27 Mayıs 2015 Çarşamba

AYRILIKÇILIĞIN SONU: TOPLUMSAL YOK OLUŞA GİDİŞ

                                      
Kıbrıs Türk toplumunun demokrat ve ilerici kesimleri, 1950’lerde adanın İngiliz emperyalizminin çıkarları gereği  taksim edileceği haberleri karşısında, daima halkımızı uyarmış ve bunun Kıbrıs Türk toplumuna getireceği felaketlere dikkat çekmişti. Rum milliyetçilerinin adayı Yunanistan’a bağlama çabaları karşısında, adanın bölünmesini ve stratejik çıkarların bu çerçevede ileri götürülmesini hedefleyen İngiltere, Kıbrıs Türk toplumu içindeki maşalarını kullanarak, 1958 yılındaki kanlı provokasyonları tezgahlamış ve Rumların enosis ve Türklerin taksim hedefleri yerine, “bağımsız Kıbrıs devleti” formülü taraflara kabul ettirilmişti.
Üç NATO ülkesi olan İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünün garantörü” olarak ilan edilip, İngiltere’nin Ağrotur ve Dikelya’daki askeri üslerine çekilmesi ve diğer iki “anavatan” ülkenin “bağımsız” Kıbrıs devletinin toprakları üzerinde asker bulundurması ile askeri hedeflere kısmen ulaşılmıştı.  İçinde ayrılıkçı unsurları barındıran Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın uygulamada ortaya çıkardığı güçlükler yüzünden başlayan anlaşmazlıklar ise,  Aralık 1963’te yeniden toplumlararası çatışmalara yol açmış ve  enosis-taksim hedeflerine tekrar dönülmüştü. 
Bu amaçla hazırlanmış olan Kıbrıslı Rumların “Akritas” ve Kıbrıslı Türklerin de “Geçici Merhale” planları uygulamaya konunca, Kıbrıslı Türkler, ortağı oldukları Kıbrıs devletindeki görevlerinden geri çekilmiş ve Kıbrıs Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr.Fazıl Küçük, zamanın TC Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdiği 10 Mart 1964 tarihli bir mesajda şöyle demişti:
“Bilindiği gibi memurlarımız, kendilerine verilen direktife uyarak, emeklilik hakları dahil maaş, tahsisat ve diğer ücretlerini feda etmiş ve meslekten ihraç durumuna kendilerini bilatereddüt sokmuşlardır... Geri işbirliğine dönme -geçici bir süre için bile olsa- davamızın gaip edilmesine müncer olacağına inanmaktayız. Şimdiye kadar bizi öldürenler, malımızı yakıp yağma edenler ile bir arada yaşayamayız tezini savunduğumuz malumdur. Bu böyle iken, Rumlarla gene bir arada ve hatta aynı dam altında beraberce yaşamaya ve işbirliği yapmaya başladığımız an, tezimizi temelinden yıkmış olacağımız kanaatindeyiz. Bir araya geldikten sonra, bilhassa Güvenlik Konseyi’nin kararı muvacehesinde tekrar federasyon şekline bile gidilmesi ihtimal haricinde olacağı bedihidir (apaçıktır).(aktaran Rauf R.Denktaş, Arşiv Belgeleri ve Notlarla İlk Altı Ay, Lefkoşa 1992, s.44)
Birlikte oluşturulan  Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devlet mekanizmasını Kıbrıslı Rum milliyetçilere terkederek, “taksim davası”nı ilerleten Kıbrıs Türk liderliğinin bu politikası, BM Genel Sekreterliğinin o yıllardaki raporlarına da yansımıştı: “Kıbrıs Türk liderliği, iki toplum mensuplarının birlikte yaşamasını ve çalışmasını gerektirebilecek veya Kıbrıslı Türkleri, Hükümet organlarının otoritesini onaylayacak durumlara koyabilecek herhangi bir önlem karşısında, katı bir tutuma yapışıp kalmıştır. Kıbrıs Türk liderliği, toplumların fiziksel ve coğrafik ayrılığını siyasal bir hedef olarak kabul ettiğinden, aslında Kıbrıslı Türklerin, alternatif bir politikanın yararlarını gösterme olarak yorumlanabilecek etkinlikleri teşvik etmesi beklenemez. Öyle görülüyor ki, sonuç da Kıbrıslı Türklerin amaçlı olarak kendi kendilerini tecrit etme politikası olarak ortaya çıkmaktadır.” (BMGS Raporu s/6426, Paragraf 106, 10 Haziran 1965)
Adamızın 1974’deki darbe-müdahale olayları sonucunda en nihayet taksim edilmesi, Kıbrıs Türk liderliğini bir öfori havasına sokmuştu.Türk Silahlı Kuvvetleri’nin denetimi altındaki %37’lik kuzey toprakları  üzerinde kurulan “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”, aradan geçen 22 yıl içerisinde siyasal anlaşmazlığı çözmek bir yana, Kıbrıslı Türklerin, ayrılıkçılığın doğal sonucu olarak içine sürüklendikleri ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlar yüzünden adayı kitlesel olarak terketmelerine yol açmıştır.     
1986’da zamanın TC Başbakanı T.Özal ile birlikte Kıbrıs’ı ziyaret etmiş olan Türkiyenin ünlü sanayici ve iş adamlarından Ali Koçman’ın buradaki durumları gördükten sonra söyledikleri hâlâ belleklerdedir: “Türkiye’ye döner dönmez Yeniköy’de veya Büyükada’da 150 bin kişinin yaşadığı bölgelerde Cumhuriyet ilan edecek ve hükümet kuracağım.”
Cenevre toplantısı sırasında zamanın TC Dışişleri Bakanı Turan Güneş’in, aralarında Güneri Civaoğlu’nun da bulunduğu Türkiyeli gazetecilere söyledikleri ise daha anlamlıdır: “Hele biz oraya kadar ilerleyelim. Adanın yarısını alalım, oldu-bittiyi yapalım...20 yılda sökemezler bizi oradan. Ondan sonrası da Allah kerim. Birbirini tanımayan, birbirinden farklı Türk ve Rum nesilleri artık birarada kimse yaşatamaz.”(Sabah, 19 Temmuz 1994)
Uygulanan nüfus politikası gereği, kendi ülkelerinde bugün azınlık durumuna düşürülmüş olan Kıbrıslı Türkler, taksim politikasının iflas ettiğini yaşayarak görmüşlerdir. Ama ne yazık ki, tutulan ayrılıkçı yolun yanlışlığına dikkat çekenler, kendilerine “milliyetçi” adını verenler tarafından hâlâ daha “vatan haini”, “Rum işbirlikçisi” vb aşağılamalara maruz kalmaktadırlar. Kıbrıslı dergisinin 10. sayısında, bu satırların yazarı da “Rum milliyetçileriyle aynı görüşleri  savunmak”la suçlanabilmiştir. Benim her zaman açıkça savunmakta olduğum, milliyetçilerin yıllardır saygı göstermedikleri  uluslararası hukuk ve insan haklarıdır. Ne Rum, ne de Türk milliyetçisiyim. Sadece yurdunu seven bir enternasyonalistim. Türk olmanın Türkçü olmak anlamına gelmediği artık öğrenilmelidir. Ben bunu Stalinci Alternatif Yazın dergisi ile de tartıştım. (Bak. “Kıbrıslı Kimlik” başlıklı yazım,Yeni Çağ, 29.8.1994)
Esas milli olanı savunan zaten gerçek yurtseverler değil midir? Hani bizim milliyetçilerde yurt sevgisi? Yurtlarını sevselerdi, kişisel çıkarlar peşine düşüp, ülkemizi bu duruma  getirirler miydi? Jean Jaures’nin de dediği gibi, yurtseverliğin azı, kişiyi enternasyonalizmden uzaklaştırır. Derin yurtseverlik ise insanı enternasyonalizme yaklaştırır. Benim anladığım yurtseverlik ise, demokratik bir siyasal ve ekonomik çerçevede bütün insani ve milli eşit hakların her yanıyla gerçekleştiği anda yerine oturacak bir enternasyonalizmdir. Milliyetçilerimiz ise, kişisel çıkarlarını ulusal toplumumuz için feda etmek bir yana,  toplumumuzu kişisel çıkarları için neredeyse yok olma noktasına getirmişlerdir!
Kıbrıslı Türklerin toplumsal haklarını savunma ve var olma mücadelesi için 1943’te oluşturulan Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu’ndan günümüze uzanan süreçte getirildiğimiz nokta üzerinde artık iyice düşünülmelidir. Bu var oluş mücadelesinde elde edilenler ile NATO’nun Kıbrıs’taki çıkarlarını savunma misyonunu karıştıranlara kesinlikle karşı çıkmak gerekir. Bugünlerde, yine 1964’de olduğu gibi, gelecekte AB’ye alınacak “birleşik”  Kıbrıs’a NATO gücü gönderilmesi ve adadaki  İngiliz-Amerikan üslerinin devamının konuşulması anlamlıdır.  Öte yandan YKP Başkanı Alpay Durduran’ın 28 Aralık 1995 tarihli Londra Toplum Postası ile yaptığı söyleşide belirttiği “AB’ye girmekle Kıbrıs Türklerinin azınlık haklarından yararlanabileceği”ni öne süren görüşlerin yanlışlığına da dikkat çekmek isteriz. 
Vurgulanması gereken bir başka önemli nokta, Avrupa Konseyi belgelerine de yansıdığı gibi, bir NATO ülkesi olan Türkiye’nin çıkarlarının her zaman Kıbrıs Türk toplumunun çıkarlarıyla çakışmayabileceğidir. Bunun bilincinde davranmazsak, toplumsal yok oluşumuz kaçınılmaz görünmektedir.

(KIBRISLI Türkün Sesi dergisi, Lefkoşa, Sayı:12, 20 Temmuz 1996)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder