“Kimseye eziyet ve işkence
yapılamaz.”
KKTC Anayasası, Madde 14/2.
Lefkoşa Ağır Ceza Mahkemesinde 10 Ekim 1996 günü yapılan
duruşmada, uyuşturucu suçundan iki yıl hüküm giyen Mustafa Karakış, kendisine
yöneltilen soruları yanıtlarken, polisin kendisinden aldığı ifadede doğru
olmayan birçok şeyin yazıldığını söyleyerek, polislerin kendisine
söylediklerini kabul etmek zorunda kaldığını açıkladı. Karakış şöyle konuştu:
“Polis bana ifademi imzalatmadan önce işkence yaptı. Beni çırılçıplak ettiler,
elimi bağladılar ve gözlerimi kapattılar. Kıçıma şişe sokmak istediler. Bu
nedenle polisin yazdığı ifadeyi imzaladım. Benim ifadem diye sunulan ifadede
daha çok yalan var.” Karakış, dava esnasında avukatının kendisine “Eğer bunları
söylersen senin aleyhine olur” dediğini, o nedenle bunları açıklamaktan
çekindiğini öne sürdü. ( Ortam ve Kıbrıs gazeteleri,11.10.1996)
Anayasanın yukarıda da yazılan açık hükmüne rağmen,
ülkemizde sayıları az da olsa polis örgütünün bazı çevrelerince tutuklulara
işkence yapılmakta olduğu bir kez daha basına yansımış bulunuyor. Geriye
dönerek konuyla ilgili haberleri gözden geçirecek olursak, 1992-93 adli yılı
başında zamanın Baro Konseyi Başkanı Avukat Mustafa İnan’ın şöyle konuştuğunu
anımsarız: “Cezai Usul Yasası’nda yapılan son değişiklikten ve polisin insan
haklarına ve demokratik hak ve özgürlüklere yönelik olumsuz tutum ve
davranışları karşısında Baro büyük endişe
duymaktadır. Endişemiz polis devletine doğru hızlı bir yöneliş olmasındandır.
Ancak bu tür çağdışı düşünce ve eylemlerin devletimizde itibar görmesine asla
izin vermeyeceğimizin bilinmesini isteriz. Baro olarak gerektiği yerde sesimizi
yükseltmekten çekinmeyeceğiz.”(Kıbrıs, 17.9.1992)
Hukukçularımızın ve özellikle basın organlarımızın bu
konuda duyarlı oldukları bilinmekle beraber, seslerini yükseltmekte çekingen
davrandıkları da bir gerçek. Kamuoyumuz ise bu tür olaylardan ancak
gazetelere yansıtıldığı ölçüde haberdar
olmaktadır.
Deneyimli hukukçu Fuat Veziroğlu, birkaç yıl önce, bir
TRT kameramanının Gençlik Bayramı törenlerinde polis tarafından dövülmesi
olayına değindiği bir makalesinde, “Poliste dayak zaten vardı. ve poliste dayak
gene var” diyerek, şunları yazmıştı: “Bu iş manşetlere çıktı, çünkü dayak yiyen
kişi bir basın mensubudur da ondan. Üstelik TRT kameramanı. Acaba başka basın
mensubu, örneğin bir Halkın Sesi muhabiri dayak yemiş olsaydı, yine manşete
çıkacak mıydı? Hiç sanmam. O halde? Ben iki tarafı da protesto ediyorum. Dayak
atan polisi de, onun temsil ettiği zihniyeti de ve olaylara kişilere göre renk
veren kendi kendimizi yani basını da.” (Halkın Sesi, 21.5.1993)
İşte bu noktada gerek basında, gerekse siyasal ve diğer
kuruluşlarımızda egemen olan bu çifte standarda değinmek gerek. Çünkü
toplumumuzda meydana gelen olaylar, daima objektif bir bakış açısıyla değil de,
şu veya bu siyasi görüşe yakınlık veya onun propagandasına uygunluk açısından
değerlendirilmekte ve öyle yansıtılmaktadır.
Demokrasimizin az gelişmiş olmasında bu çifte standardın da rolü olduğu
gözden ırak tutulmamalıdır. Özellikle sol olarak bilinen çevrelerin bu konudaki
günahı sağa kıyasla daha çoktur.
Yukarıda sözü edilen işkence olayı ile ilgili olarak, ülkemizdeki insan
hakları örgütlerinden herhangi bir protesto duymuş değiliz. 20 yıldır esrar
kullandığını ifade etmiş olan Mustafa Karakış adlı yurttaşın öne sürdükleriyle
ilgili olarak derinliğine bir araştırma yaparak, suçluların adalete teslimi
konusunda kimler harekete geçecektir? Resmi makamların oluşturduğu Kıbrıs Türk
İnsan Hakları Komitesi, ilgi alanı olarak seçtiği Kıbrıs sorununda bile
yetersiz kalırken, bu alanda faaliyet gösterdiğini öne süren KKTC İnsan Hakları
Derneği de, daha çok dış politika ile ilgilenmekte ve asli göreviyle ilgili
olarak pek birşey yapmamaktadır. Bir ara CTP’den ayrılmış eski milletvekili
Fadıl Çağda’nın adı ile birlikte ortaya çıkan “Barış, Demokrasi ve İnsan
Hakları Hareketi”nden ise artık bir ses gelmemektedir. Geçen Ağustos ayı içinde
kurulduğu açıklanan çiçeği burnundaki “Demokrasi ve İnsan Hakları Hareketi”miz
ise daha çok CTP’liler ve onlara yakın duranların haklarıyla ilgili
görünmektedir.
Nitekim 12 Ekim 1996 tarihli gazetelerde yer alan son
bildirilerinde, CTP’li Eğitim Bakanının döneminde geçen yıl okutulmaya
başlanan, ancak bu yıl kaldırılan “İnsan Hakları” dersinin müfredat
programından çıkarılması protesto edilmekte ve yeniden okutulması
istenmekteydi.
Ülkemizdeki insan hakları ihlalleriyle ilgili herhangi
bir bilimsel çalışma yapmamış olan insan hakları kuruluşlarımızı, asli
görevleriyle ilgilenmeye çağırıyoruz. Bugün başkasına yapılanın yarın bize
yapılmamasını istersek, bugünden yasadışı uygulamalara başvuranlara engel
olmalıyız. Yoksa vakit çok geç olur...
(Kıbrıslı Türkün Sesi dergisi, Sayı:17, 23 Aralık 1996-23
Ocak 1997, tam metin)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder