15 Mayıs 2015 Cuma

Kıbrıs'ta da yaşadığımız bir emperyalist oyunu: ÜLKELER, ETNİK MİLLİYETÇİLİK TEMELİNDE NASIL BÖLÜNÜR?


Sovyetler Birliği'ndekine benzer bir şekilde, Tito'nun totaliter başkanlığında, bürokratik olarak planlanan bir ekonomiye sahip olan Yugoslavya, yarım yüzyıla yakın bir süre, oluşturulan federal bir yapı içerisinde farklı uluslardan insanları dengede tutmayı başarmıştı. Elde edilen ekonomik büyümenin temelinde, eski ulusal bölünmeleri kısmen de olsa aşan Yugoslav işçi sınıfı arasında federal bir Yugoslavya bilincinin gelişmesi yatmaktaydı. Ne yazık ki, devletin demokratik olmayan bürokratik yapısı nedeniyle, yüzyıllardır süren ulusal uyuşmazlıklar tam olarak çözümlenememiş ve buz dolabına kaldırılmıştı.

AYRILIKÇILARA İLK DESTEK ALMANYA'DAN
Daha Tito'nun ölümü öncesinde, farklı Yugoslav cumhuriyetleri arasındaki gerginlikler tırmanmaya ve Miloseviç gibi bölge bürokratları, kendilerine taraftar toplamak için ulusal duyguları kamçılamaya başlamıştı. 1989-90 yıllarında Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, Yugoslav Federasyonu da dağılmaya başladı. Bu dağılma süreci, etki alanını yayıp Balkanlarda yeni pazarlar bulma hevesinde olan başta Alman sermayesi olmak üzere, Batılı devletler tarafından teşvik edildi.

1992 yılında Slovenya ile Hırvatistan, Yugoslavya Federasyonundan ayrılma kararı aldıkları zaman, bu devletlerin bağımsızlıklarını derhal ve ilk tanıyan ülke Almanya oldu. Bu politik tutum ise, Yugoslavya'nın dağılma sürecini geri dönülmez kılmaya yetti ve özellikle Bosna-Hersek'in denetim altına alınması mücadelesini başlattı.

BOSNA-HERSEK'TEKİ OYUN
Bosna-Hersek, Sırbistan, Hırvatistan ve diğer komşu ülkeler arasında daima acı bir tartışma konusu olan ve farklı etnik grupların birlikte yaşadıkları bir bölgeydi. Bu iktidar mücadelesi, milliyetçi ve etnik bir çatışma karmaşasının tetiğini çekmiş oldu. İktidarda kalmak isteyen bürokratlar, ortaya çıkmaya başlayan sermayedarlar, savaş tüccarları ve yerel çetelerin başları, hepsi de, kendi iktidarlarını dayandıracakları seçmen temelini oluşturmak için, öteki etnik gruplara karşı, milliyetçi duyguları ve düşmanlıkları kamçıladılar. Bu politika, daha çok siyasal açıdan daha geri olan kırsal bölgelerde destek gördü. En şoven unsurlar, iktidara gelip güçlendiler, demokratik, laik ve ayrılıkçı olmayan bir Yugoslavya fikrini destekleyenleri etkisizleştirdiler.

1991-92'deki Körfez Savaşı ardından zaferini ilan eden ABD Başkanı Bush, "Yeni Dünya Düzeni"ni açıklarken, BM veya NATO içinde birlikte hareket eden Batılı güçler, Balkanlardaki barış ve istikrarı artık açıkça koruyamaz durumdaydı. ABD ve Avrupalı güçler, çatışmanın ilk aşamasında Bosna-Hersek ve Hırvatistan'da olanlar karşısında, Bosnalı Sırplar, Bosnalı Müslümanlar ve Hırvatlar arasında toprak elde etmek için verilen barbarca mücadelede işlenen katliam ve mezalimi seyretmekle yetindiler. Miloseviç'in birlikleri tarafından desteklenen paramiliter Sırp güçleri, 1992 baharında Bosna topraklarının üçte ikisini etnik olarak "temiz"lediler. Aynı anda, Hırvat güçleri de, Hırvatistan'daki azınlık Sırp bölgelerini "temiz"lemekteydiler.

ÖNCE SEYRETTİLER 
O sıralarda ABD'nin tutumu neydi? Katlanarak büyüyen insanlık faciasından tedirginlik duymak bir yana, Haziran 1991'de Bosna'yı ziyaret eden Bush'un Dışişleri Bakanı James Baker, şöyle demekteydi: "Bu kavgada bizim hiç bir adamımız yok!" ABD politikası, yangının daha da tutuşup, sürmesinden yanaydı.

1991 sonbaharında Sırp güçleri, Vukovar ve Dyubovnik gibi Hırvat kentlerini tahrip ederken, dünya kamuoyu bu mezalime karşı çıktı ve Batılı güçlerin harekete geçerek, bu korkunç katliam ve göç dalgasının durdurulmasını talep etti. BM bayrağı altındaki Barış Gücü (daha çok NATO'ya mensup, ama Rus birlikleri de içeriyordu),  "güvenlikli bölgeler" yaratmak için gönderildi. Ama bu askeri güç, Sırp güçlerinin, BM denetimindeki Srebrinica'nın denetimini ele geçirmesine ve Bosnalı Müslümanları oradan atmasına engel olamadı. BM Barış Gücü, Sırp birlikleri tarafından doğrudan tehdit edilmeye başlanınca, geri çekildiler ve Bosnalı Müslümanlar kaderlerine terk edildi.

Barışı koruma görevi yaptıklarını ilan eden ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere, Miloseviç tarafından desteklenen Radovan Karadzic'in Bosnalı Sırp güçlerini geri püskürtmeleri için Hırvat ve Bosnalı Müslümanları gizlice silahlandırarak, eğitmekteydiler.

BM askerleri, 1995 Ağustos'unda geri çekildi ve NATO komutanları, çoğu, yüzyıllardır Krayina bölgesinde yaşamakta olan 200,000 Sırbı buradan kovan Hırvat güçlerine destek verdiler. Bir başka deyişle, Batılı güçler, son Kosova olaylarına kadar en büyük "etnik temizlik" olan bu mezalime yeşil ışık yaktılar. Bu ise Sırp milliyetçiliğinin ateşini daha da körükledi ve Miloseviç'e destek oldu.

Krayina "temiz"lenirken, 1992 Noel'inden beri Miloseviç'e karşı zor kullanacağı tehdidinde bulunan NATO, Sırp güçleri üzerine bomba yağdırmak üzere savaş uçaklarını gönderdi. ABD, Kasım 1995'de Ohio'nun Dayton kasabasında Miloseviç ve Hırvat liderler önüne konan barış planını uygulamaya koymuştu. Miloseviç, Aralık 1995'de Paris'te imzalanan anlaşmayı kabul etti. Ama bu kabul ediş, bombalandığı için değil, NATO'nun desteklediği Hırvat ve Bosna-Hersek Müslüman birliklerinin karada Sırp paramiliter güçlerini gerilettiği içindi.

DAYTON ANLAŞMASI TAKSİMİ  DAYATMIŞTI
Dayton anlaşması, iç savaşta geçici bir dinlenme süresi sağladı. Fakat Bosna-Hersek'te var olan sorunları çözmedi ve Kosova'ya sıçrattı. Batılı güçler daha önce, Bosna-Hersek topraklarının etnik esaslara göre bölünmesini asla kabul etmeyeceklerini savunmuşlardı. Ama ABD'nin yönlendirdiği Dayton Anlaşması ile Bosna'yı Sırplar ve Müslüman-Hırvat Federasyonu arasında taksim ettiler ve orada Sırplar tarafından yapılan "etnik temizleme"yi büyük ölçüde "yasal"laştırdılar. Bosna'daki iç savaşta 250 bin kişi ölmüş ve 3.5 milyondan fazla insan göçmen durumuna düşmüştü.

Bugün, Bosna'dan göç etmek zorunda bırakılanların sadece üçte biri geri yurtlarına dönebilmiştir. Ekonomi ve sosyal yapılar hala daha iç savaşın yıkıcı etkilerinden kurtulamamıştır. Yeni Bosna'daki zayıf barış ortamı, bazı Rus ve Ukrayna askerlerini de içeren 32,000 kişilik BM Barış Gücü sayesinde korunmaktadır. Gerçekte ise Bosna-Hersek, başını ABD'nin çektiği Batılı güçlerin bir protektorası (sömürgesi) durumundadır.

Dayton Anlaşmasından sonra, Kosova'nın özerkliğiyle ilgili uyuşmazlık giderek daha da arttı. Bosna-Hersek'ten geri çekilme ve Bosna-Sırp Cumhuriyeti'ni Sırbistan'a ilhak etme fikrini terkeden Miloseviç, Kosovalı Arnavutlar üzerindeki baskıları artırdı. Kosova'nın geleceği konusunda Dayton anlaşmasında hiçbir madde bulunmaması, Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK)'nun Sırplara karşı faaliyetlerini artırdı.

ABD, yeni bir barbar etnik kıyım dalgasının yayılmasına engel olmak amacıyla, Miloseviç ile yeniden masaya oturdu. Şubat 1999'da Rambouillet'de varılan  anlaşmaya göre, Kosova'ya üç yıl sürelik bir geçiş dönemi için özerklik verilecekti. Miloseviç'in Kosova'da 1,500 sınır askeri ile 2,500 polisi bulundurmasına izin verilecek, ama onun, NATO Barış Gücü'ne mensup 28,000 askerin Kosova'yı işgaline onay vermesi isteniyordu. UÇK da silahlarını NATO'ya teslim edecekti.

NATO, Kosovalı liderleri bu anlaşmaya ikna etti, ama Miloseviç buna yanaşmadı. Miloseviç, ülkesine ait özerk bir bölge olan Kosova'nın, savaşılmadan yabancı askeri güçlerce işgal edilmesine rıza göstermeyince, ABD, Dayton'da olduğu gibi birkaç gün içinde yumuşayacağı sanılan  Sırbistan'ı 24 Mart 1999 günü bombalamaya başladı. NATO böylece tarihinde ilk defa egemen bir ülkeyi bombalayarak, büyük bir savaşı da başlatmış oldu.

NATO'nun 50. kuruluş yıldönümünün kutlandığı Nisan ayı içinde, kapalı kapılar ardında büyük tartışmalar yaşandı. Fransa, İtalya ve özellikle Yunanistan hükümeti, askeri olmayan Sırp hedeflerinin ağır bir şekilde bombalanmasına karşı çıktı. Daha harekatın ilk haftası bitmeden Yugoslavya'nın bombalanması, 100 milyar dolar'dan fazla hasara yol açtı, yüzlerce sivil öldü. NATO bombalamalarının ilk 16 gününde, 800,000 Kosovalı Arnavut göçmen durumuna düştü. Bu göçmenlerin büyük bir kısmı komşu ülkelere sığınırken, İngiltere ile Fransa fazla sayıda mülteci barındırmayı reddetti. ABD, mültecileri Kuba'daki Amerikan üssü Guantanamo'ya nakletmeyi önerdi.

Kosova'nın gelecekteki konumu, Sırplar ile Kosovalı Arnavutlar arasında taksim edilerek, Kosova'ya sömürge tipi bir bağımsızlık, ya da  NATO'nun işgali altında bir BM veya Avrupa Birliği  protektorası haline gelme şeklinde olacaktır. Sorunun, Batılı güçlerin çıkarlarına uygun bir çözüme ulaştırılacağından kuşku yoktur.

BÜYÜK EMPERYALİST GÜÇLERLE İTTİFAK KURAN ULUS-DEVLETLER
Balkanlarda geç gelişen kapitalizm, bu topraklar üzerinde yaşamakta olan farklı etnik gruplara ait orta sınıflardan her birinin (Sırp, Bulgar ve Makedonyalı Slavlar, Romenler, Yunanlılar, Arnavutlar) kendi bölgelerinde ekonomik olanakları ele geçirmelerine ve kırsal nüfusu, kendi ulusal bayrakları arkasında toplamalarına yol açarken,  Batılı emperyalist  güçler de, bu farklı topraklar üzerinde değişik Balkan ulus-devletlerinin oluşmasına yardımcı oldular. 1912-13 yıllarındaki Balkan Savaşlarından günümüze kadar geçen süre içinde meydana gelen Balkan halkları arasındaki bütün kanlı etnik-ulusal çatışmalar ile Balkan devletleri arasındaki savaşlar, buradaki işbirlikçi egemenlerin, komşu halkların ulusal devletlerine karşı kışkırttıkları milliyetçilikler yüzünden çıkmıştır.

Her çatışmada, kurulmuş olan bir ulus-devlet, toprakları üzerinde barındırdığı diğer ulusal azınlıkları baskı altına almıştır. Oysa Marks'ın da belirttiği gibi, "Başka ulusları baskı altında tutan ulusların kendileri de özgür olamaz!" Romanya'daki Macar ve Çingene azınlıklar, Bulgaristan'daki Türk azınlık, 1. Dünya Savaşı öncesinde Avusturya tarafından yönetilen Bosna'daki Sırp azınlık, 1. Dünya Savaşı sonrasındaki Macaristan'daki Slovak ve Çingene azınlıklar, Yunanistan'daki müslüman azınlık, Arnavutluk'taki Yunan azınlık burada ilk akla gelen örneklerdir. Her durumda da, bu zayıf devletler, kendi sınırları içerisinde kalan azınlıkların haklarını savunduklarını öne süren diğer komşu zayıf devletlerin eleştirilerine karşı, bu azınlıklar üzerindeki denetimlerini sürdürebilmek için, büyük emperyalist güçlerle yakın işbirliklerine girmişlerdir. Balkanlarda büyük devletlerin müdahaleci politikaları, işte buna dayanmaktadır.

KOSOVA'DAKİ DURUM
1960'lı yıllarda Tito Yugoslavyasının Sloven, Hırvat, Karadağlı, Makedon ve Sırplara verdiği eksiksiz ulusal haklar, Kosova'daki Arnavut çoğunluk nüfusuna verilmemiş ve büyük bir hoşnutsuzluğa yol açılmıştı. Kosovalı Arnavutlar, her zaman da ezilmemiş olmalarına karşın, Kuzey İrlanda'daki Katolikler, ya da Türkiye'deki Kürtler gibi 2. sınıf yurttaş durumundaydılar. 1990'ların ilk yarısında Sırp devletine karşı pasif bir direniş sürdürdüler. Dayton anlaşmasının ardından, Kosova Kurtuluş Ordusu gibi silahlı gruplar giderek güçlenmeye başladı. Güçlü Yugoslav ordusu karşısında zayıf olan bu gruplar, Arnavutluk ve Makedonyada'ki Arnavut azınlık içerisinde destek bulma stratejisini benimsediler. Zamanla ABD ve diğer Batılı güçlerden alınan destekle, hem Sırp polislerine ve Yugoslav askerlerine karşı, hem de Kosova'daki Sırp sivillere karşı tedhiş olaylarına başladılar, kahvehaneler bombalandı, etnik Sırp maden işçileri kaçırıldı vd. Kosova'daki Sırplar Arnavutlara "etnik temizlik" uygularken, UÇK da Sırpları "temiz"lemekteydi. Balkan milliyetçiliğinin yüzyıllık eski mantığı bunu gerektirmekteydi.

KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI KULLANILIRKEN   
Eğer NATO askerleri, Kosova'nın denetimini UÇK'lı gruplara verirlerse, Büyük Arnavutluk'la birleşmek isteyen Batı Makedonya'da da aynı mantık uygulanacaktır. Büyük Sırbistan isteyen Sırpların Hırvatistan ve Bosna'da yaptıkları gibi etnik temizliğe gidilmeden, etnik yapısı karmaşık olan Batı Makedonya'da da aynı hedefe ulaşılamayacaktır. Bu süreç başlarsa, başka güçler de (Bulgaristan ile Yunanistan) Makedonya üzerinde  ve hatta Sırbistan üzerinde (Macaristan ve Bulgaristan) hak iddia edecekler ve daha büyük etnik temizlikler yapılacaktır.

Böylesi bir durumda, işçi sınıfı enternasyonalizmine bağlı sosyalistler, UÇK milliyetçiliğine destek olamazlar. Bölgede nihai barış sağlandığı zaman Kosovalıların kendi kaderlerini tayin edebilme hakkı elbette ki vardır. Ama Kosova'daki Sırplarla Arnavutların birbirlerinin haklarını kabul etmeden barış içinde yaşayabilmeleri zordur. Bu da şu anlama gelmektedir: Arnavutlar isterlerse, Kosova'da kendi devletlerini oluşturma hakkına sahiptirler. Ama bunun sonucunda Kosova ve Makedonya'daki Arnavutlar, Sırplar da içinde diğer etnik grupların haklarını güvence altına almalıdırlar. Aksi takdirde Kosova'da uygulanacak kendi kaderini tayin hakkı, azınlıktaki etnik grupların haklarını reddederek, bir ulusal grubun kendi devletini oluşturması şeklindeki eski Balkan oyunu devam edecek ve etnik çatışmalar daha da artacaktır.

SOSYALİST POLİTİKA TEK ÇIKIŞ YOLUDUR
Balkanlardaki etnik uyuşmazlıkların çözümü, kapitalist temelde olası değildir. Kosovalıların kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyoruz iddiasıyla yola çıkanlar, işçi sınıfının politikası içinde değildirler. Gerici bir duruma düşmüşlerdir. UÇK, tamamiyle ABD emperyalizmine dayanmaktadır. ve ABD'nin Balkanlardaki maşası haline gelmiştir. Verili koşullar altında, Kosova'daki Arnavut çoğunluğun kendi kaderini tayin etmesini istemek, Yugoslavya topraklarının bir kısmı üzerinde, bir ABD protektorasının kurulması anlamına gelmektedir.

Avrupa'daki sözümona bazı Marksistler, Kosova'nın kendi kaderini belirlemesi temelinde Yugoslavya'nın bombalanmasını desteklemektedirler. Hatta bazıları, NATO bayrakları taşıyan Arnavutlarla birlikte gösterilere katılarak, UÇK'nın daha da silahlandırılmasını talep etmektedirler. Başkaları da, bağımsız Kosova değil de, sosyalist bağımsız Kosova isteyerek, gerçekten gülünç duruma düşmektedirler.

Verili koşullarda bağımsız bir Kosova, ancak Amerikan süngüleri altında kurulabilir ve ancak ABD'nin bir protektorası olabilir. (KKTC'nin adayı işgal etmiş olan 35,000 Türk askerinin süngüsü altında kurulduğu gibi!) Kosovalı Arnavutlar da bunu çok iyi anladığından, NATO bayrakları ile gösteriler düzenlemekte ve NATO'nun Yugoslavya'yı bombalayarak işgal etmesini talep etmektedirler. Kısacası işçi sınıfının genel çıkarlarına aldırmadan politika yapmak, kişiyi gerici konuma düşürmektedir.

Her hal ve kârda, Kosovalılar, bir protektora oluşturulmasının bedelinin çok büyük olduğunu anlaşıldığı anda Washington tarafından terkedilecektir. Emperyalistlerin kendi amaçları için kullanıldıktan sonra ihanete uğrayacak olan Kosovalılar, artık işe yaramadıklarında bir kenara atılacaklardır. 

Sadece Kosovalıların değil, bütün Balkan halklarının çıkarını savunan çözüm, Balkanların Sosyalist Federasyonu'dur. Demokratik sosyalist bir rejimin kurulması için gerekli koşullar, ancak, dünyanın bu bölgesini savaş ve sefalete atmış olan gerici şoven kliklerin iktidardan düşürülmesi ve bütün halkların, kendi kaderini belirleme hakkı da içinde, bütün haklarını güvenceye alabilecek olan ancak böylesi bir  rejimin kurulması ile sağlanabilir.

KIBRIS'TA DA ÖYLE OLMADI MI?
Tarih boyunca, kendi kaderini tayin hakkının talebi, sadece devrimciler tarafından değil, ayrıca devletlerin dağılmasını haklı göstermek ve kendi saldırgan emellerini gizlemek için de gericiler ve emperyalistler tarafından öne sürülmüştür. Somut durumun verili koşullarında, bunun uygulanmasının ilerici mi, yoksa gerici mi olacağına bakılmalıdır. Kosova örneğinde, sözümona kendi kaderini tayin hakkını talep etmek, gerici bir içerik oluşturmaktadır. Bu temel olguyu görmemekle, gerici bir konuma düşülür ve aslında ABD emperyalizmine hizmet edilmiş olur.

Kurulduğu 1960 yılından beri, NATO ülkelerinin garanti ettiği kısıtlı bir bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğü koşullarında, olabildiğince NATO'nun taksim ve ikili Enosis planlarına karşı, bağlantısız bir dış politika yürütmüş olan Kıbrıs Cumhuriyeti devletini dağıtmak isteyen İngiliz ve Amerikan emperyalizmi ile onlara hizmet eden Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk şoven çevreleri, 1974 yazındaki darbe-savaş planı ardından adayı ikiye bölmeyi başarmışlardır. Yıllardır EOKA ile TMT'yi kimlerin silahlandırdığı, her iki toplumda da etnik milliyetçiliği karşılıklı olarak hangi çevrelerin kışkırttığı hep bilinmektedir.

Emperyalizm ve yerli maşaları, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin işgali altında tutulan adanın %37'lik kuzey toprakları üzerinde, sözümona kendi kaderini tayin hakkı kullanılarak, ayrılıkçı bir devletçik olan "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti"ni ilan etmişlerdir. Türkiye ve emperyalist çevrelerin bir protektorası halinde yaşatılan bu oluşum, 25 yıldır uluslararası hukuk ve dünya halkları tarafından tanınmamıştır. Emperyalizm, KKTC'nin varlığını kendince yararlı görüldüğü sürece, bu devletçiği koruması altında tutacak, müttefikleri arasındaki dostluğa zarar verdiğini gördüğü anda, bir formül çerçevesinde defterini dürecektir. Önce bağımsızlığına kavuşması gereken Kıbrıs'taki etnik-ulusal sorunun çözümlenmesi de, Balkanlarda olduğu gibi, ancak  sosyalist bir federasyonun kurulması ile olasıdır.

GELECEK UMUT VERİCİDİR  
Kosovalı Arnavutların, Yugoslavya sınırları içerisinde tam bir özerkliğe sahip olması gerekmektedir. Şu anda elde edilebilecek olanın en çoğu da budur. Kosovalılar ve diğer Balkan halklarının gerçek sosyal ve ulusal kurtuluşu için gereken koşullar, ancak sosyalist bir devrimle yaratılabilir. Sorunu çözebilecek tek talep, Balkanların Sosyalist Federasyonu'dur ve bu slogan, daha şimdiden Balkanlarda yankısını bulmaktadır.

Halen Sırp işçi sınıfı, savaş nedeniyle dağınıklık içindedir. Enternasyonalist unsurlar, küçük bir azınlık olabilir. Ama durum değişecektir. Zamanla Miloseviç'in kapitalizm yanlısı özelleştirme politikasına ve Sırp halkını kanlı bir bataklığa sürükleyen şovenizm zehiri ile seçkinlerin zenginleşmesine karşı olan direniş büyüyecektir. Kitleler, Miloseviç'in kendilerini bir felaketten diğerine sürüklediğini anlayacaktır. Savaşın bitmesinden sonra, bu yolun onlara sadece felaket getirdiğini çoğunluk görecektir. Sosyalist federasyon fikri o zaman daha kolay benimsenecektir. Çünkü bütün hatalarına rağmen eski Yugoslavya, bugünkü kabustan çok daha iyiydi. Yapılması gereken ilk şey, kapitalizmden, özelleştirmeden ve kitlelere sefalet, küçük bir azınlığa da zenginlik getiren sözümona serbest pazardan kesin bir kopuştur. 

(“Yusuf Aydın” imzası ile, Kıbrıs'ta Sosyalist Gerçek dergisi, Sayı:41, Haziran 1999)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder