Kıbrıs Türk toplumunun demokrat
ve ilerici kesimleri, 1950’lerde adanın İngiliz emperyalizminin çıkarları
gereği taksim edileceği haberleri
karşısında, daima halkımızı uyarmış ve bunun Kıbrıs Türk toplumuna getireceği
felaketlere dikkat çekmişti. Rum milliyetçilerinin adayı Yunanistan’a bağlama
çabaları karşısında, adanın bölünmesini ve stratejik çıkarların bu çerçevede
ileri götürülmesini hedefleyen İngiltere, Kıbrıs Türk toplumu içindeki
maşalarını kullanarak, 1958 yılındaki kanlı provokasyonları tezgahlamış ve
Rumların enosis ve Türklerin taksim hedefleri yerine, “bağımsız Kıbrıs devleti”
formülü taraflara kabul ettirilmişti.
Üç NATO ülkesi olan İngiltere,
Türkiye ve Yunanistan’ın “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve
toprak bütünlüğünün garantörü” olarak ilan edilip, İngiltere’nin Ağrotur ve
Dikelya’daki askeri üslerine çekilmesi ve diğer iki “anavatan” ülkenin
“bağımsız” Kıbrıs devletinin toprakları üzerinde asker bulundurması ile askeri
hedeflere kısmen ulaşılmıştı. İçinde
ayrılıkçı unsurları barındıran Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın uygulamada
ortaya çıkardığı güçlükler yüzünden başlayan anlaşmazlıklar ise, Aralık 1963’te yeniden toplumlararası
çatışmalara yol açmış ve enosis-taksim
hedeflerine tekrar dönülmüştü.
Bu amaçla hazırlanmış olan
Kıbrıslı Rumların “Akritas” ve Kıbrıslı Türklerin de “Geçici Merhale” planları
uygulamaya konunca, Kıbrıslı Türkler, ortağı oldukları Kıbrıs devletindeki
görevlerinden geri çekilmiş ve Kıbrıs Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr.Fazıl Küçük,
zamanın TC Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdiği 10 Mart 1964 tarihli bir mesajda
şöyle demişti:
“Bilindiği gibi memurlarımız, kendilerine verilen direktife uyarak,
emeklilik hakları dahil maaş, tahsisat ve diğer ücretlerini feda etmiş ve
meslekten ihraç durumuna kendilerini bilatereddüt sokmuşlardır... Geri
işbirliğine dönme -geçici bir süre için bile olsa- davamızın gaip edilmesine
müncer olacağına inanmaktayız. Şimdiye kadar bizi öldürenler, malımızı yakıp
yağma edenler ile bir arada yaşayamayız tezini savunduğumuz malumdur. Bu böyle
iken, Rumlarla gene bir arada ve hatta aynı dam altında beraberce yaşamaya ve
işbirliği yapmaya başladığımız an, tezimizi temelinden yıkmış olacağımız
kanaatindeyiz. Bir araya geldikten sonra, bilhassa Güvenlik Konseyi’nin kararı
muvacehesinde tekrar federasyon şekline bile gidilmesi ihtimal haricinde
olacağı bedihidir (apaçıktır).(aktaran Rauf R.Denktaş, Arşiv Belgeleri ve
Notlarla İlk Altı Ay, Lefkoşa 1992, s.44)
Birlikte oluşturulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devlet mekanizmasını
Kıbrıslı Rum milliyetçilere terkederek, “taksim davası”nı ilerleten Kıbrıs Türk
liderliğinin bu politikası, BM Genel Sekreterliğinin o yıllardaki raporlarına
da yansımıştı: “Kıbrıs Türk liderliği, iki toplum mensuplarının birlikte
yaşamasını ve çalışmasını gerektirebilecek veya Kıbrıslı Türkleri, Hükümet
organlarının otoritesini onaylayacak durumlara koyabilecek herhangi bir önlem
karşısında, katı bir tutuma yapışıp kalmıştır. Kıbrıs Türk liderliği,
toplumların fiziksel ve coğrafik ayrılığını siyasal bir hedef olarak kabul
ettiğinden, aslında Kıbrıslı Türklerin, alternatif bir politikanın yararlarını
gösterme olarak yorumlanabilecek etkinlikleri teşvik etmesi beklenemez. Öyle görülüyor
ki, sonuç da Kıbrıslı Türklerin amaçlı olarak kendi kendilerini tecrit etme
politikası olarak ortaya çıkmaktadır.” (BMGS Raporu s/6426, Paragraf 106, 10
Haziran 1965)
Adamızın 1974’deki darbe-müdahale
olayları sonucunda en nihayet taksim edilmesi, Kıbrıs Türk liderliğini bir
öfori havasına sokmuştu.Türk Silahlı Kuvvetleri’nin denetimi altındaki %37’lik
kuzey toprakları üzerinde kurulan “Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”, aradan geçen 22 yıl içerisinde siyasal anlaşmazlığı
çözmek bir yana, Kıbrıslı Türklerin, ayrılıkçılığın doğal sonucu olarak içine
sürüklendikleri ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlar yüzünden adayı kitlesel
olarak terketmelerine yol açmıştır.
1986’da zamanın TC Başbakanı
T.Özal ile birlikte Kıbrıs’ı ziyaret etmiş olan Türkiyenin ünlü sanayici ve iş
adamlarından Ali Koçman’ın buradaki durumları gördükten sonra söyledikleri hâlâ
belleklerdedir: “Türkiye’ye döner dönmez Yeniköy’de veya Büyükada’da 150 bin
kişinin yaşadığı bölgelerde Cumhuriyet ilan edecek ve hükümet kuracağım.”
Cenevre toplantısı sırasında
zamanın TC Dışişleri Bakanı Turan Güneş’in, aralarında Güneri Civaoğlu’nun da
bulunduğu Türkiyeli gazetecilere söyledikleri ise daha anlamlıdır: “Hele biz
oraya kadar ilerleyelim. Adanın yarısını alalım, oldu-bittiyi yapalım...20
yılda sökemezler bizi oradan. Ondan sonrası da Allah kerim. Birbirini
tanımayan, birbirinden farklı Türk ve Rum nesilleri artık birarada kimse
yaşatamaz.”(Sabah, 19 Temmuz 1994)
Uygulanan nüfus politikası
gereği, kendi ülkelerinde bugün azınlık durumuna düşürülmüş olan Kıbrıslı
Türkler, taksim politikasının iflas ettiğini yaşayarak görmüşlerdir. Ama ne
yazık ki, tutulan ayrılıkçı yolun yanlışlığına dikkat çekenler, kendilerine
“milliyetçi” adını verenler tarafından hâlâ daha “vatan haini”, “Rum
işbirlikçisi” vb aşağılamalara maruz kalmaktadırlar. Kıbrıslı dergisinin 10.
sayısında, bu satırların yazarı da “Rum milliyetçileriyle aynı görüşleri savunmak”la suçlanabilmiştir. Benim her zaman
açıkça savunmakta olduğum, milliyetçilerin yıllardır saygı göstermedikleri uluslararası hukuk ve insan haklarıdır. Ne
Rum, ne de Türk milliyetçisiyim. Sadece yurdunu seven bir enternasyonalistim.
Türk olmanın Türkçü olmak anlamına gelmediği artık öğrenilmelidir. Ben bunu
Stalinci Alternatif Yazın dergisi ile de tartıştım. (Bak. “Kıbrıslı Kimlik”
başlıklı yazım,Yeni Çağ, 29.8.1994)
Esas milli olanı savunan zaten
gerçek yurtseverler değil midir? Hani bizim milliyetçilerde yurt sevgisi?
Yurtlarını sevselerdi, kişisel çıkarlar peşine düşüp, ülkemizi bu duruma getirirler miydi? Jean Jaures’nin de dediği
gibi, yurtseverliğin azı, kişiyi enternasyonalizmden uzaklaştırır. Derin
yurtseverlik ise insanı enternasyonalizme yaklaştırır. Benim anladığım
yurtseverlik ise, demokratik bir siyasal ve ekonomik çerçevede bütün insani ve
milli eşit hakların her yanıyla gerçekleştiği anda yerine oturacak bir
enternasyonalizmdir. Milliyetçilerimiz ise, kişisel çıkarlarını ulusal
toplumumuz için feda etmek bir yana,
toplumumuzu kişisel çıkarları için neredeyse yok olma noktasına
getirmişlerdir!
Kıbrıslı Türklerin toplumsal
haklarını savunma ve var olma mücadelesi için 1943’te oluşturulan Kıbrıs Adası
Türk Azınlığı Kurumu’ndan günümüze uzanan süreçte getirildiğimiz nokta üzerinde
artık iyice düşünülmelidir. Bu var oluş mücadelesinde elde edilenler ile
NATO’nun Kıbrıs’taki çıkarlarını savunma misyonunu karıştıranlara kesinlikle karşı
çıkmak gerekir. Bugünlerde, yine 1964’de olduğu gibi, gelecekte AB’ye alınacak
“birleşik” Kıbrıs’a NATO gücü
gönderilmesi ve adadaki İngiliz-Amerikan
üslerinin devamının konuşulması anlamlıdır.
Öte yandan YKP Başkanı Alpay Durduran’ın 28 Aralık 1995 tarihli Londra
Toplum Postası ile yaptığı söyleşide belirttiği “AB’ye girmekle Kıbrıs
Türklerinin azınlık haklarından yararlanabileceği”ni öne süren görüşlerin
yanlışlığına da dikkat çekmek isteriz.
Vurgulanması gereken bir başka
önemli nokta, Avrupa Konseyi belgelerine de yansıdığı gibi, bir NATO ülkesi
olan Türkiye’nin çıkarlarının her zaman Kıbrıs Türk toplumunun çıkarlarıyla
çakışmayabileceğidir. Bunun bilincinde davranmazsak, toplumsal yok oluşumuz
kaçınılmaz görünmektedir.
(KIBRISLI Türkün Sesi dergisi, Lefkoşa, Sayı:12, 20
Temmuz 1996)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder