Kıbrıs Türk toplumunun geçmişine, basın ve düşünce
özgürlüğü açısından, geriye dönüp bir bakacak olursak, pek de övünülecek bir
geçmişe sahip olmadığımız ortaya çıkar. Osmanlı döneminin sona ermesi
ardından, İngiliz sömürge döneminin
başlamasıyla birlikte, ilk gazetelerin yayımlanması, toplumsal sorunlara çözüm
üreten bir fikir gazeteciliğinden çok, Rumların siyasi emelleri aleyhine yayın
yapmayı kendine şiar edinmiş bir basını ortaya çıkarmıştır. Gerçi bu yeni dönem
içinde, toplum sorunlarını çözmeye yönelik kalemler de gazetelerimizde yer
almış, ama genel çizgi itibarıyla kişisel çekememezlik ve birbirini kötüleme
basın kavgalarında geçer akçe olmuştur.
Din adamlarının meyhaneye gittiği, softaların sanat ve
dil okullarına karşı kötüleyici kampanya yürüttüğü (Dr.Hafız Cemal’in
çabalarını hatırlayalım), herkesin padişah yanlısı iken, bir günde meşrutiyet
yanlısı kesildiği yüzyılımızın ilk çeyreğinden sonra, 1940’lı yılların sonunda
yayımlanan birçok dergi ve gazete sayesinde kısa bir dönem de olsa, fikirsel
bir uyanış dönemi yaşanmış; ama 1950’li yıllarda yeraltı örgütlerinin topluma
egemen olması ile fikirsel üretim durma noktasına gelmiştir.
1942’de kurulan ve ilk siyasal partimiz olan Kıbrıs Adası
Türk Azınlığı Kurumu (KATAK)’ın halktan topladığı 4 bin Kıbrıs lirasının
akibeti tartışmaları 1950’li yıllara taşarken, bu defa da Kıbrıs Türk Kurumları
Federasyonu ve Kıbrıs Türk Gençlik Teşkilatı’nın topladığı paraların akibeti
halk arasında tartışılır olmuştu. Yönetici takımın düşündüğünden farklı
görüşlere sahip olanlar, ya yol ortasında dövülüp, sindirilmek isteniyor, ya da
1958 ve 1962’de olduğu gibi kurşunlarla susturuluyordu. İngilizlerin ortaya
attığı adanın taksim edilmesi fikrine derhal sarılan Kıbrıs Türk liderliği,
bunun dışında herhangi bir siyasal görüş üretenleri susturmak için elinden
geleni ardına koymayacaktı.
1963 Aralık’ından sonra başlayan “Teşkilat dönemi”nde
ise, başta Kıbrıs Türk lideri Dr.Küçük olmak üzere birçok sivil kesim önde
geleni, askeri liderliğe boyun eğmek durumunda kalmıştı. O Dr.Küçük ki, 1940’lı
ve 50’li yıllarda, kendisi dışındaki kişilerin toplum içinde sivrilmesine
hoşgörü ile yaklaşamamış, onları kendi gazetesi Halkın Sesi aracılığıyla, şu
veya bu şekilde karalayarak, liderlik kadrolarının zenginleşmesine engel
olmuştu. Ama aynı Dr. Küçük, Ankara’da bulunan Rauf Denktaş’a yazdığı 4 Mayıs
1967 tarihli bir mektubunda, Kıbrıs’taki askeri yönetim mensuplarınca
“yaratılan terör havasının tarihte bir misline tesadüf edilmediği”ne parmak basmak
zorunda kalacaktı! Bu duruma onay vermeyen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sabık iki
Bakanı olan N.Manyera ile F.Plümer Genel Komite’den çekilirken, deneyimli
bürokrat A.Cemal Müftüzade de görevinden ayrılmak zorunda bırakılacaktı. Geride
kalanların bir kısmı ise evlerinin önünde bombalar patlatılarak susturulacaktı.
Rauf Denktaş’ın yıllar sonra yayımlayacağı ve bu
durumlara az da olsa yer verdiği “Hatıralar”ında, “1958’de almak zorunda
olduğumuz tedbirler” diye tanımlayacağı benzeri tedhiş ortamları, resmi görüş
dışında kalanlara ne basında, ne de toplum içinde yaşama hakkı tanınmadığını
göstermektedir. 1950’li yılların sonu ve
1960’ların başında yetişip, toplumsal varoluş mücadelesine katkıda
bulunmak isteyen onlarca aydın, ya ülkeyi terke zorlanmış, ya da susturulmuştu.
Toplumsal gerikalmışlık nedenlerimizi hep Kıbrıslı
Rumlara bağlama, daha çok 1960’lı yıllarda başlar. Gerçi Halkın Sesi’nin
dışladığı aydın kesimler, çıkardıkları dergi ve gazetelerde farklı görüşlerini
kamuoyuna duyurma çabasını sürdürmek istemişlerdi, ama siyasal ortamın kana
bulanması ardından, Kıbrıs Türk liderliğinin çizgisi dışında farklı bir siyaset
gütmek artık vatan hainliği ile eşdeğerdi. Vatana ve Kıbrıs Türk toplumuna
kimlerin ihanet ettiğinin ortaya çıkması için aradan yılların geçmesi
gerekecekti.
1963 sonrasında “Kıbrıs Türk yönetiminden maaş çeken
mücahitler topluluğu”na dönüştürülen Kıbrıslı Türkler, 1974’den sonra da
“midesinden devlete bağlı memur toplum”una
geçerek, liderliğin çizdiği kadere mahkum bireyler haline getirildiler.
Çok partili siyasal yaşama geçilmiş olsa bile, en kritik dönemlerde, resmi
görüş dışında farklı değerlendirme yapanlara uygulanan baskılar ve hatta
öldürmeye varan sindirme yöntemleri, basın organları ve yazarlara yapılan
maddi-manevi yıldırma eylemleri burada anımsanmalıdır. Yeni Düzen ve Kıbrıs
Postası gazetelerine yayımladıkları haber ve yazılar için 1988 yılında Mahkeme
tarafından kesilen yüksek tazminat paraları ve hatta basımevlerine el koymaya
kadar varan girişimler unutulmamıştır. Kutlu Adalı arkadaşımızın, sırf
yazdıkları yüzünden evinin önünde katledilmesinin acısını daha geçen yıl
yaşamıştık.
Şimdi yine birileri, basında çıkan haber ve yazılardan
yine tedirgin olmaya başlamış görünüyor. Olanaklar ölçüsünde ülkemizde dönen
yolsuzluk ve dolapları basına yansıtmaya çalışan gazeteci ve yazar arkadaşlarımız,
açılan milyarlık basın davaları ile huzursuz edilmek istenmektedir. Dava
açamayanlar ise, yazarların belli yayın organlarında yazmamaları için ya
doğrudan doğruya, ya da her türlü aracıyı koyup yayın organı sahiplerini
etkileri altına almaya ve “fincancı katırlarını huzursuz eden” haber ve
yazıların yayımlanmasına engel olmaya çalışmaktadırlar.
Kıbrıslı’nın Temmuz 1997 sayısında çıkan “İhalesiz alınan
santrala 500 bin dolar fazla ödendi” başlıklı haberde, “Savcılar ve
ombudsmanımız derhal harekete geçmeli ve bu iddiaların doğru olup olmadığı
tesbit edilmelidir!” denmesine rağmen, bundan gocunanların dergi aleyhine
tazminat davası açtıklarını öğrendik. Ölü babası adına “Mercedes” araba
alanlar, acaba bu defa da mı yargıyı aldatabilecekler? Göreceğiz... Basın organları, kamuoyunu uyarma ve bilgilendirme işlevini
yerine getirmeyecekse, nerede kaldı onun özgürlüğü, ya da bağımsızlığı. Tek
istedikleri basının sadece kendilerinin borusunu öttürmesi. Denetim altında
tutamayacakları bir haber veya yazı çıktığı vakit yapabilecekleri tek şey
vardır: Baskılarla o bağımsız sesi kısmak veya yok etmek. Bu durum sonsuza dek
gidemez, gitmemelidir!
(Kıbrıslı Türkün Sesi dergisi, Sayı:25, Eylül 1997)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder