Sovyetler Birliği'ndekine benzer bir şekilde, Tito'nun
totaliter başkanlığında, bürokratik olarak planlanan bir ekonomiye sahip olan
Yugoslavya, yarım yüzyıla yakın bir süre, oluşturulan federal bir yapı
içerisinde farklı uluslardan insanları dengede tutmayı başarmıştı. Elde edilen
ekonomik büyümenin temelinde, eski ulusal bölünmeleri kısmen de olsa aşan
Yugoslav işçi sınıfı arasında federal bir Yugoslavya bilincinin gelişmesi
yatmaktaydı. Ne yazık ki, devletin demokratik olmayan bürokratik yapısı
nedeniyle, yüzyıllardır süren ulusal uyuşmazlıklar tam olarak çözümlenememiş ve
buz dolabına kaldırılmıştı.
AYRILIKÇILARA İLK DESTEK ALMANYA'DAN
Daha Tito'nun ölümü öncesinde, farklı Yugoslav
cumhuriyetleri arasındaki gerginlikler tırmanmaya ve Miloseviç gibi bölge
bürokratları, kendilerine taraftar toplamak için ulusal duyguları kamçılamaya
başlamıştı. 1989-90 yıllarında Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra,
Yugoslav Federasyonu da dağılmaya başladı. Bu dağılma süreci, etki alanını
yayıp Balkanlarda yeni pazarlar bulma hevesinde olan başta Alman sermayesi
olmak üzere, Batılı devletler tarafından teşvik edildi.
1992 yılında Slovenya ile Hırvatistan, Yugoslavya
Federasyonundan ayrılma kararı aldıkları zaman, bu devletlerin
bağımsızlıklarını derhal ve ilk tanıyan ülke Almanya oldu. Bu politik tutum
ise, Yugoslavya'nın dağılma sürecini geri dönülmez kılmaya yetti ve özellikle
Bosna-Hersek'in denetim altına alınması mücadelesini başlattı.
BOSNA-HERSEK'TEKİ OYUN
Bosna-Hersek, Sırbistan, Hırvatistan ve diğer komşu
ülkeler arasında daima acı bir tartışma konusu olan ve farklı etnik grupların
birlikte yaşadıkları bir bölgeydi. Bu iktidar mücadelesi, milliyetçi ve etnik
bir çatışma karmaşasının tetiğini çekmiş oldu. İktidarda kalmak isteyen
bürokratlar, ortaya çıkmaya başlayan sermayedarlar, savaş tüccarları ve yerel
çetelerin başları, hepsi de, kendi iktidarlarını dayandıracakları seçmen
temelini oluşturmak için, öteki etnik gruplara karşı, milliyetçi duyguları ve
düşmanlıkları kamçıladılar. Bu politika, daha çok siyasal açıdan daha geri olan
kırsal bölgelerde destek gördü. En şoven unsurlar, iktidara gelip güçlendiler,
demokratik, laik ve ayrılıkçı olmayan bir Yugoslavya fikrini destekleyenleri
etkisizleştirdiler.
1991-92'deki Körfez Savaşı ardından zaferini ilan eden
ABD Başkanı Bush, "Yeni Dünya Düzeni"ni açıklarken, BM veya NATO
içinde birlikte hareket eden Batılı güçler, Balkanlardaki barış ve istikrarı
artık açıkça koruyamaz durumdaydı. ABD ve Avrupalı güçler, çatışmanın ilk
aşamasında Bosna-Hersek ve Hırvatistan'da olanlar karşısında, Bosnalı Sırplar,
Bosnalı Müslümanlar ve Hırvatlar arasında toprak elde etmek için verilen
barbarca mücadelede işlenen katliam ve mezalimi seyretmekle yetindiler.
Miloseviç'in birlikleri tarafından desteklenen paramiliter Sırp güçleri, 1992
baharında Bosna topraklarının üçte ikisini etnik olarak
"temiz"lediler. Aynı anda, Hırvat güçleri de, Hırvatistan'daki
azınlık Sırp bölgelerini "temiz"lemekteydiler.
ÖNCE SEYRETTİLER
O sıralarda ABD'nin tutumu neydi? Katlanarak büyüyen
insanlık faciasından tedirginlik duymak bir yana, Haziran 1991'de Bosna'yı
ziyaret eden Bush'un Dışişleri Bakanı James Baker, şöyle demekteydi: "Bu
kavgada bizim hiç bir adamımız yok!" ABD politikası, yangının daha da
tutuşup, sürmesinden yanaydı.
1991 sonbaharında Sırp güçleri, Vukovar ve Dyubovnik gibi
Hırvat kentlerini tahrip ederken, dünya kamuoyu bu mezalime karşı çıktı ve
Batılı güçlerin harekete geçerek, bu korkunç katliam ve göç dalgasının
durdurulmasını talep etti. BM bayrağı altındaki Barış Gücü (daha çok NATO'ya
mensup, ama Rus birlikleri de içeriyordu),
"güvenlikli bölgeler" yaratmak için gönderildi. Ama bu askeri
güç, Sırp güçlerinin, BM denetimindeki Srebrinica'nın denetimini ele
geçirmesine ve Bosnalı Müslümanları oradan atmasına engel olamadı. BM Barış
Gücü, Sırp birlikleri tarafından doğrudan tehdit edilmeye başlanınca, geri
çekildiler ve Bosnalı Müslümanlar kaderlerine terk edildi.
Barışı koruma görevi yaptıklarını ilan eden ABD, Almanya,
Fransa ve İngiltere, Miloseviç tarafından desteklenen Radovan Karadzic'in
Bosnalı Sırp güçlerini geri püskürtmeleri için Hırvat ve Bosnalı Müslümanları
gizlice silahlandırarak, eğitmekteydiler.
BM askerleri, 1995 Ağustos'unda geri çekildi ve NATO
komutanları, çoğu, yüzyıllardır Krayina bölgesinde yaşamakta olan 200,000 Sırbı
buradan kovan Hırvat güçlerine destek verdiler. Bir başka deyişle, Batılı
güçler, son Kosova olaylarına kadar en büyük "etnik temizlik" olan bu
mezalime yeşil ışık yaktılar. Bu ise Sırp milliyetçiliğinin ateşini daha da
körükledi ve Miloseviç'e destek oldu.
Krayina "temiz"lenirken, 1992 Noel'inden beri
Miloseviç'e karşı zor kullanacağı tehdidinde bulunan NATO, Sırp güçleri üzerine
bomba yağdırmak üzere savaş uçaklarını gönderdi. ABD, Kasım 1995'de Ohio'nun
Dayton kasabasında Miloseviç ve Hırvat liderler önüne konan barış planını
uygulamaya koymuştu. Miloseviç, Aralık 1995'de Paris'te imzalanan anlaşmayı
kabul etti. Ama bu kabul ediş, bombalandığı için değil, NATO'nun desteklediği
Hırvat ve Bosna-Hersek Müslüman birliklerinin karada Sırp paramiliter güçlerini
gerilettiği içindi.
DAYTON ANLAŞMASI TAKSİMİ
DAYATMIŞTI
Dayton anlaşması, iç savaşta geçici bir dinlenme süresi
sağladı. Fakat Bosna-Hersek'te var olan sorunları çözmedi ve Kosova'ya
sıçrattı. Batılı güçler daha önce, Bosna-Hersek topraklarının etnik esaslara
göre bölünmesini asla kabul etmeyeceklerini savunmuşlardı. Ama ABD'nin
yönlendirdiği Dayton Anlaşması ile Bosna'yı Sırplar ve Müslüman-Hırvat
Federasyonu arasında taksim ettiler ve orada Sırplar tarafından yapılan
"etnik temizleme"yi büyük ölçüde "yasal"laştırdılar.
Bosna'daki iç savaşta 250 bin kişi ölmüş ve 3.5 milyondan fazla insan göçmen
durumuna düşmüştü.
Bugün, Bosna'dan göç etmek zorunda bırakılanların sadece
üçte biri geri yurtlarına dönebilmiştir. Ekonomi ve sosyal yapılar hala daha iç
savaşın yıkıcı etkilerinden kurtulamamıştır. Yeni Bosna'daki zayıf barış
ortamı, bazı Rus ve Ukrayna askerlerini de içeren 32,000 kişilik BM Barış Gücü
sayesinde korunmaktadır. Gerçekte ise Bosna-Hersek, başını ABD'nin çektiği
Batılı güçlerin bir protektorası (sömürgesi) durumundadır.
Dayton Anlaşmasından sonra, Kosova'nın özerkliğiyle
ilgili uyuşmazlık giderek daha da arttı. Bosna-Hersek'ten geri çekilme ve
Bosna-Sırp Cumhuriyeti'ni Sırbistan'a ilhak etme fikrini terkeden Miloseviç,
Kosovalı Arnavutlar üzerindeki baskıları artırdı. Kosova'nın geleceği konusunda
Dayton anlaşmasında hiçbir madde bulunmaması, Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK)'nun
Sırplara karşı faaliyetlerini artırdı.
ABD, yeni bir barbar etnik kıyım dalgasının yayılmasına
engel olmak amacıyla, Miloseviç ile yeniden masaya oturdu. Şubat 1999'da
Rambouillet'de varılan anlaşmaya göre,
Kosova'ya üç yıl sürelik bir geçiş dönemi için özerklik verilecekti.
Miloseviç'in Kosova'da 1,500 sınır askeri ile 2,500 polisi bulundurmasına izin
verilecek, ama onun, NATO Barış Gücü'ne mensup 28,000 askerin Kosova'yı
işgaline onay vermesi isteniyordu. UÇK da silahlarını NATO'ya teslim edecekti.
NATO, Kosovalı liderleri bu anlaşmaya ikna etti, ama
Miloseviç buna yanaşmadı. Miloseviç, ülkesine ait özerk bir bölge olan
Kosova'nın, savaşılmadan yabancı askeri güçlerce işgal edilmesine rıza
göstermeyince, ABD, Dayton'da olduğu gibi birkaç gün içinde yumuşayacağı
sanılan Sırbistan'ı 24 Mart 1999 günü
bombalamaya başladı. NATO böylece tarihinde ilk defa egemen bir ülkeyi
bombalayarak, büyük bir savaşı da başlatmış oldu.
NATO'nun 50. kuruluş yıldönümünün kutlandığı Nisan ayı
içinde, kapalı kapılar ardında büyük tartışmalar yaşandı. Fransa, İtalya ve
özellikle Yunanistan hükümeti, askeri olmayan Sırp hedeflerinin ağır bir
şekilde bombalanmasına karşı çıktı. Daha harekatın ilk haftası bitmeden
Yugoslavya'nın bombalanması, 100 milyar dolar'dan fazla hasara yol açtı,
yüzlerce sivil öldü. NATO bombalamalarının ilk 16 gününde, 800,000 Kosovalı
Arnavut göçmen durumuna düştü. Bu göçmenlerin büyük bir kısmı komşu ülkelere
sığınırken, İngiltere ile Fransa fazla sayıda mülteci barındırmayı reddetti.
ABD, mültecileri Kuba'daki Amerikan üssü Guantanamo'ya nakletmeyi önerdi.
Kosova'nın gelecekteki konumu, Sırplar ile Kosovalı
Arnavutlar arasında taksim edilerek, Kosova'ya sömürge tipi bir bağımsızlık, ya
da NATO'nun işgali altında bir BM veya
Avrupa Birliği protektorası haline gelme
şeklinde olacaktır. Sorunun, Batılı güçlerin çıkarlarına uygun bir çözüme
ulaştırılacağından kuşku yoktur.
BÜYÜK EMPERYALİST GÜÇLERLE İTTİFAK KURAN ULUS-DEVLETLER
Balkanlarda geç gelişen kapitalizm, bu topraklar üzerinde
yaşamakta olan farklı etnik gruplara ait orta sınıflardan her birinin (Sırp,
Bulgar ve Makedonyalı Slavlar, Romenler, Yunanlılar, Arnavutlar) kendi
bölgelerinde ekonomik olanakları ele geçirmelerine ve kırsal nüfusu, kendi
ulusal bayrakları arkasında toplamalarına yol açarken, Batılı emperyalist güçler de, bu farklı topraklar üzerinde
değişik Balkan ulus-devletlerinin oluşmasına yardımcı oldular. 1912-13
yıllarındaki Balkan Savaşlarından günümüze kadar geçen süre içinde meydana
gelen Balkan halkları arasındaki bütün kanlı etnik-ulusal çatışmalar ile Balkan
devletleri arasındaki savaşlar, buradaki işbirlikçi egemenlerin, komşu
halkların ulusal devletlerine karşı kışkırttıkları milliyetçilikler yüzünden
çıkmıştır.
Her çatışmada, kurulmuş olan bir ulus-devlet, toprakları
üzerinde barındırdığı diğer ulusal azınlıkları baskı altına almıştır. Oysa
Marks'ın da belirttiği gibi, "Başka ulusları baskı altında tutan ulusların
kendileri de özgür olamaz!" Romanya'daki Macar ve Çingene azınlıklar,
Bulgaristan'daki Türk azınlık, 1. Dünya Savaşı öncesinde Avusturya tarafından
yönetilen Bosna'daki Sırp azınlık, 1. Dünya Savaşı sonrasındaki Macaristan'daki
Slovak ve Çingene azınlıklar, Yunanistan'daki müslüman azınlık, Arnavutluk'taki
Yunan azınlık burada ilk akla gelen örneklerdir. Her durumda da, bu zayıf
devletler, kendi sınırları içerisinde kalan azınlıkların haklarını
savunduklarını öne süren diğer komşu zayıf devletlerin eleştirilerine karşı, bu
azınlıklar üzerindeki denetimlerini sürdürebilmek için, büyük emperyalist
güçlerle yakın işbirliklerine girmişlerdir. Balkanlarda büyük devletlerin
müdahaleci politikaları, işte buna dayanmaktadır.
KOSOVA'DAKİ DURUM
1960'lı yıllarda Tito Yugoslavyasının Sloven, Hırvat,
Karadağlı, Makedon ve Sırplara verdiği eksiksiz ulusal haklar, Kosova'daki Arnavut
çoğunluk nüfusuna verilmemiş ve büyük bir hoşnutsuzluğa yol açılmıştı. Kosovalı
Arnavutlar, her zaman da ezilmemiş olmalarına karşın, Kuzey İrlanda'daki
Katolikler, ya da Türkiye'deki Kürtler gibi 2. sınıf yurttaş durumundaydılar.
1990'ların ilk yarısında Sırp devletine karşı pasif bir direniş sürdürdüler.
Dayton anlaşmasının ardından, Kosova Kurtuluş Ordusu gibi silahlı gruplar
giderek güçlenmeye başladı. Güçlü Yugoslav ordusu karşısında zayıf olan bu
gruplar, Arnavutluk ve Makedonyada'ki Arnavut azınlık içerisinde destek bulma
stratejisini benimsediler. Zamanla ABD ve diğer Batılı güçlerden alınan
destekle, hem Sırp polislerine ve Yugoslav askerlerine karşı, hem de
Kosova'daki Sırp sivillere karşı tedhiş olaylarına başladılar, kahvehaneler
bombalandı, etnik Sırp maden işçileri kaçırıldı vd. Kosova'daki Sırplar
Arnavutlara "etnik temizlik" uygularken, UÇK da Sırpları
"temiz"lemekteydi. Balkan milliyetçiliğinin yüzyıllık eski mantığı
bunu gerektirmekteydi.
KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI KULLANILIRKEN
Eğer NATO askerleri, Kosova'nın denetimini UÇK'lı
gruplara verirlerse, Büyük Arnavutluk'la birleşmek isteyen Batı Makedonya'da da
aynı mantık uygulanacaktır. Büyük Sırbistan isteyen Sırpların Hırvatistan ve
Bosna'da yaptıkları gibi etnik temizliğe gidilmeden, etnik yapısı karmaşık olan
Batı Makedonya'da da aynı hedefe ulaşılamayacaktır. Bu süreç başlarsa, başka
güçler de (Bulgaristan ile Yunanistan) Makedonya üzerinde ve hatta Sırbistan üzerinde (Macaristan ve
Bulgaristan) hak iddia edecekler ve daha büyük etnik temizlikler yapılacaktır.
Böylesi bir durumda, işçi sınıfı enternasyonalizmine
bağlı sosyalistler, UÇK milliyetçiliğine destek olamazlar. Bölgede nihai barış
sağlandığı zaman Kosovalıların kendi kaderlerini tayin edebilme hakkı elbette
ki vardır. Ama Kosova'daki Sırplarla Arnavutların birbirlerinin haklarını kabul
etmeden barış içinde yaşayabilmeleri zordur. Bu da şu anlama gelmektedir:
Arnavutlar isterlerse, Kosova'da kendi devletlerini oluşturma hakkına
sahiptirler. Ama bunun sonucunda Kosova ve Makedonya'daki Arnavutlar, Sırplar
da içinde diğer etnik grupların haklarını güvence altına almalıdırlar. Aksi
takdirde Kosova'da uygulanacak kendi kaderini tayin hakkı, azınlıktaki etnik
grupların haklarını reddederek, bir ulusal grubun kendi devletini oluşturması
şeklindeki eski Balkan oyunu devam edecek ve etnik çatışmalar daha da
artacaktır.
SOSYALİST POLİTİKA TEK ÇIKIŞ YOLUDUR
Balkanlardaki etnik uyuşmazlıkların çözümü, kapitalist
temelde olası değildir. Kosovalıların kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyoruz
iddiasıyla yola çıkanlar, işçi sınıfının politikası içinde değildirler. Gerici
bir duruma düşmüşlerdir. UÇK, tamamiyle ABD emperyalizmine dayanmaktadır. ve
ABD'nin Balkanlardaki maşası haline gelmiştir. Verili koşullar altında,
Kosova'daki Arnavut çoğunluğun kendi kaderini tayin etmesini istemek,
Yugoslavya topraklarının bir kısmı üzerinde, bir ABD protektorasının kurulması
anlamına gelmektedir.
Avrupa'daki sözümona bazı Marksistler, Kosova'nın kendi
kaderini belirlemesi temelinde Yugoslavya'nın bombalanmasını
desteklemektedirler. Hatta bazıları, NATO bayrakları taşıyan Arnavutlarla
birlikte gösterilere katılarak, UÇK'nın daha da silahlandırılmasını talep
etmektedirler. Başkaları da, bağımsız Kosova değil de, sosyalist bağımsız
Kosova isteyerek, gerçekten gülünç duruma düşmektedirler.
Verili koşullarda bağımsız bir Kosova, ancak Amerikan
süngüleri altında kurulabilir ve ancak ABD'nin bir protektorası olabilir.
(KKTC'nin adayı işgal etmiş olan 35,000 Türk askerinin süngüsü altında
kurulduğu gibi!) Kosovalı Arnavutlar da bunu çok iyi anladığından, NATO
bayrakları ile gösteriler düzenlemekte ve NATO'nun Yugoslavya'yı bombalayarak
işgal etmesini talep etmektedirler. Kısacası işçi sınıfının genel çıkarlarına
aldırmadan politika yapmak, kişiyi gerici konuma düşürmektedir.
Her hal ve kârda, Kosovalılar, bir protektora
oluşturulmasının bedelinin çok büyük olduğunu anlaşıldığı anda Washington
tarafından terkedilecektir. Emperyalistlerin kendi amaçları için kullanıldıktan
sonra ihanete uğrayacak olan Kosovalılar, artık işe yaramadıklarında bir kenara
atılacaklardır.
Sadece Kosovalıların değil, bütün Balkan halklarının
çıkarını savunan çözüm, Balkanların Sosyalist Federasyonu'dur. Demokratik
sosyalist bir rejimin kurulması için gerekli koşullar, ancak, dünyanın bu
bölgesini savaş ve sefalete atmış olan gerici şoven kliklerin iktidardan
düşürülmesi ve bütün halkların, kendi kaderini belirleme hakkı da içinde, bütün
haklarını güvenceye alabilecek olan ancak böylesi bir rejimin kurulması ile sağlanabilir.
KIBRIS'TA DA ÖYLE OLMADI MI?
Tarih boyunca, kendi kaderini tayin hakkının talebi,
sadece devrimciler tarafından değil, ayrıca devletlerin dağılmasını haklı
göstermek ve kendi saldırgan emellerini gizlemek için de gericiler ve
emperyalistler tarafından öne sürülmüştür. Somut durumun verili koşullarında,
bunun uygulanmasının ilerici mi, yoksa gerici mi olacağına bakılmalıdır. Kosova
örneğinde, sözümona kendi kaderini tayin hakkını talep etmek, gerici bir içerik
oluşturmaktadır. Bu temel olguyu görmemekle, gerici bir konuma düşülür ve
aslında ABD emperyalizmine hizmet edilmiş olur.
Kurulduğu 1960 yılından beri, NATO ülkelerinin garanti
ettiği kısıtlı bir bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğü koşullarında,
olabildiğince NATO'nun taksim ve ikili Enosis planlarına karşı, bağlantısız bir
dış politika yürütmüş olan Kıbrıs Cumhuriyeti devletini dağıtmak isteyen
İngiliz ve Amerikan emperyalizmi ile onlara hizmet eden Kıbrıs Rum ve Kıbrıs
Türk şoven çevreleri, 1974 yazındaki darbe-savaş planı ardından adayı ikiye bölmeyi
başarmışlardır. Yıllardır EOKA ile TMT'yi kimlerin silahlandırdığı, her iki
toplumda da etnik milliyetçiliği karşılıklı olarak hangi çevrelerin kışkırttığı
hep bilinmektedir.
Emperyalizm ve yerli maşaları, Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin işgali altında tutulan adanın %37'lik kuzey toprakları üzerinde,
sözümona kendi kaderini tayin hakkı kullanılarak, ayrılıkçı bir devletçik olan
"Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti"ni ilan etmişlerdir. Türkiye ve
emperyalist çevrelerin bir protektorası halinde yaşatılan bu oluşum, 25 yıldır
uluslararası hukuk ve dünya halkları tarafından tanınmamıştır. Emperyalizm,
KKTC'nin varlığını kendince yararlı görüldüğü sürece, bu devletçiği koruması
altında tutacak, müttefikleri arasındaki dostluğa zarar verdiğini gördüğü anda,
bir formül çerçevesinde defterini dürecektir. Önce bağımsızlığına kavuşması
gereken Kıbrıs'taki etnik-ulusal sorunun çözümlenmesi de, Balkanlarda olduğu
gibi, ancak sosyalist bir federasyonun
kurulması ile olasıdır.
GELECEK UMUT VERİCİDİR
Kosovalı Arnavutların, Yugoslavya sınırları içerisinde
tam bir özerkliğe sahip olması gerekmektedir. Şu anda elde edilebilecek olanın
en çoğu da budur. Kosovalılar ve diğer Balkan halklarının gerçek sosyal ve
ulusal kurtuluşu için gereken koşullar, ancak sosyalist bir devrimle
yaratılabilir. Sorunu çözebilecek tek talep, Balkanların Sosyalist
Federasyonu'dur ve bu slogan, daha şimdiden Balkanlarda yankısını bulmaktadır.
Halen Sırp işçi sınıfı, savaş nedeniyle dağınıklık
içindedir. Enternasyonalist unsurlar, küçük bir azınlık olabilir. Ama durum
değişecektir. Zamanla Miloseviç'in kapitalizm yanlısı özelleştirme politikasına
ve Sırp halkını kanlı bir bataklığa sürükleyen şovenizm zehiri ile seçkinlerin
zenginleşmesine karşı olan direniş büyüyecektir. Kitleler, Miloseviç'in kendilerini
bir felaketten diğerine sürüklediğini anlayacaktır. Savaşın bitmesinden sonra,
bu yolun onlara sadece felaket getirdiğini çoğunluk görecektir. Sosyalist
federasyon fikri o zaman daha kolay benimsenecektir. Çünkü bütün hatalarına
rağmen eski Yugoslavya, bugünkü kabustan çok daha iyiydi. Yapılması gereken ilk
şey, kapitalizmden, özelleştirmeden ve kitlelere sefalet, küçük bir azınlığa da
zenginlik getiren sözümona serbest pazardan kesin bir kopuştur.
(“Yusuf
Aydın” imzası ile, Kıbrıs'ta Sosyalist Gerçek dergisi, Sayı:41, Haziran 1999)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder