dünyanın bir yerinde savaş vardı. İnsanları ve
onlarla birlikte doğal çevreyi yok etmede kullanılan teknik gücün büyüklüğü
korkunç boyutlara ulaşmıştır. Tıpkı zenginlik ve iktidar gücünün yöneten küçük
bir azınlık ile yönetilen ezici çoğunluk arasındaki fark gibi. Ya bu fark yok edilecek, ya da üzerinde
yaşadığımız dünya, gelecek yüzyılın sonuna kadar dinozorların yok olduğu gibi
yok olacaktır.
20.
yüzyılın daha önce hiç görülmemiş bir özelliği de, emek gücünden başka hiçbir
şeye sahip olmayan ve değişimin gücü olan işçi
sınıfının mücadeleleridir. İşçi sınıfı, köylülüğü aşarak yeryüzünde en
geniş sınıf haline gelmiştir. Önce 1917'deki Rus devriminde, daha sonra da
Avrupa, Asya ve Latin Amerika'daki mücadelelerde, işçi sınıfının egemen olması
için kavga verilmiştir. Gerçi insan toplumunda işçi sınıfının egemen olması,
günümüze kadar başarılamamıştır, ama kapitalist sınıf da ekonomik ve siyasal açıdan
egemenliğini kurmak için 1500'den başlayarak 300 yıllık bir mücadele vermek
zorunda kalmıştı. İşçi sınıfı ise egemenlik mücadelesinde kapitalist sınıfa
kıyasla daha yolun başında sayılır. İkinci binyılın son iki yüzyılının da
gösterdiği gibi, dünyamız, bütün ekonomik, sosyal ve siyasal unsurlarıyla
geometrik bir hızla gelişmektedir. O nedenle işçi sınıfının ve onun dünya görüşü olan sosyalizmin dünyada egemen
olması, kapitalist sınıfın egemen olması için gereken süreden daha kısa bir
zamanda gerçekleşecektir.
Bu yeni
sınıf, insan tarihinde ezici bir çoğunluğun sınıfı haline gelmiştir. İşçi
sınıfı, herkesten varlığına göre ve herkese ihtiyacına göre ilkesini
savunmaktadır. Çünkü işçi sınıfının üzerinde çalıştığı üretim şekli, kapitalizm
gibi özel değil, sosyal bir temele sahiptir. Eğer işçi sınıfı, kendi üretim
şeklinin kaçınılmaz sonucu olan sosyalizmi dünya çapında kurmayı başarabilirse,
bu yeni sistem, insanın üretici gücünün geliştirilmesini, ikinci binyılda
kapitalizmin artırdığından daha fazla artıracaktır. Ama bu defa üretilen ve
dağıtılan zenginlik eşitsiz olarak değil de, eşit olarak bölüştürülecektir. Böylece insan ırkının büyük bir
çoğunluğu, yeni bir refah düzlüğüne ulaşacak ve sosyal çatışmalar, savaşlar ve
soykırımlara bir son verilecektir. Yeni binyılın bizlere verdiği gerçek mesaj
budur.
Ölüm yüzyılı
bitti-Savaşlara ve silahlanmaya son!
* 1. Dünya Savaşı'nda 20 milyon, 2. Dünya Savaşı'nda 50
milyon insan öldü.
* 1945'den bu yana, insanlığa musallat olan çeşitli
savaşlarda 23 milyondan fazla insan öldü.
* Bu süre içinde her yıl savaşlarda ölen insanların
ortalama sayısı, bütün 19. yüzyıldaki savaşlarda ölenlerden 2 kat daha fazla,
18. yüzyıldaki savaşlarda ölenlerden de 7 kat daha fazladır.
* ABD, 1990'lı yıllarda, dünya silah ticaretindeki payını
ikiye katladı ve pazarın %44'ünü eline geçirdi. ABD'nin silah satışları,
Türkiye ile Yunanistan arasında, ya da iki nükleer güç olan Hindistan ile
Pakistan arasındaki bölgesel silahlanma yarışlarını da körüklemektedir. ABD'nin
kendi Savunma Bakanlığı, Lockheed firmasının başka ülkelere sattığı F-15 ve
F-16 uçakların değerinden daha fazla miktar bir parayı, yani milyarlarca
doları, aynı firmaya sipariş ettiği yeni F-22 savaş uçakları için harcayarak,
silahlanma yarışını kendisi sürdürmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder