Bulgaristan Komünist Partisi Merkez
Komitesi’nin Türkçe olarak haftada üç defa yayımladığı “Yeni Işık” gazetesinin
20 Ekim 1964 tarihli 127. sayısında ilk bölümü yayımlanan ve üç sayı süren
Derviş A.Kavazoğlu (Kıbrıslı) imzalı ve EVET DEDE, “ONLARI KESTİRENLER VAR!”
başlıklı yazıyı aşağıda okuyabilirsiniz. Metni arşivinde saklayıp, bize
kazandıran İbrahim Aziz’e teşekkür ederiz-A.An):
GÜLİSTANDA
Burası
Sofya... Otel “Rila”.
Mimarlık
sanatının ince zevk ile sadeliği birleştiren modern bir yapı otel “Rila”.
Yapının dışında, ön kısmın iki yanına, çeşitli renklerde çiçekler dikilmiş.
Dekor o kadar güzel ki, önümüze dünyaca meşhur “Acem halıları” gübü çiçekten
halılar serilmiş sanki.
“Rila”nın
kalın kristal dış kapısı önünde bekliyen arabamıza giriyoruz. Sofyanın 25
kilometre dışında bir dağ oteline gideceğiz. Orada geçireceğiz geceyi.
Arabamız
Sofya sokaklarında ilerliyor. Sofyanın yolları, meydanları o kadar temiz, “sarı
parke” öylesine düzgün döşenmiş ki, arabamız saray salonlarında ilerliyormuş
gibimize geliyor!
Şehirden
“Vitoşa” dağına uzanan yol boyu nar içi gibi kırmızı. Altın renginde sarı, on
beşindeki sarışın kız yanağı kadar pembe, batan güneş ışıklarının ufukta
bıraktığı izler gibi mor, renk cümbüşü içinde çiçekler, güller, güller,
güller...
Burası
Sofyadır deyiniz siz. İki bin şu kadar yıllık Sofya. Ama ben “gül bahçesidir,
gülistandır” diyeceğim.
“Vitoşa”
dağı: Dağ eteklerinde kurulmuş konuk evleri. Biz “Kopito”ya iniyoruz.
Restoranın camekânından dışarıyı seyrediyoruz: Melânkolik bir son bahar akşamı,
gökte pırıl pırıl titreşen yıldızlarla. Sofyanın, yani Gülistan’ın ışıl ışıl
yanan ışıkları, sanki sarmaş dolaş olmuş: Gökteki yıldızlar alçalmış, elektrik
ışıkları yükselmiş, dudak-dudağa öpüşüyorlar.
Restoranın
sol yan kısmında sarışın bir kızın manikürlü uzunca narin parmakları piyano
tuşları üzerinde dolaşıyor. Kolalı yakasına “kelebek tipi” bir boyun bağı
takmış esmer, kömür gözlü bir genç, kemanına sarılmış, içaçıcı bir müzik sesi restorandakiler
arasında canlılık yaratıyor. Bir İspanyol tangosunun tatlı nağmeleri içimizi
okşuyor: “Adios muchachos Companero”...
Ne? ...
“Companero” mu dediniz?
Evet
Companero...
Bu tek
İspanyol sözü beni “Vitoşa”dan alıp uzaklara, çok uzaklara götürüyor...
Her
tarafı camdan bir saray...
Sarışın
gençler, altın saçlı kızlar, kara kıvırcık saçlı, tığ gibi Afrikalılar,
Necro’lar, sivri uçlu hasır şapkalı Latin Amerikalılar, uçları yukarıya doğru
çekik gözleriyle Asyalılar, binlerce genç neşeli şarkılarla otomatik
basamaklardan çıkıyor ve büyük bir konferans salonuna giriyor.
Kremlin
konferans salonu... Binlerce genç yerlerini almış, Komsomolcu kızlar “FoRum”
delegelerine renk renk çiçekler dağıtıyorlar. Yakışıklı bir İspanyol genci,
sırası gereğince kürsüye çıkmış, mikrofon başında ateşli ve heyecanlı
konuşuyor, haykırıyor:
-Companeros,
el imparialismo no pasara!’ (emperyalizm, dur... geçemezsin!) Konferans salonu
gürlüyor. Bu dört kelimelik cümle binlerce genç tarafından bir koro halinde
tekrarlanıyor.
Çeşitli
milletlerden binlerce gencin bu gür sesi, konferans salonu duvarlarını aşıyor,
muazzam bir orkestradan çıkan senfoni ahengi içinde, Moskovadan dalga dalga
yükselerek Yeryüzünün dört bucağına yayılıyor.
***
“Vitoşa”
eteklerindeki Kopitonun yemek salonunda müzik İspanyol tangosu devam ediyor:
“Adios muchachos Companero.”
Görülüyor.
Boş vakitlerini rahat ve şen geçirebilmek için Bulgaristanlı emekçilere uygun
şartlar yaratılmış ve yaratılmaktadır.
Bizden
hemen ötede bir masanın etrafına oturmuş, kadınlı erkekli bir grup; kendi
aralarında hafif tertip şakalaşıyor, gülüşüyorlar. Uçları lüle lüle, kıvrılmış
uzunca siyah saçları omuz başlarına yayılmış serpilmiş, siyah parlak gözleri
etrafa ışık saçan bir kız oturuyor bu gençlerin arasında.
UzanıyoRum
gençlerin masasına doğru. Orada burada öğrendiğim kırık dökük bir Rusça ile
soruyoRum uzun siyah saçlı kıza.
-Krasivaya
dyevuşka, vi gavarite paruski? (Rusça konuşuyor musun güzel kız?)
Kızın
dudaklarında tatlı bir tebessüm beliriyor, sonra, bir inci dizisi gibi düzgün
dişlerini meydana döken bir gülümsemeyle cevap veriyor:
-Ya mala
gavaryu pa ruski (Rusçayı az konuşuyoRum ben) Fırsatı bulmuşken hemen
soruyoRum:
-Söyler
misiniz lütfen, isminiz ne sizin?
-Sonya,
diyor. Ben tekrar soruyoRum:
-Ne iş
yapıyorsunuz Sonya?
-Dokumacıyım,
sonra da gece enstitüsüne devam ediyor, müzik öğreniyoRum, müzik dersleri
alıyoRum.
-Peki,
ama Sonya, diyoRum, gece enstitüsüne devam ettiğinize göre nasıl oluyor da
şimdi, yani bu akşam burada bulunuyorsunuz, eğleniyorsunuz. Kız şaşkın şaşkın
yüzüme bakıyor ve cevap veriyor:
-Ama
azizim, bu akşam Cumartesi akşamı; dersim yok, eğlenmeğe hakkım yok mu? Hem ben
dağ gezilerini, müziği, dansı çok seviyoRum. Halk hükümetimiz de bize bu
şartları yaratıyor. Niçin faydalanmıyalım? Çalışmak, öğrenmek, yaşamak
eğlenmek, diyor Sonya, güzel şeyler
değil mi?
Sonyanın
bu basit felsefesi karşısında şaşırdım.
İşçi bir
Bulgar kızı, çalışıyor, müzik dersi alıyor, “Çalışmak, öğrenmek, yaşamak,
eğlenmek insanın tabii hakları” diyor.
-Evet
Sonya, gereken uygun şartlar, devlet ve diğer toplumsal kuRumlar tarafından
yaratıldıktan sonra çalışmak, öğrenmek, yaşamak, eğlenmek insanın elde ettiği
tabii haklardan olur. Fakat... Sizde olan bu uygun şartlar, her memlekette
yoktur. Ben birçok Avrupa memleketlerini gezdim. İnan bana ki, bu şartları
oralarda bulamazsın. İşçi kızlar senin gibi çalışamaz, öğrenemez, yaşayamaz,
eğlenemez. Aristokratlar yaşar, eğlenir, ama çalışmaz, ama öğrenmez. Haydi
Sonya siz eğlencenize devam ediniz, bana
müsaade.
Selâmlıyarak
ayrılıyoRum gençlerin masasından.
***
Müzik
devam ediyor. Ama ben artık müzikten bir şey anlamıyoRum. Kafamda Sonyanın
sözleri, Sonyanın felsefesi. Kız bugününden, yarınından amin, haklı olarak
öğünüyor. Nasıl öğünmesin ki... Çalışma hürriyeti, öğrenme hürriyeti, eğlenme
hürriyeti var Sonya’nın. İstidadı varsa eğer, bu işçi Bulgar kızının, bir
Bethoven olma fırsatına mâliktir.
“Bana
bütün bu şartları, bu hürriyetleri Bulgaristan halk hükümeti yarattı” diyor
Sonya.
Bizde,
benim yurdumda, Kıbrısımda da lüleli siyah saçlı, kara gözlü Ayşeler, Mariyalar
vardır. Bizimkiler de çalışmak, öğrenmek, yaşamak, eğlenmek istiyorlar tabii...
Emperyalizm,
melun emperyalistler bırakmıyorlar ki... Bizimkiler şimdi dağ başlarında
“kestirilen” sevgililerini, kardeşlerini kara toprağa vermenin kederi içinde
gözyaşı döküyorlar.
Oysa
benim yurdum, Kıbrısım da yaşanası bir ülkedir. Sofya nasıl akşamları Vitoşa
dağlarının altında renk cümbüşü içinde pırıl pırıl, ışıl ışıl ışıldarsa, bizim
Lefkoşa da öyle. Girne dağlarının “boğazından” görmelisiniz siz yaz akşamları
Lefkoşayı. Ama şimdi göremezsiniz. Çünkü oralarda “Onları kestirtenler var.”
Vitoşa
dağlarında olduğu gibi “turistik” Kıbrıs dağlarının da mağrur çınar ağaçları
altında, daha dün denecek kısa bir zaman öncesine kadar, barış şarkıları, hayat
şarkıları sevda şarkıları söylüyor, kaval üflüyordu bizim gençler de. Fakat
koca çınar ve çam ağaçlarımız, gençlerimizin şarkıları, tatlı kaval sesleri
yerine top ve tüfek sesleri işitiliyor şimdi. Evet Kadir Hüseyin dede, doğru
düşünmüşsün, oralarda “onları kestirenler var!”
(2)DUR,
GAZETECİ BEY!
Bizimkiler hakkında ne kadar da doğru
söylemiş, Bulgaryalı Türklerden 67’lik Kadir Hüseyin dede.
İşittiğime
göre, geçenlerde, Türkiyeden beş kişilik bir gazeteci grupu gelmiş
Bulgaristana.
İşte bu
söz konusu gazeteciler grupundan bir bey, yapışmış Bulgaristan Türklerinden
67’lik Kadir Hüseyin dedenin yakasına, ille de kabul ettirecek ihtiyara:
-”Sen
biliyor musun baba, diyormuş gazeteci bey, Kıbrıstaki Türk kardeşlerimizi sebepsiz
yere kesiyor Rum gâvurları. Kadir Hüseyin dede, 67 yıllık hayatında böylelerini
çok görmüş, çok işitmiş olacak ki, hemen basıvermiş cevabı:
-”Aman,
beyim, herhalde onları kestirenler var” demiş. Dededen böyle bir cevap
beklemiyen gazeteci bey sinirlerine hâkim olamamış ve dedeye:
-”Sen
Türklüğünü kaybetmişsin ihtiyar” diye çıkışmış.
Dur,
gazeteci bey, acele etme! Kadir Hüseyin dede Türklüğünü falan kaybetmemiş,
sadece şarlatanlıklara, demagojilere kulak asmıyor. Size göre, dedenin bütün
kabahatı da böyle olmasında zaten.
Ama
rahat bırakınız Bulgaristanlı Kadir dedeyi de geliniz, Kıbrıslı bir Türk olan
benimle konuşunuz, beni dinleyiniz gazeteci bey. Bulgaristan Türkleri, siz de
dinleyiniz. Sen de dinle Kadir dede.
Önce
şunu belirteyim ki, yüz on bine yakın olan Kıbrıs Türklerinin otuz bini on
aydır, evinden ocağından ayrı, alın teri ile yoğurduğu toprağından uzak, doğup
büyüdüğü yerine hasret, sinemahanelerde, çadır altında, açık ovalarda göçebe
halinde, medeniyete ve insaniyete aykırı bir yaşayış içinde sürükleniyor! Ama
neden?
On aydır
Kıbrıs Türk toplumunun büyük çoğunluğu işsiz güçsüz, yarı aç, billâç perişan
bir yaşayış içinde çalkalanıyor! Ama niçin?
Baskıyla,
silâhla, faşist metotlarla, emperyalistlerin ve vaktiyle gerici Menderes çevrelerinin
desteğiyle Kıbrıs Türk toplumunun başına geçtikten sonra, halkın kalkınmasını,
refahını hiç düşünmeden, bütün çabalarını Kıbrıslı Rum vatandaşlarımızla
çekişmeye hasreden, çağdaş dünya görüşünden yoksun Rauf Denktaş grupuna göre,
Kıbrıs Türk toplumunun bu günkü felâketinden sorumlu olanlar, yalnız ve yalnız
Kıbrıs Rumlarıdır. Fakat bu iddianın asılsız demagojiden başka bir şey
olmadığını, Kıbrıs Türklerinin bu günkü feci durumundan esas sorumlu ve suçlu
emperyalistlerin ve onlara âlet olan faşist Denktaş grupunun olduğunu burada
delillerle göstermeye çalışacağım.
İlk
delil olarak Emin Dirvana’nın makalesini ele alacağım. Türkiyede 27 Mayıs
hareketinden sonra idareyi ele alan Milli Birlik Komitesi hükümeti tarafından
Kıbrısa büyükelçi tayin edilen ve iki yıllık elçiliği devresinde -Denktaşın
faşist grupu müstesna- Kıbrıs Türk toplumunun sevgi ve saygısını kazanan sayın
Emin Dirvana, 1964 yılının Mayıs ayında “Milliyet” gazetesinde yayınlanan uzun
bir makalesinde şöyle yazıyordu:
“...Büyükelçi
sıfatıyle Kıbrısta bulunduğum müddetçe hiçbir Kıbrıs Türkünün evi yıkılıp
yakılmadı. Rumlar tarafından hiçbir Türke ateş edilmedi; hiçbir kimse
Kıbrıstaki Türk haklarını reddetmedi...”
Sayın
Emin Dirvana bu gerçekleri ortaya koyduktan sonra, faşist grupun başkanı Rauf
Denktaşın içyüzünü açığa vurarak şöyle yazıyor:
“Denktaş,
Kıbrıs Türk Cemaat Meclisinin başkanı olarak, Kıbrıs Türklerine ve Türkiye
hükümetine karşı taşıdığı sorumluluğu idrak etmeliydi.” “Denktaş’ı,
faaliyetlerini Türk toplumunun kalkınmasıyle ilgili meseleler üzerine toplaması
için aylarca boşuna ikaz etmiye çalıştık. Fakat Denktaş, Kıbrıs Türk toplumunun
kalkınmasını düşünmekten fazla, birçok defa da sebepsiz olarak, Kıbrıs
Rumlarıyle çekişmeyi tercih ediyordu.”
İşittiniz
mi gazeteci bey. Rumlarla Türklerin çekişmesine ve çarpışmasına kimlerin
sebebolduğunu? Yoksa size göre sayın Emin Dirvana da Türklüğünü mü kaybetti?!
Yok, canım. Bu kadarına diliniz varmaz sanırım!
Şimdi,
geliniz 30 bin Kıbrıslı Türkün kimler tarafından evinden yurdundan edildiğini,
göçebe haline getirildiğini, Denktaşın kendisinden dinleyelim: 22 Mart 1964
akşamı, Ankara radyosunun “Dünyaya açılan pencere” programında yayınlanan
mülâkatında Denktaş aynen şöyle demiştir:
“Kıbrısta
federal bir idare kurmak istiyoruz. Bunu temin etmek için de, bir kısım Türkü
bir yerden diğer bir yere naklederek adanın muayyen yerlerinde halkımızın
toplanması gerektir.”
“Gâvurlar
Kıbrıstaki Türk kardeşlerimizi sebepsiz kesiyor” demagojisiyle Bulgaristan
Türkleri arasında misyonerlik yaparak, fesat çıkarmak sevdasına kapılan
“gazeteci bey” işitiyorsunuz ya? Denktaş bu mülâkatıyle 30 bin Türkün Rum
katliamından kurtulmak için değil de, kendisinin ve kafadarlarının zoruyle
yerlerinden yurtlarından edildiklerini bizzat itiraf ediyor.
Denktaş
ve kafadarları, kendi siyasi, ırkçı ihtiraslarını tatmin etmek ve ustaları olan
sömürgecilere faydalı hizmetlerde bulunmak için Kıbrıs Türküne yalan söylediler
ve “toptan katliam” gibi demagojilerle Türk halkının temiz, milli hislerini
sömürerek 30 bin kardeşimizi yerinden, yurdundan, köyünden kaldırarak Kıbrıs
Türk toplumunu bu günkü feci duruma sürüklediler!
Denktaş
ve kafadarları “milli mücadele” diye halkımızın bir kısmını kandırarak ayağa
kaldırdılar; yüzlerce Türkün ve bir o kadar da Rumun ölmesine, birbirlerini
öldürmelerine sebeboldular.
On
yıllık Kıbrıs tarihine kısaca bir göz gezdirdiğimizde Denktaşın adına “milli
mücadele” dediği şeyin, İngiliz ve Amerikan sömürgecilerine hizmet etmekten
başka bir şey olmadığını kolayca anlıyabiliriz.
Burada
bu tarihten bazı örnekler vermiye çalışacağım.
Yıl
1954. İngiltere parlamentosunda bay Henry Hopkinson “Kıbrısta statükonun asla
değişmiyeceğini”, yani İngiliz emperyalizminin Kıbrısa asla hürriyet,
bağımsızlık tanımıyacağını beyan ediyor. İngiltere aynı yıl, Birleşmiş
Milletler teşkilatı Genel Kurul toplantısında, “Kıbrıs meselesinin kendi iç
meselesi” olduğunu savunuyor.
Aynı
yıl, Kıbrıstaki basiretsiz Türk liderlerinin ve Menderes idaresinin “Türk tezi”
namı altında savundukları “tez” İngiliz tezinin tıpa tıp aynısıdır. Nasıl ki,
Birleşmiş Milletler teşkilatının Genel Kurul toplantısında Demokrat Parti
hükümetinin temsilcisi de aynen İngiliz temsilcisi gibi “Kıbrıs meselesinin,
Büyük Britanyanın iç işi olduğunu, binaenaleyh Birleşmiş Milletlerin, üye
devletlerin iç işlerine karışmağa hakkı olmadığı” tezini savunmuştur.
Yıl
1955. Eylül ayı. İngiltere siyaset değiştirerek, Üçlü Londra konferansında,
Kıbrısa bağımlı bir muhtariyet verme teklifinde bulunuyor. Aynı konferansa
katılan, o zamanın Demokrat Parti hükümeti temsilcisi, Türkiye Dışişleri Bakanı
Fatin Rüştü Zorlu, İngilterenin sunduğu muhtariyetin Türkler tarafından kabul
edileceğini bildiriyor ve söz olsun diye “eşit temsili haklardan” bahsediyor.
Yıl
1956. Aralık ayı. Kıbrıs Rum toplumu, İngilterenin sunduğu bağımlı muhtariyeti
kabul etmeyince, İngiliz emperyalistleri bu defa Ratklif anayasasını sunuyor.
20 Aralık 1956 tarihinde, zamanın Türkiye Başbakanı Adnan Menderes “Ratklif
anayasasının makul bir müzakere mevzuu olduğunu” beyan ediyor. Kıbrıstaki basiretsiz
Türk liderleri de “Ratklif anayasasını kabul edeceklerini” bildiriyorlar. Ama
bilindiği gibi, Ratklif anayasası, Zorlunun 1955’te bahsettiği “eşit temsil
haklarına” dayanmıyordu. Böylece sözde “Türk tezi” İngiliz siyasetini adım adım
izliyerek emperyalistlerin arzusuna göre şekil değiştiriyordu.
Bundan
sonra Kıbrıs Rum toplumu Kıbrısa tam bağımsızlık tanımıyan Ratklif anayasasını
kabul etmeyince, sırf korkutma ve kendi sömürgeci menfaatlerine hizmet etmek
için İngiltere parlamentosunda “Kıbrısı taksim” fikrini ortaya atıyor.
(3) Orta
Doğuda kendi sömürge menfaatlarını korumak, bu mıntakada petrol hırsızlığına
devam etmek, Arap halklarının milli kurtuluş savaşlarını boğmak için Kıbrısı
bir atlama tahtası, bir harb gemisi, bir uçak gemisi gibi elinde bulundurmak
isteyen İngilterenin, bu maksatla ilk olarak ortaya attığı “Kıbrısı taksim”
fikrini, Menderes idaresi ve Kıbrısta zorla Türk toplumunun başına lider
olanlar kabul ediyor ve İngiliz emperyalistlerinin bu parçalayıcı siyaseti
“Türk siyaseti” olarak ortaya konuyor.
Artık
“ya taksim, ya ölüm” parolalarıyle Kıbrıs Türkleri ve Türkiye halkı tahrik
ediliyor, Kıbrısta ilk toplumlararası çarpışmalara şartlar yaratılıyor.
Bundan
sonra İngiliz sömürgecileri “Makmillan planı”diye, Kıbrıs için yeni bir emperyalist
planı ileri götürüyor. “Ya taksim, ya ölüm” parolalarıyle Kıbrıs Türk toplumunu
ölüme sürüklüyenler, bu defa Makmillan planını hemen kabul ediyorlar. Ama, bu
plan “Taksime” filân dayanmıyordu.
Kıbrıs
Rum toplumu “Makmillan planı” denilen bu emperyalizm icadını da kabul
etmeyince, sözde Kıbrıs Türk liderleri ve Menderes idarecileri, İngilizlerin
arkasına takılarak başka emperyalist icatları arama peşine düşüyorlar ve
Zürih-Londra anlaşmalarını ortaya çıkarıyorlar.
Kıbrısta
dört yüz yıldan fazla bir süre boyunca, yardımlaşarak barışçı bir hayat süren
Rum ve Türk toplumları arasına nifak sokmak, düşmanlık tohumları saçmak, milli
hisleri körüklemek ve ayrılık yaratmaktan başka bir şeye yaramıyan Zürih-Londra
anlaşmaları iki topluma da empoze edilmiş, bu anlaşmalar halk oyuna (reyine)
sunulmamıştır.
Üç
yıllık tecrübeyle, bu anlaşmaların, bu anlaşmalara dayanan anayasanın ve
devletin normal çalışamıyacağı açıkça anlaşılmıştır.
Bundan
dolayıdır ki, Cumhurbaşkanı Makarios, devletin normal çalışmasını sağlamak için
anayasayı düzeltmek talebinde bulunmuş ve müzakere edilmesi için 13 maddelik
bir tasarı sunmuştur. Bu 13 maddelik tasarı, esasında, Kıbrıs Türk toplumunun
gerçek ve demokratik haklarını ihlâl etmiyordu. Fakat ne Kıbrıstaki sözde Türk
liderleri, ne de Türkiye, tasarıyı müzakere etmeye yanaştılar. Bunun sonucu
olarak Kıbrısta siyasi hava elektrikleşti. Emperyalizm de bu elektrikli havayı
sömürmesini bildi ve organları vasıtasıyle 23 Aralık 1963 çarpışmalarını
başlattı.
Bugüne
kadar devam eden bu çarpışmalar, yüzlerce Kıbrıslı Türk ve Rumun ölmesine, aile
ocaklarının sönmesine, kadınların dul, masum yavruların öksüz kalmasına
sebeboldu. Emperyalizmin ve organlarının menfaatı için topyekün Kibrıs Türkü
felakete sürüklendi.
Cumhurbaşkanı
Makariosun, anayasayı işler hale sokmak maksadıyle sunduğu 13 maddelik tasarıyı
müzakere etmek için taraflar yuvarlak masa etrafına oturmuş olsalardı, Kıbrıs
halkının ve özellikle Kıbrıs Türklerinin başına bugünkü felâket gelmiyecekti.
Ne kadar
acı ve ibret vericidir ki, Makariosun 13 maddelik tasarısını müzakere etmeyi
reddedenler bu gün, ilk maddesi “Enosis”le başlıyan Açesının emperyalist yapılı
5 maddelik Kibrıs planına kur yapıyorlar. Yapıyorlar, çünkü Açesın planı
Kıbrısta Amerikalısına, İngilizine ve Türkiyeye; yani NATO’ya askeri üs kurma
hakkı tanıyor. İlk maddesi “Enosis” yani Kıbrısın Yunanistana katılmasıyle
başlıyan Açesın planı -içerisinde NATO üsleri de bulunduğu için yukarıda
belirttiğimiz diğer emperyalist planları gibi- üzerine suni olarak bir Ay-yıldız
takılarak “Türk tezi”, “Türk planı” diye önümüze sürülürse hiç, ama hiç
şaşmıyacağız.
“Kıbrısta
gâvurlar sebepsiz, Türk kardeşlerimizi kesiyorlar” diye Bulgaristanlı 67’lik
Kadir dedenin yakasına yapışan “gazeteci bey”, siz bütün bu gerçekleri bilmiyor
muydunuz? Kıbrıs meselesinde emperyalizme yedek olma yüzünden Türkiyenin Franko
İspanyası gibi, dostsuz kalmaya doğru sürüklendiğini görmüyor musunuz? Atatürk
devrindeki Türkiyeyle bu günkü Türkiyenin milletlerarası durumunu, bir gazeteci
olarak hiç mukayese ettiniz mi? Atatürkün önderliği altında Orta Doğuda
emperyalizme karşı ilk milli kurtuluş sancağı açan Türkiyenin bugün milli
kurtuluş savaşı yapan halklara karşı tutumunu ve bunun zararlı neticelerini hiç
tetkik ettiniz mi?
Gazeteci
bey, eğer siz gerçekten yurdunuzu ve milletinizi seviyorsanız, Bulgaristanlı
Türk dedenin yakasını bırakınız da Atatürk devrinde olduğu gibi, Türkiyenin
tekrar antiemperyalist cephede şerefli yerini alması, Türk halkına mutlu bir
gelecek yolu açılması için savaşan Türkiyeli yurtseverlerin, ilericilerin,
gerçek Atatürkçülerin savaşına katılınız. Ancak böyle yapmakla Türkiye halkının
ve çok ilgilendiğinizi göstermek istediğiniz Kıbrıs Türklerinin menfaatına
hizmet etmiş olursunuz.
Türkiye
halkının ve Kıbrıs Türklerinin menfaatı genel antiemperyalist cephenin dışında
olamaz. Uzun boylu tecrübeler göstermiştir ki, Kıbrıs meselesinin en iyi, en
uygun hal çaresi, Kıbrıs Türklerinin
gerçek demokratik hak ve menfaatları, Birleşmiş Milletler teşkilatı İnsan
Hakları Beryannamesi esasınca garanti altına alınarak, tam bağımsız, birleşik,
tarafsız, demokratik ve barışçı bir Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulmasıdır.
Emperyalizme uyarak bunun dışında bir hâl çaresini zorla tatbik etmeye
kalkışmak, Kıbrıs Türklerini ve Türkiyeyi felâkete sürüklüyecek ve dünya
barışını tehlikeye sokacaktır.
Yabancı
askeri üslerden kurtulmuş tam bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti, iddia edildiği
gibi, Türkiye için tehlike teşkil etmez. Bütün Orta Doğu ve Türkiye halkına
yabancı entrikalarından kurtularak mutlu ve barışçı bir yol açılmasına yardım
eder. “Gazeteci bey”, eğer bütün bunları bildiğinz halde, şuurlu olarak
emperyalizme hizmet ediyorsanız, emperyalizm hesabına Bulgaristanlı Kadir
dedenin yakasına yapışmayınız, bırakınız o namuslu nur dedenin yakasını, çünkü “El
imperialismo no pasara” Bulgaristanda emperyalizm geçmiyecektir! Ama pek
yakında Kıbrısta da, Türkiyede de geçmiyecektir emperyalizm!
***
Evet,
Kadir dede, gerçekten de onları kestirenler var. Dede, işittin mi şimdi onları
kimlerin ve niçin kestirttiğini? Gene de sen merak etme, dede. Senin,
sizinkilerin çorbacılardan, emperyalistlerden ve faşistlerden kurtularak Bulgar
kardeşlerimizle beraber kardeşçe, mutlu bir hayat yoluna girdiğiniz gibi bir
gün, ama mutlaka onlar da kurtulacaklardır. Çünkü yakında orada da, Kıbrısta da
emperyalizm ve faşizm geçmiyecektir. Kıbrısın turistik dağlarının mağrur çam ve
çınar ağaçları top tüfek sesleri yerine Türk ve Rum gençlerinin gruplar halinde
söyliyecekleri barış şarkılarını, hayat şarkılarını, sevda şarkılarını tekrar
dinleyeceklerdir.
Dede,
işte o zaman senin torunların bize konukluğa gelecek ve dağlarımızın çınar
ağaçları altında, bizim çocuklarla kucaklaşarak, hep beraber barış şarkıları,
yeni hayatın şarkılarını söyliyeceklerdir. Bizimkiler de size gelecek tabii.
“Vitoşa” dağlarında sizinkilerle beraber el ele verip, aynı şarkıları
söyliyeceklerdir.
Yolculuk
var, dede. Haydi hoşça kal. Sen, Kadir Hüseyin dede, siz Bulgaristanlı Türkler,
seçtiğiniz yolda Bulgar kardeşlerinizle hep böyle beraber el ele vererek sonuna
kadar yürüyünüz. Yolcu yoluna gerek... Ben de yoluma gidiyorum. Emperyalizme
karşı savaş yoluna. Ta ki, benim yurdumda da El imperialismo no pasara”
oluncaya kadar. Ama olacaktır. Kıbrısta da “Emperyalizm geçmiyecektir”.
Sen de
Sonya, Sonyalar hoşça kal, hoşça kalınız! Evet çalışmak, öğrenmek, yaşamak,
eğlenmek hürriyeti güzel şeydir, Sonya. Bizim kara gözlü, lüle saçlı
Zeyneplerimiz, Mariyalarımız da bu hakları mutlaka elde edeceklerdir. Tıpkı
senin gibi, sizin gibi...
Yolculuk
var kardeşler.
Benim
yolum emperyalizme karşı giden yol.
Vitoşadan
Sofyaya, yani gülistana giden geniş yoldan tekrar geçiyor arabalarımız. Yol
boyu, gene nar içi gibi kırmızı, on beşindeki sarışın kız yanağı kadar pembe,
batan güneşin ışıklarının ufukta bıraktığı izler gibi mor, renk cümbüşü içinde
çiçekler, güller, güller, güller...
“Burası
Sofyadır” deyiniz siz, iki bin şu kadar yıllık Sofya. Ama ben “Gül bahçesidir”,
“Gülistandır” diyeceğim. Hoşça kal Gülistan, yani Sofya!
Vitoşa, 11.10.1964 y.
(Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek dergisi, Sayı:78, Eylül 2002)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder