"İcazetsiz Günlük Gazete: Avrupa" başlığı ile
yayımlanmakta olan bir gazetemizde "Tahrik" sütununda yazan Hürrem
Tulga, kendi gazetesini, bir okuyucusunun dilinden şöyle anlatmış:
"Vallahi
Avrupa güzel gazete. Üç aydır okumadan edemiyorum. Ama çok da canım sıkılıyor
okudukça"
diyor. En son cümlesi "ne olacak bu işlerin sonu" oluyor adamın,
boynunu bükerek...Ayrılıyoruz." (9.4.1998)
Doğrudur,
"Avrupa" gazetesi ülkemizdeki bozuk düzenden rahatsız olanlar için
iyi bir "deşarj" aracı olmuştur, ama ne yazık ki okuyucularını belli
bir hedef doğrultusunda "şarj" edememektedir. O nedenle okundukça
okuyucunun canını sıkmakta, bunalımını derinleştirmektedir. Çünkü yazarın da
ifade ettiği gibi, sorun gazetenin fikriyatında. Bakın örneğin, gazetenin aynı
yazarı ne diyor:
"Kıbrıs Cumhuriyeti gibi kuruluşunda dirhemlik
sorumluluk ve payımızın olmadığı hazır çözümlerle oyalanmaya başladık, adına
alternatif diyerek...Hazır ya, yukarıda söylediğim gibi, belli ki fazlasıyla
cezbedici geliyor...Bilmiyorum. Kafam fazlasıyla karışık...Birşey değilsek,
felç olmuşsak, bakıma muhtaç isek, olağanüstü hal gibi, derhal intiharlık hal
ilan edilmelidir. Öneriyorum. Çünkü arada bir fark yok." (5.3.1998)
Kafa karışıklığına
ve intihar etmeye hiç de gerek yok. Çünkü bunalımdan tek yasal çıkış yolu,
1960'da kurucu ortağı olduğumuz devletteki hak ve sorumluluklarımıza en sonunda
sahip çıkarak, yeni koşullar altında, "federal" devlet ilkelerine
göre yeniden şekillenecek olan "Federal Kıbrıs Cumhuriyeti"ndeki
yerimizi almaktır.
Zaten Türkiye dahil, diğer garantör ülkeler olan
İngiltere ve Yunanistan, Zürih ve Londra Andlaşmaları ile 1960'da kurulan ve
1974'de ikiye bölünmüş olan Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlık,egemenlik ve
toprak bütünlüğünü garanti etmemişler miydi? 1963 Aralık ayındaki çarpışmalar
sonrasında, 1968'de başlatılan toplumlararası görüşmeler, Kıbrıslı Türklerin
geri devlet mekanizmasına dönmesinin esaslarını araştırmıyor muydu? Rauf Raif
Denktaş, 1973'te aynı Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Başkan Yardımcısı ve Geçici Kıbrıs
Türk Yönetimi'nin de Başkanlığını Dr.Fazıl Küçük'ten devralmamış mıydı?
1974'den sonra da aynı Kıbrıs Cumhuriyeti devleti anayasasının, federal ilkeler
üzerine yeniden düzenlenmesi için çabalar sürdürülmüyor mu?
Ne sizin kafanız
karışsın, ne de başkasının kafasını karıştırın! Ama şimdi amaç "ayrılıkçı
taksimciler"in ekmeğine yağ sürmekse o başka!
Bir zamanlar Temas Grubu'nda birlikte kavga verdiğimiz
arkadaşım Tulga, anımsayacaktır; bir süre önce aynı sütunda kaleme aldığı bir
"İç hesaplaşma" yazısında, şu önemli saptamayı yapmıştı:
"Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu'nun
etkinliklerini sürdürdüğü yıllardı. Zaman zaman iki toplumlu etkinlikleri hem
yoğun, hem de özgürce yaşayabiliyorduk. Bütün çabamız temasları toplumlara
yaymak, toplumları ortak etmekti. Vatandaşın iradesi olsun istiyorduk. bu
nedenle de toplumlara açık etkinlikler düzenlemeye çalışır, tartışmaları kaleme
alır, gazetelerde yayınlatmaya çalışırdık. Kararları alma biçimimiz de
olabildiğince demokratikti. Komite olduğu halde kararları kitle toplantılarında
ve tüm katılımcıların onayı ile almaya çalışırdık. Birçok çevrenin hoşuna
gitmemişti doğal olarak bu biçim. Kimisi denetimine alamadığı için rahatsız,
kimizi de iktidarlarına tehlikeli saydığından dolayı tedirgin oluyordu. Olan
oldu daha sonra. Bir taraftan denetimine almak için iç kavgalar, bir taraftan
iki toplumlu özgür ilişkilerden dolayı getirilen yasaklar en son da patlayan
bombalar ve tehditlerden dolayı, bu ülkede tamamlanamayan her iş gibi o da
yarıda kaldı ve ardından da noktalanmıştı. Geriye birçok dersler, deneyimler
bırakarak tabii ki." (10.11.1997)
Anlaşılan bu
deneyimlerden ders çıkarılmamış, ya da yılgınlık içinde çevreye de ümitsizlik
aşılanmakta!
Uluslararası hukuku ayaklar altına alarak gerçekleştirilen bazı oldu-bittiler
ve eylemler, geri dönülmez gerçeklikler olarak kabul ettirilmek isteniyor. 8
yıl önce, "Bağımsız ve Federal Kıbrıs için Temas Grubu"nun en aktif
üyesi olarak Ledra Palas Kapılarında eylem yapan Hürrem Tulga, 8 yıl sonra,
"Federasyon Takıntısı" başlığı altında şunları yazabiliyor:
"Her nedense, barış dendi mi, anlaşma dendi mi ve
hatta demokrasi dendiği zaman akla hep federasyon geliyor. Federasyon olmadan
bu ülkede barış, bu ülkede anlaşma, bu ülkede demokrasi olamazmış gibi bir
yaklaşım sergileniyor. Nedendir bilinmez? Ancak, bu ülkede de en son olabilecek
olan şeydir federasyon. Bu ülkede federasyonu beklemeye devam edersek, daha çok
bekleyeceğiz demektir." (7.4.1998)
Tulga, aynı makalesinde devamla soruyor: "Kuzey'de
federasyonu omuzlayacak, federasyonun sorumluluğunu taşıyabilecek güç var
mı?...Federal bir devlette ortak bir sorumluluk alacak veya omuzlayabilecek güç
ve güçler oluşmadıkça, 74'den bu yana haybeye çekilen yıllardan söz edilecek
sadece. ne Holbrook, ne AB, ne de başka bir güç de yaratmaz federasyonu. Zemin
yok çünkü. Tuz, un maya olmayan yerden ekmek çıkmayacağı bilinmeli,
"oyalanmayı" da bir kalem geçmeliyiz artık. Geriye sivil örgütler,
barışçı güçler kalıyor sadece. Bu ülkede mevcut güçler içinde federasyonu
yaratabilecek güçler sivil örgütlerden başkaları değildir. Yeter ki "umut
tellallığını" bir kenara koyarak, seçim hesapları dışında kalmayı gösterme
"basiretini" gösterelim. Sivil kuruluşlara getirilen yasakların
nedeni(ni) de başka yerde aramaya
kalkmasın kimse. Umudun yeniden üretileceği, umudun yeniden dikileceği yeri çok
iyi biliyor adamlar." (7.4.1998)
Yukarıda da
görüleceği gibi, Tulga'nın kafası gerçekten çok karışık. Hem "zemin yok",
"tuz, un maya yok" diyor, hem de "sivil, barışçı
örgütler"in federasyonu yaratabileceğinden söz ediyor. Oysa hem 1990'da
yasaklara takılan Temas Grubu'nun çalışmalarına, hem de ondan sonra ABD
Büyükelçiliği himayesinde yürütülen sivil kuruluşların iki toplumlu
temaslarına, "ayrılıkçılar"ın hangi noktadan sonra yasak
koyduklarını, yine aynı Tulga vurgulamıyor mu?
Hürrem Tulga, bir başka makalesinde de "Yurt
bölünmez mi?" diye sorabilmekte ve "Evet yurt. Ancak demokrasisiz
değil" diye bitirdiği yazısında, şöyle demekteydi:
"Bir tesadüf eseri, 74 harekatına katılmış bir
generalin anılarını okumuştum. Dediği şuydu generalin:
"Kıbrıs'ı bölmek, Kıbrıs'a yazık etmektir. Bölünmesi
halinde kendisine yetmez. İhtiyaçlarını karşılayamaz. Gerek kaynaklar, gerekse
ekonomi açısından, Kuzey'in Güney'e, Güney'in de Kuzey'e ihtiyacı vardır."
Generalin söz konusu makalesi, yıllar önce yayınlanmıştı. O günden bu güne
köprünün altından çok sular geçti...Böylece de birbirlerinden farklı iki ayrı
ülke haline geldiler. Hem de tartışma kabul etmez bir biçimde.(Generalin bile
görebildiğini, nasıl oluyor da Tulga görmek istemiyor ve "yarım
demokrasi" olabileceğini zannediyor, hayret! )
...Birçoklarımız, hatta ezici çoğunluğumuz, varolan bu
gerçekliğe rağmen Güney'le birarada olmayı tek çare olarak görüyor. Nitekim,
halkın bu özlemini bildiği için de birçok politikacı, "Yurdun
birleştirilmesini" birinci görev olarak ilan ediyorlar. Ne yapıp, yapıp
"yurdu birleştirmek" diyorlar, politikacılar. Bu politikadan dolayıdır
ki içinde yüzmedikleri kirli su, kafa sallamadıkları politika da
kalmadı...Körebe oyunundaki gibi bağladığımız gözlerimizle, önümüze çıkanı
yakalamaya çalışıyoruz, kurtulmak için...Sonuç mu? Gün geçtikçe, bütün
çırpınışlara rağmen sadece biraz daha kirleniyoruz." (23.3.1998)
Hani politikacılarda iş yok, umudumuz sivil-barışçı
örgütlerde değil miydi? "Yarım yurt" peşinde koşan politikacıların,
"yarım demokrasi"ye ulaşamayacakları daha başlangıçta gün gibi ortada
iken, neden politik hedefin yanlış olduğu ima ediliyor da, "yurdun
birliği" yanlısı politikacıların
siyasal yanlışlarının altı çizilmiyor?
Hürrem Tulga,
günümüz koşullarında gerçekçi tek çıkış yolu olan "Bağımsız ve Federal
Kıbrıs" hedefinden uzaklaştığı için, kafası karışmış ve "Üçüncü
Yol" arayışına çıkmıştır:
"Biz hiç, ama hiç yalnız değildik aslında. Bilumum
dışlanmış ve kaçakların çoktan üssü haline gelmiştik. Böylece azınlık olmaktan
kaçarken, tükeniş yoluna girmiştik. "Doludan kaçmaya çalışırken, fırtınaya
yakalanmıştık". Arkadaşa bunu ifade ettiğimde, kara-kara düşünmeye
başlamıştı. Nerde hata yapmıştık, ne yapmalıydık? Evet bütün sorun bu. Bir
tarafta "azınlık" olmak, diğer tarafta "yok olmak". Üçüncü
bir yol aranıyor, açıkçası. Bize ait bir yol." (16.3.1998)
"Bağımsız ve
Federal Kıbrıs"ı, "azınlık" veya "yok olma" olarak
sunan resmi görüşün fazlaca etkisi altında kalmışa benzeyen Tulga, "yarım
yurt" yolunda bakın daha neler
diyor:
"Bir de kültürümüzü asimile ettikleri söyleniyor ya,
galiba bu biraz fazla. Cehalet demesem de art niyet. Köylünün, şeherliyi asimile
ettiği nerde görüldü. (Acaba İstanbul'u ve oradaki kültürü büyük bir köye ve
"arabesk"e dönüştürenler kim?) Seçimlerde bu insanların
kullanıldığını ve yönetme hakkımızı kullanamadığımızı söyleyenler de var.
Kusura bakmasınlar, bu değerlendirme tam bir parodi gibi geliyor bana."
(1.2.1998)
"Türkiyeli göçmenin bu ülkedeki artışı, Kıbrıslıyı
asimile etmiyor. tersine Kıbrıs ırkçılığını büyütmeye yarıyor
sadece...Göçmenlere karşı duyduğumuz tepkiyle de "kimlik ve
varlığımızı" koruma altına almaya çalışıyoruz. Bu gerilim daha ne kadar
sürecek? Doğrusu benim de kafam karıştığı için "yardıma ihtiyacım"
var..." (20.3.1998)
Bu yazıyı da eski
dostum için zaten tam da bu nedenle kaleme aldım. Çünkü egemenler, kafasını
gerçekten karıştırmışlar. Kendisi gibi olanlar için klinik tanıyı, bakın yine kendisi, ne güzel
koymuş:
"Sömürgecilere,
buyurganlara, sürü başında koçların olmasına, işgalcilere hiç ihtiyacımız yok
bizim. Yeterince uysal, yeterince kolu, kanadı, ayağı kırık bir ruh hali
içindeyiz zaten. Sömürgeci çoktan beyinleri iğfal etti. İşgal çoktan
gerçekleştirilmiş, işgale, talimata bugünden sonra kimse bakmasın. Sorunun
büyüğü içimizde ey dostlar. İçimizde." (9.4.1998)
(Kıbrıslı
Türkün Sesi dergisi, Sayı:33, Mayıs 1998)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder