Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin, önümüzdeki dönemde genişleme sürecine girecek olan Avrupa
Birliği’ne katılması ile ilgili görüşmeler, son aşamaya gelmiş bulunmaktadır.
Kıbrıslı Türkler olarak, AB’nin ne olup,
ne olmadığını tartışmaları da toplumumuz içerisinde süregelmektedir. Bazı sol
sosyal demokrat çevreler, “AB’ye girişle bir anda ücretlerin katlanıp
yükseleceğini, çok kısa bir vadede bir anda refah seviyesinin havaya
fırlayacağını” öne sürerken, başka sol kesimler de üyeliğin getireceği bazı artı
değerler yanında, AB üyeliği ile birlikte ortaya çıkacak bazı olumsuz sonuçlara
da dikkat çekilmesi gerektiğini vurgulamaktadırlar.
KSG gazetesinin önceki sayılarında,
“Kıbrıs ve AB” konusunu işleyen bazı yazılara yer vermiştik. Örneğin,
1. Ayrılıkçı Kıbrıs Türk liderliği ve AB, Sayı:47,
Ocak 2000
2. AKEL’in raporuna göre, AB üyeliğinin Kıbrıs
ekonomisine etkisi, Sayı:48-49, Şubat-Mart 2000
3. AKEL’in, 18. Kongresi’nde onaylanan AKEL-AB
ilişkilerine en son bakışı, Sayı:67, Ekim 2001
4. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliği neler
getirecek?, Sayı:67, Ekim 2001
Bu
sayıdaki AB dosyasında verdiğimizi yazılarla konuyu tartışmayı sürdürüyoruz:
AB’NİN GENİŞLEMESİ
Tekelci Avrupa kapitalizmi,
uyguladığı neoliberal politikanın bir gereği olarak, Doğu Avrupa yönünde
genişlemeyi planlamaktadır. Bu genişleme, ABD’den sonra gelen dünyadaki
emperyalist güç odaklarından biri olarak Avrupa Birliği (AB)’nin siyasal ve
askeri açıdan bütün Avrupa kıtasını etkisi altına almasına yöneliktir.
Emperyalist güçlerin kendi aralarındaki iç kavgada öne çıkan küreselleşmiş
dünya pazarlarının, bölgesel ve dünya çapındaki egemenlik alanlarının yeniden
paylaşımı ve ileri konumlar elde etme yarışmasında, AB bir açılım içine girme
çabasındadır.
Nis zirvesinde de görüldüğü gibi,
AB’nin temel eksenini oluşturan Almanya ve Fransa, siyasal ve stratejik açıdan
AB’yi bir devletler topluluğundan çok, federal bir devlete doğru yöneltirken,
öte yandan da tek para birimi olarak
euro’nun kullanılması ile bu merkezileşme eğilimlerini öne çıkarmaktadır.
Avrupa Ordusu’nun kurulması da, AB’nin ekonomik yapısı üzerinde siyasal ve
askersel bir üst örgütün oluşturulmasıyla açıklanabilir. ABD, bu açıdan hâlâ
daha tek egemen güç olarak yerini korumaktaysa da, AB’yi oluşturan farklı
ülkelerin farklı stratejik çıkarları, Doğu ve Güneydoğu Avrupa ülkeleri ile
Rusya’ya karşı farklı değerlendirmelerde bulunmalarına yol açmaktadır. Bu da
AB’nin doğu yönündeki genişleme politikasında, merkez ve çevre ülkeler
arasındaki ilişkileri, tarımsal ve yapısal fonların genişleme ile birlikte
nasıl dağıtılacağı sorununu gündeme getirmektedir.
AB’nin Doğu Avrupa’ya açılımının ana
itici gücü olan Alman sermayesi, AB’yi kendi emperyalist çıkarlarına uygun bir
kılıf olarak görmekte ve bunda da herhangi bir direnişle karşılaşmamaktadır. Bu
şekilde yeni işgücü potansiyeli, yatırım alanları ve pazar yaratma ve AB
sermayesinin eylem alanını genişletmeyi hedeflemektedir. Bu durum ise, ABD ile
AB arasındaki emperyalist çıkarların çatışmasına yol açmaktadır. Almanya,
Fransa ile birlikte AB’nin genişlemesini zorlarken, Avrupa’nın “Merkezi” ile
“Çevre”si arasında farklı iki birleşme hızı öngörülmektedir.
1999 Helsinki Zirvesinde de
vurgulandığı gibi, Doğu’ya doğru genişleme süreci, Orta ve Doğu Avrupa
ülkelerini AB üyeliğine katarken, bu ülkelerin ekonomik, siyasal ve askeri
açıdan da AB’ye katılmasını hedeflemektedir. Bu süreç, ABD ile AB’nin güçlü
ülkelerinin NATO’nun doğu yönünde genişlemesi planlarından ayrı
düşünülmemelidir. Nis ve Helsinki Zirvelerinden çıkan sonuçlar birlikte değerlendirilirse
görülecektir ki, AB, yakın gelecekte, farklı güç ve yetkileri olan merkez,
merkeze yakın ve çevre ülkeleri şeklinde örgütlenecektir.
Öte yandan Avrupa emek güçleri,
bugünkü AB, ya da genişlemiş AB’den daha büyük bir kesimin çıkarlarını savunmaktadır.
Avrupa emekçilerinin birliği kavramı, bütün Avrupa halklarının dayanışma içinde
ve eşit haklara sahip olarak, birbirleri üzerinde egemenlik kurma emelleri
taşımayan bir işbirliği içinde olmalarını öngörmektedir. Batı Avrupa Ordusu’nun
kurulmasına karşı olup, çatışmaların askeri olmayan yollardan çözümlenmesini
talep etmektedir.
AVRUPA BİRLİĞİ’NDEKİ SOSYAL DEMOKRATLARIN ROLÜ
Avrupa Birliği, 2. Dünya
Savaşı sonrasında sermayeyi yeniden oluşturmak ve 1970'lerin ortasından sonra
da, güçlenen bu Avrupa sermayesini,
özellikle ABD ve Japonya'daki kapitalist rakipleriyle arasında başlayan
yarışta güçlendirmek için uluslararası sermaye tarafından kurulan bir
örgüttür. Bu ekonomik yarış, ABD
tarafından çizilen stratejik çerçeve içinde ve bunun ifadesi olan NATO gibi
örgüt içinde yürütülmektedir.
Avrupa sosyal demokrasisi,
ABD ve Japonya'ya karşı rekabette daha başarılı olmak için, AB gibi Avrupa
büyük sermayesinin uluslararası projelerini desteklemek gerektiğini savunmakta
ve "kendi" ulusal burjuvazisine tabi olma anlayışını,
"Avrupa" düzeyine taşımaktadır.
Avrupa sermayesi, ABD ve
Japonya'ya karşı yarışırken 4 konuda zayıf görünmektedir:
1.Avrupa, küçük üretim
ölçeklerine ve küçük pazarlara sahip bir dizi küçük ülkeye bölünmüştür.
2. İşçi sendikaları,
kitlesel sosyal demokratik ve komünist partiler şeklinde örgütlenmiş güçlü bir
Avrupa işçi hareketi vardır.
3. Öteki ülkelere kıyasla
ağırlığını duyuran bir küçük burjuva kesimi vardır ve bunun sonucunda
4. Tarım ve kamu
hizmetinde düşük bir üretim düzeyi vardır.
AB, Maastricht Sözleşmesi
ile Batı Avrupa refah devletinin bu "dezavantajları"nı ortadan
kaldırmaya yönelmiştir. Bu gerçekleri göz önünde bulundurmayan Avrupa sosyal
demokratları, ülkelerinin daha ulusal yönelimli kapitalist partilerinden bir
adım daha öne geçerek, Maastricht Sözleşmesinin en ateşli savunucuları
olmuşlardır.
1. Dünya Savaşından sonra,
sosyal demokrasi perspektifi için uygun bir temeli sağlayamayan ve bunalımlara
sürüklenen Avrupa ulusal sermayeleri, önce ABD emperyalizmine yönelmiş ve ABD
sermayesinin yardımı ile siyasal ve ekonomik istikrarı sağlamıştı. 2. Dünya
Savaşından sonra da ABD Batı Avrupa ülkelerine muazzam ekonomik yardımlarda
bulunarak, SSCB'nin Nazi Almanyasını ve Avrupa'daki kapitalizmi ortadan
kaldırmasına engel olmuştur. Marshal Yardımı ve büyük ABD sermaye yatırımları
ile Batı Avrupa'nın ekonomik olarak yeniden inşasında büyük rol oynamıştır.
Savaş sonrasında Batı
Avrupa kapitalizmi, ABD desteğine bağımlı kalırken, Doğu Avrupa’da da SSCB'nin
üstünlüğü gözlemlendi. Böylece Avrupa sosyal demokrasisi, bir yandan Amerikan
yanlısı ve NATO'cu akımların etkisine girerken, öte yandan da işçi hareketi
içinde Sovyet yanlısı akımlar güçlendi.
1970'lerin başında ABD,
Vietnam yenilgisi ardından uluslararası rolünde değişiklik yaparak, Avrupa'ya
yardım etme yerine, Batı Avrupa ekonomilerini darbelemeye başladı. Avrupa
sosyal demokrasisi reformların kaynağı olarak ABD sermayesi yerine, bu kez de
Avrupa sermayesine yöneldi. 1970'lerin sonunda Batı Avrupa işçi hareketinde ABD'cilik
rağbetten düşerken, Avrupa sosyal demokrasisi yükselişe geçti. Bunun maddi
temelini ise AB'nin para kasası olan Batı Almanya hazırladı. Güney Avrupa'ya,
bir başka deyişle AB'nin yeni üyeleri
olan İspanya, Portekiz ve Yunanistan'a akan sermaye, buradan kaynaklanmaktaydı.
Almanya'nın birleşmesi,
sadece Doğu Avrupa’daki rejimlerin değil, Avrupa sosyal demokrasisinin de sonu
oldu. Sermaye için 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Batı Avrupa'da refah devletinin
yaratılmasının doğudan batıya ilerlemesi "tehlikesi"ne karşı, sınıf
güçleri ilişkisinin zorunlu bir taviziydi. Doğu Avrupa'ya kapitalizmin yeniden
girmesi ile sosyalizm tehdidi giderilmiş ve refah devletini sürdürme
zorunluluğu da artık ortadan kalmıştı. Almanya'nın birleşmesi ile eşzamanlı
olarak refah devletinin ortadan kaldırılmasına yönelik ilk adımlar atılmaya
başlandı ve bu durum Maastricht Sözleşmesinde formüle edildi.
Batı Avrupa işçi sınıfının
son 50 yıl içinde kazandığı en önemli reform olan refah devletinin ortadan
kaldırılması önerisinin ana siyasal destekçisi, bu defa Avrupa sosyal
demokrasisi oluyordu. Almanya'nın birleşmesi ile Maastricht Sözleşmesi, Avrupa
sosyal demokrasisinin gerilemesine ve İtalyan, Fransız ve İspanyol
sosyalistlerinin iktidardan düşmesine yol açtı.
BİRLEŞİRKEN YİTİRİLENLER
Avrupa Birliği, ekonomik
sistem olarak kapitalizmi, bir başka deyişle, özel girişimci piyasa ekonomisini
savunmaktadır. Maastricht Anlaşması'nın 3a1. maddesine göre, üye ülkeler
“serbest rekabete dayalı açık pazar ilkesi ile uyum halinde çalışan bir
ekonomik politika" benimsemelidir. Büyük kapitalist işletmeler,
kendilerini uluslarüstü görmekte ve daha büyük pazarlar, ham madde ve işgücü
kaynakları aramakta ve bunun doğal sonucu olarak da, tek bir AB devleti
oluşturmayı desteklemektedirler. Onlar için sermayenin serbest dolaşımı, gümrük
tarife duvarlarının kaldırılması, üye ülkeler arasındaki göçlere konan
engellerin kaldırılması, AB için büyük kolaylıklar sağlar.
Tek Avrupa Yasası'nın 13.
maddesi şöyle demektedir: "İç Pazar, mallar, kişiler, hizmetler ve
sermayenin serbest dolaşımını güvence altına alan ve iç sınırların olmadığı bir
bölgeden oluşacaktır." Bilindiği gibi, işverenler malların serbest
dolaşımından söz ettiklerinde, grev kırıcılığını anlatmak istemektedirler.
Eylül 2000'de, Fransız işçiler, yakıt fiyatlarını azaltmak için Kanal
bölgesindeki limanları kapattıklarında, AB, blokajı kırmak için yapacakları
çabaları haklı çıkarmak amacıyla, malların serbest dolaşımı hakkındaki maddeyi
çalıştırma tehdidini savurdular.
Kişilerin serbest
dolaşımından söz ettikleri zaman, işsiz ve vasıfsız işçileri kastetmektedirler.
AB'yi, çeşitli vasfa sahip bir işçiler ordusunun muazzam potansiyeli olarak
görürken, bu ordunun ardında da 20 milyonluk bir işsizler ordusunun varlığını
bilmektedirler.
Sermayenin serbest
dolaşımından söz ettiklerinde, iş yerlerinin kapanması anlaşılmalıdır. AB, üye ülkelerdeki sanayide var olan "aşırı
kapasitesi"nden kurtulmak için, kitlesel işten çıkarmalar ve iş yerlerinin
kapanmasını amaçlamaktadır. Avrupa Komisyonu, 1993 yılında şu itirafta
bulunmuştur: "Tek Pazar programı, iş çevreleri için, işçilere yaptığından
çok daha fazla yarar sağlamıştır.”
AB özelleştirmeden
yanadır. Özel taşımacılık ise, kamu araçlarının kullanılmasına yönelecek ve
demiryolu, otobüs, kamyon ve araba kullanımını dengeleyecek olan bütünleşmiş
bir ulaşım sistemi önündeki ana engeldir.AB, İngiliz demiryollarının
özelleştirilmesi örneğini, bütün AB ülkelerine yaymak istemektedir.
Avrupa Parlamentosu,
Temmuz 2002'de "tek Avrupa hava sahası" yaratılması planını
onaylamıştır. Bu proje ile, tek pazar üzerinde, tek Avrupa hava trafik
denetimini getirecek olan tek hava
sahasını yaratmayı amaçlanmaktadır. Böylece, AB üyesi ülkelerdeki hava trafiği
denetleyen kuruluşların da özelleştirilmesi ve yeni AB kuruluşu olan
"Eurocontrol" tarafından yönetilmesi fikri hayata geçirilmeye
çalışılmaktadır. Örneğin İngiltere'nin hava trafik denetiminin özelleştirilmesi
ile, maliyetlerde %36'lık bir azalmaya yol açacağı tahmin edilmektedir. Ama
Ulusal Hava Trafik Hizmetleri Başkanları, bunun güvenlik açısından, gerek
yolcular, gerekse hava trafik denetleyicileri açısından kabul edilemez
tehlikelere yol açacağını bildirmiştir.
Aynı şekilde İngiltere,
euro para birimine geçerse, bu Avrupalı işçiler için çok kötü sonuçlar
doğuracaktır. Çünkü AB, İngiliz emek piyasasının çok övünülen
"esnekliği”ni, özelleştirmeleri ve bozulan düzenlemeleri, öteki ülkelerin
işçilerinin aleyhine kullanacaktır. Avrupa Para Birliği (EMU), Avrupa ülkeleri
üzerinde ağır baskılar uygulayarak, ücretleri, çalışma koşullarını, hizmetleri
ve işçi yardımlarını aşağıya çekerek, emek piyasası ile refah devletinin
"Amerikanlaşması"na çalışacaktır.
Hem ABD, hem de AB, Dünya
Ticaret Örgütü'nde, sağlık bakımı, sosyal hizmetler ve eğitim de içinde hizmet
kesiminde, özel kesim katılımını genişletmek amacıyla "Hizmet Ticareti
üzerine Genel Anlaşma"(GATS)'yı daha da sıkılaştırmak istemektedir. AB'nin
ticaretteki liberalleştirme çabalarının artırılmasına ilişkin kararlılığı,
herkesi kapsayan ve sağlık bakımının finansmanı, sosyal refah ve eğitimin kamu
tarafından yürütülmesi ilkelerini tehdit etmektedir. AB, ulusal sağlık
hizmetlerine karşıdır. Yapabildiği yerlerde, sağlık hizmetlerinin
özelleştirilmesini zorlamaktadır. Örneğin Doğu Avrupa'da Phare programı ve
Dünya Bankası ile işbirliği yoluyla bunu yapmaktadır.
AB, savaş ve baskıdan
yanadır. Fransız Başbakanı Lionel Jospin şöyle demiştir: "AB, üye
ülkelerin ordularını biraraya getirmekle, iç güvenliğini sağlayabilecek ve
dünyadaki çatışmaların önlenmesine yardımcı olabilecektir.” Blair ise,
"Avrupa bugün artık sadece barış için değil, kollektif bir güç olarak da
var olacaktır" diyerek, savaştan yana bir programın varlığı haberini de
vermiştir.
Bazıları, NATO'yu
zayıflatacağını öne sürerek, Avrupa ordusuna karşı çıkmaktadır. Bazıları da,
NATO'yu zayıflatacağı için AB ordusuna destek olmaktadır. Ama önemli olan bunun
NATO üzerindeki etkisi değildir. Avrupa ordusuna ilkesel olarak karşı
olunmalıdır. Çünkü bu ordu, AB liderleri tarafından, AB üyeliğinden ayrılmak
isteyen veya yeterince Avrupalı olamayan herhangi bir halka karşı
kullanılabilecektir. Jospin ise, bu uyarıyı yapmış bulunmaktadır:
"Orduların bir araya getirilmesiyle, Avrupa'nın iç güvenliği de
sağlanacaktır."
AB GENİŞLERKEN
İki sınıflı, anti-demokratik Avrupa’ya hayır!
AB'nin büyük ülkeleri,
AB'nin genişlemesi ile birliğe katılacak ülkeleri eşit söz hakkı olan üyeler
olarak değil, 2. sınıf üyeler olarak alacaklardır. İlk defa serbest dolaşım bir
tarafa bırakılacak ve birçok AB ülkesi Doğu Avrupa'dan gelecek kişilere
kısıtlamalar koyacaktır.
Ortak Tarım Politikası
uzun bir süre Doğu Avrupa ülkelerine uygulanmayacak, ya da çok kısıtlı olarak
uygulanacaktır. Yeni üyeler, karar alma mekanizmasında eşit söz hakkına sahip
olmayacaktır. Batı Avrupa'nın zengin ülkeleri, kendi şirketlerinin sömürüsünü
artırmak için, pazar alanlarını genişleteceklerdir. Doğu Avrupa, hizmetleri
liberalleştirmeye, ekonomilerini özelleştirmeye ve sınırsız olarak çok uluslu
yatırımlara açılmaya zorlanmaktadır.
Seçimle işbaşına gelmemiş
olan Avrupa Komisyonu’nun muazzam bir yürütme gücü varken, Avrupa
Parlamentosu'nun gücü, hemen hemen yok gibidir. Nis Anlaşması ile bu güç daha
da az elde toplanmıştır.
Avrupa Birliği,
Thatcher'ci ekonomi ilkeleri temelinde çalışmaktadır. Hükümetlerin,
"rekabeti saptırabilecek olan" sanayi ve hizmetlerini sübvansiye
etmesi yasaklanmıştır. Kamu harcamaları çok sıkı bir düzeyin altında
tutulmuştur. Bunun aksine davranan devletler cezalandırılabilecek ve bu
politikasını değiştirmeye zorlanabilecektir. Kamu hizmetleri özel rekabete
açılmalıdır ve ticari kaygılarla çalıştırılmalıdır. Sermaye hareketlerinin
herhangi bir şekilde sınırlandırılması yasaklanmıştır. AB'nin temel kuralları,
serbest piyasayı el üstünde tutma esasına dayanmaktadır. Ekonominin halk
yararına yürütülmesi için herhangi bir seçeneği dışlamaktadır. Refah devletinin
tırtıklanması politikası sayesinde bugün AB'dedeki nüfusun beşte biri fakirlik
sınırı altında yaşamaktadır.
Tekellerin Avrupası,
uzantılarını yeryüzüne yayma istemektedir. AB sübvansiyonları, Avrupa büyük iş
çevrelerini dünya piyasalarında teşvik etmek için kullanılırken, "Üçüncü
Dünya" ülkelerinin de kendi yerel ekonomik desteklerinden arındırılmak
için baskı yapılmaktadır.
AB kapitalizmi, en fakir
ülkelerdeki insanların insan hakları ve yaşam koşulları için dörtnala koşarken,
daha iyi bir yaşam için Avrupa'ya gelenlere de kapılarını kapamaktadır. AB
insan hakları ile ilgili örnek davranışlara girerken, Avrupa polisi ekonomik ve
siyasal haksızlıklardan kaçıp “Avrupa kalesi”ne sığınmak isteyenlere kapılarını
kapamaktadır. Sermayenin dolaşımı kutsal iken, AB'ye sığınmak isteyen göçmen
emekçilere ırkçı baskılar uygulanmaktadır.
AB militarizmine hayır!
AB, dünya ekonomik ve
siyasal sahnesinde kendisine ait bir güç bloğu oluşturmak ve bunu askeri bir
yetenekle desteklemeyi hedeflemektedir. Acil Tepki Gücü, Avrupa'dan 2500 mil
uzaklıktaki yerlerde, AB çıkarlarını korumak ve birçok modern savaşta yapıldığı
gibi "barışı korumak" adıyla müdahale edecektir. AB ülkeleri
silahlanmada işbirliği yapmakta olup, halen AB silah sanayisi yılda 13 milyar
euro kâr etmektedir.
AB'ye alternatif vardır!
Alternatif, kendimizi
Avrupa'dan ayrı tutmak ve zamanı tersine çevirmek değildir. Kıbrıs işçi sınıfı
açısından, adadaki düzenin Kıbrıslı kapitalistler ve onların siyasetçileri
yerine, Avrupalı kapitalistler ve AB bürokratları tarafından yönlendirmesi,
emek-sermaye-iktidar ilişkileri açısından önemli bir değişiklik
getirmeyecektir.
Kıbrıs, AB’ye üye olacaksa, Kıbrıs
Cumhuriyeti devletinin tarafsızlığına ve adanın toprak bütünlüğüne halel
gelmemeli, ada halkının hak ve çıkarları satılığa çıkarılmamalıdır. Maastricht
Sözleşmesi, AB üyelerini ortak bir dış politika uygulamaya zorlamaktadır.
Portekiz
Komünist Partisi Genel Sekreteri Carlos Carvalhas, şu değerlendirmeyi
yapmaktadır: “Maastricht Sözleşmesi, işçilerin çıkarına hizmet edecek ve
topluluk kurumlarını ve politikasını geliştiren katılımcı bir anlaşma değil,
Avrupa büyük sermayesinin ve mali spekülasyon çıkarlarının anlaşmasıdır. Küçük
ülkelerin rolünü azaltmakta ve işçi yanlısı sosyal politikaları ikinci sıraya
atmaktadır.”
Bu durumda Kıbrıs’ın, Üçüncü
Dünya ülkelerine ABD ve AB gibi bazı güçler tarafından yapılan saldırı ve
sömürüyü kınama hakkı elinden alınmak istenecektir. Kıbrıs, NATO, BAB veya
Avrupa Ordusu gibi benzeri askeri
kuruluşlara girmemelidir.
Gerek
Kıbrıs Rum ve gerekse Kıbrıs Türk burjuvaları, gelinen aşamada ekonomik,
siyasal ve askersel olarak Avrupalı ortakları ile birlikte çalışmakta yarar
görmektedirler. Oysa Kıbrıs, emperyalizm ve büyük sermaye çıkarlarına göre
değil de, Kıbrıslı emekçilerin çıkarlarına göre yönetilmelidir. Bu da,
sömürücü, askersel ve demokratik olmayan tekellerin oluşturduğu Avrupa
Birliği’ne katılma politikasının reddedilmesini gerektirmektedir.
Maastricht Sözleşmesinin öngördüğü Tek Pazar,
iktidar gücünü sıradan emekçi yurttaşlara dayama yerine, ulusötesi tekeller ve
bürokratların elinde merkezileştirmektedir. Bireycilik, tekel hırsı,
monetarizm, sömürü, ucuz işgücü gibi olgulara karşı mücadele, seçilmemiş
kuruluşların eline ekonomik ve parasal güç veren ve demokratik haklara
saldırıya geçen Maastricht’e karşı mücadele ile eşdeğer olacaktır. Demokratik
bir Avrupa, sadece ve sadece işçi ve halk örgütlerinin yerel, ulusal, bölgesel
ve Avrupa düzeylerinde söz sahibi olması ile kazanılabilir.
AB’ye katılım halinde,
Kıbrıslı emekçilerin en başta gelen görevi, öteki AB ülkelerindeki sınıf
kardeşleriyle işbirliği yaparak, omuz omuza savaşım vermek ve alternatif bir
Avrupa’yı, sosyalist Avrupa’yı inşa
etmek olacaktır.
(“Hazırlayan: Hüseyin Erdoğan” imzasıyla, Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek
dergisi, Sayı:80, Ekim 2002)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder