17 Mayıs 2015 Pazar

GENİŞLEYEN AB’DE SOSYAL ÇELİŞKİLER ARTIYOR


12-13 Aralık 2002 tarihlerinde Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da yapılan Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin doruk toplantısı, 10 ülkenin AB’ye katılması için yapılan çağrı ile sonuçlandı. 2002 yılı sonunda bitmesi planlanan üyelik görüşmeleri ardından, Mayıs 2004’de bu ülkeler resmen AB üyesi olacaklar.
Kopenhag Doruk toplantısında AB’ye katılması için resmen çağrı yapılan ülkeler, eski Sovyet Baltık Cumhuriyetleri olan Estonya, Litvanya ve Letonya ile Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Kıbrıs ve Malta’dır. Bu ülkeler, 1 Mayıs 2004’de AB’nin tam üyesi olurken, 2006 yılına kadar 40 milyar euro yardım alacaklardır.  
AB’nin doğuya doğru genişlemesi ile şu anda 15 olan üye sayısı, 25’e çıkmış olacak. Geçmişte sadece Batı Avrupa’yı kapsayan AB, genişleme süreci ile eski Sovyetler Birliği’nin sınırlarında yer alan bütün Doğu Avrupa ülkeleri ve bunlara ek olarak stratejik iki Akdeniz adasını, yani Malta ile Kıbrıs’ı da içine almış olacak. Batı Avrupa ülkeleri arasında AB üyesi olmayan, sadece Norveç ile İsviçre kalırken, Doğu Avrupa’da da, AB’ye katılmamış ülkeler olarak, (Slovenya dışındaki) Yugoslavya’nın eski eyaletleri ve Arnavutluk kalacak. Romanya ve Bulgaristan’ın ise 2007 yılında AB’ye katılmaları planlandı.
AB’nin nüfusu 75 milyondan 451 milyona çıkacak. 9,200 milyar euro ile AB’nin gayrı safi milli hasıla (gsmh)’sı ABD’nin gsmh’na eşit olacaktır. Kopenhag Doruğunda Türkiye’nin de AB’ye giriş görüşmelerinin ne zaman başlayacağına ilişkin olarak tarih verildi (Temmuz 2004). Bu durumda Türkiye, en erken 10 yıl sonra AB üyesi olabilecek.
Doğuya doğru genişleme ile ilgili imzaların atılması, yıllar süren görüşmelerden sonra gerçekleşecek olmasına karşın, bir kutlama havası yoktu. Siyasal gerginlikler, mali konularda birçok hırgür ve pazarlıklar vardı. Oysa AB’nin genişlemesi, Avrupa kıtasında bir uyum sağlamayacaktır. Aksine, siyasal bunalımları körükleyecek ve Avrupa’daki sosyal çelişkileri daha da keskinleştirecektir.

EKONOMİK ÇELİŞKİLER
AB’nin doğuya doğru genişlemesinin ana destekçileri, başta Almanya’dakiler olmak üzere, büyük Avrupa tekellerinin üst yöneticileridir. Financial Times gazetesine göre, genişleme kararının imzalanması ile Alman işadamları şampanyalar patlatmışlardır. Ekonomik alanda, Alman şirketleri Doğu Avrupa’dan ucuz ve iyi eğitilmiş işgücü deposundan yararlanacaktır. Bu uygulamanın, siyasal düzenlemelerle korunması beklenmelidir.
Geçen 10 yılda, bu ülkelerle yapılan ticarette ve doğrudan yatırımlarda bir artış olmuştur. Doğu Avrupa’nın AB üyeliğine aday ülkeleri, Alman dış ticaretinin yaklaşık %10’unu (ABD dış ticaretine yakın bir miktarı) tüketmektedir. Doğu’daki yeni ülkelerle yapılan bütün AB ticaretinin %40 kadarı da, Almanya tarafından gerçekleştirilmektedir. Doğuya doğru genişlemedeki Alman çıkarları, bir Alman politikacı olan Günter Verheugen’in (Sosyal Demokrat Parti’den) AB Komiseri olarak atanmış olması gerçeği ile vurgulanmış olmaktadır.
Alman tekelleri, Doğu Avrupa ülkelerine yoğun miktarda yatırımda bulunmuştur. Sadece 2001 yılında yapılan doğrudan yatırımlar, 3.6 milyar euro’yu aşmıştır. Bu rakama, elde edilen kârlardan yapılan yatırımlar dahil değildir. Onlar da katılırsa, bu miktar çok daha yükseğe çıkmaktadır.
Alman şirketleri, halen Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’da 350,000 kişiyi çalıştırmaktadır. Siemens adıyla bilinen meşhur Alman elektrik, elektronik ve benzeri ürünler şirketinin, bu ülkelerde 25,000 çalışanı vardır. Çek araba üreticisi Skoda’yı satın almış olan Volkswagen, aradan geçen süre içinde üretimini üç kat artırmış olup, halen bütün Avrupa pazarı için yılda yarım milyon araba üretmektedir.
Alman dergisi Der Spiegel son sayılarından birinde şöyle yazmıştır: “Bu yatırımlar, bizim ülkemizdekine kıyasla daha yüksek bir kaliteyi garantilemektedir. Bu arada ücretler de kıyaslanamaz şekilde daha düşüktür. Bunun sonucunda kâr marjları, Batı’dakinden çok daha fazladır.” Almanya’da becerisi olan bir Siemens işçisinin maliyeti, yeni AB üyesi ülkelerdeki meslektaşlarından 8-10 defa daha fazladır. Almanya Sanayi ve Ticaret Odası (IHK) bir başka örnek vermektedir: Polonya’daki makine mühendisliği ve fabrika yapımı, Almanya’dakinden %20 daha ucuza mal olmakta olup, kalitesi de hemen hemen eşittir.
IHK’nın üyeleri arasında yaptığı bir araştırmaya göre, 100’den fazla işçi çalıştıran şirketler, AB’nin doğuya doğru genişlemesini desteklerken, 50 işçiden daha az kişi çalıştıran küçük işletmeler ise, bunu riskli olarak görmekte ve Doğu’nun kendileriyle düşük fiyatlarla rekabet edeceklerinden korkmaktadırlar.

AB GENİŞMELESİNİN SOSYAL SONUÇLARI
AB’nin yürütme organı olan AB Komisyonu, büyük sanayi ve finans tekellerinin çıkarlarını sadık bir şekilde yönetmektedir. Komisyon, sayısız kriter, koşul ve kural koyarak, eski Doğu Bloğu ülkelerindeki “uygun rekabetçi hava”nın yaratılmasını sağlamaktadır. Basitçe söylersek, bu, sosyal harcamalarda geniş kısıtlamalar, büyük şirketlerin özelleştirilmesi ve sanayi ile tarımın kârsız olarak kabul edilen büyük kesimlerinin yok edilmesi anlamına gelmektedir.
Bunların sonuçları, nüfusun büyük çoğunluğu için felaket getirici olmaktadır. Bazı kentlerde yabancı yatırımlar ve AB sübvansiyonları, az sayıdaki üst sosyal katmanlara, küçük ve gelişen merkezde nisbi olarak iyi gelirler sağlarken, diğer bütün bölgeler yoksulluk ve ümitsizliğe gömülmektedir. Bu durum, özellikle 39 milyon nüfusu olan ve diğer 9 AB adayı ülkeden fazla kişiyi barındıran Polonya’da görülmektedir.
AB üyeliğinin gerçekleştiği koşullar altında, 2 milyon Polonyalı çiftçiden sadece 100,000’inin ayakta kalması beklenmektedir. Polonyalı çiftçilere, Batı’daki meslektaşlarına verilen sübvansiyonların sadece %40’ı verilecek olup, bu para da, daha çok zengin çiftçilere veya Polonya toprağını gelişmiş sanayi yöntemleriyle işlemeye hazır olan ve sınırda beklemekte olan tarım şirketlerine gidecektir. Dahası, sınırlar açıldıktan sonra Batı’dan gelecek ucuz gıda maddeleri ülkeyi dolduracaktır.
Polonya tarımının aşırı derecede geri durumu göz önünde tutulacak olursa, küçük tarım işletmelerinin kısa zamanda yok olması beklenmektedir. Polonya’da tarım kesimi, yurt içi safi hasılanın sadece %3.4’ünü üretmektedir, ama çalışan bütün nüfusun da beşte birini kapsamaktadır. Bunların çoğu, yaşamlarını sürdürmek için gerekli temeli yitirecektir. Resmi işsizlik oranı %18.4 olduğu için de, başka bir iş bulma şansı çok az olacaktır.
Ağır sanayide de, fazla miktarda iş yeri, yok olma tehditi altındadır. Hâlâ daha yüz binlerce kişiyi istihdam eden Polonya’nın çelik sanayiinin, ümitsiz vaka olarak çağdışı kaldığı ve AB ile rekabete dayanamayacağı düşünülmektedir. Aynı durum, madencilik ve enerji üretimi için de söz konusudur. AB Komisyonu, Polonya hükümetini, halihazırda bu sanayileri kapatmada tereddüt ettiği ve ekonominin bu yüzden inişe geçmesine yol açtığı şeklinde suçlamaktadır. Polonya hükümeti AB Komisyonu’nun baskılarına boyun eğerse, ülkede bir sosyal patlamayı göze almış olacaktır. Silezya’daki maden bölgesindeki işçiler, maden ocaklarının devlet tarafından kapanması planlarına karşı aylardır gösteri yapmaktadırlar.
Benzeri durumlar, AB’ye üye olacak diğer aday ülkelerde de yaşanmaktadır. İşsizlik yüksek miktardadır ve iş verimliliği düşük olup, yaşam düzeyleri de geridir. Bütün yeni AB adayı ülkelerin toplam gsmh’ları, kabaca sadece Hollanda’nınkine eşittir. Planlanan genişleme ile AB’nin nüfusu %28 oranında artacakken, ekonomik gücü, toplam gsmh olarak sadece %5 artacaktır.
AB’nin doğuya doğru genişlemesini destekleyenler, sık sık güney Avrupa ile İrlanda deneyimine işaret etmektedirler. Eski AB üyesi devletlerin nisbi refahı ile yeni gelecek üyelerin fakirliği arasındaki fark, diğerlerinin üyeliğinin gerçekleşmesi ile azalmış olacaktır. Doğuya doğru genişleme, tamamen farklı koşullarda gerçekleşecektir. Büyümenin durması ve yüksek işsizlik, bütün öteki eski üye ülkelerde, özellikle Almanya’da sürerken, gelişmelerin farklı bir yönde gittiğini göstermektedir: Müreffeh AB ülkelerinin yaşam düzeyleri, yeni ve daha fakir ülkelerinkine uyum sağlayacaktır.
İş yaşamı, artan oranda üretimi Doğu Avrupa’ya aktararak, Batı Avrupa’daki ücretler ile iş koşullarını düşürecektir. Almanya Sanayi ve Ticaret Odası’na göre, “Basit, emek-yoğun üretim üzerindeki rekabetçi baskılar artmaktadır. Bu şu anlama gelmektedir. Düşük ücretli kesimdeki şirketler, aşırı derecede yüksek ücretlerin yol açtığı rekabetçi dezavantajları önlemek için, emek pazarının yeniden kurallara bağlanmasını talep etmektedir.
Buna ek olarak, Doğu’daki sefaletten kaçmaya çabalayan ve Batı’daki düşük ücretli işleri kabul eden  göçmenlerin sayısı artmaktadır. İşsizliğin, sınıra yakın bölgelerde ve inşaat gibi sanayi kesimlerinde muazzam oranda artması beklenmektedir.
Bu gelişmelere işaret eden AB, yeni üye olacak ülkelerdeki AB yurttaşları için serbest dolaşımı, 7 yıl süreyle kısıtlamış ve bu önlem, işçi sendikaları tarafından desteklenmiştir. Kendileri de AB’ye dahil olmalarına karşın, Doğu Avrupalı işçiler, kendi seçtikleri ülkede yaşayıp, çalışma iznine sahip olmayacaklardır. Kimin göçmen işçi olarak kabul edileceği kararını vermek, eski AB üyesi ülkelere kalmaktadır. Bazı sanayi dalları için özel düzenlemeler yapılmıştır.
Sermaye serbest olarak dolaşırken, Doğu Avrupalı işçilere ayrımcılık yapılacaktır. Bu, işçi sendikalarının iddia ettiği gibi, Batı’daki ücretler üzerindeki baskıyı azaltmayacaktır. Aksine, ücretler arasında belli bir farkı korumakla, Batı’daki daha yüksek olan ücretler üzerinde sürekli bir baskı yaratacaktır.
Doğu’ya doğru genişleme ile Batı Avrupa’nın daha fakir olan bölgeleri, özellikle daha fazla etkilenecektir. Yeni üye ülkelere akan AB sübvansiyonlarının önemli bir kısmı, AB’nin Bölgesel Fon’undan sağlanmaktadır. Bu fon, kişi başına geliri AB ortalamasının %75’inin altında kalan bölgeleri desteklemekte kullanılmaktadır. Genişleme sonucu, bu ortalamanın önemli ölçüde düşeceği gerçeğinden hareket edersek, Portekiz, İspanya ve Doğu Almanya’daki birçok bölge, artık destek almaya uygun olmayacaktır.
Buna karşın, AB’nin üç yıllık bir süre içerisinde yeni üye devletler için sübvansiyon olarak harcamayı planladığı 40 milyar euro, sadece okyanusta bir damla gibidir. Almanya Federal Cumhuriyeti, ülkenin doğu kısmı ile 1991’de yeniden birleştiğinden beri, yılda 50 milyar euro’dan fazla sübvansiyon harcamış bulunmaktadır, ama buradaki ekonomik ve sosyal gerilemeyi durduramamıştır.
Sübvansiyonlar konusu, AB’nin genişlemesini tamamen durdurmaya yol açacak kadar sıcak tartışmalara yol açmaktadır. AB Komisyonunun şu an başında bulunan ve görüşmeleri yürütmekte olan Danimarka, yeni ülkelere 42 milyar euro’luk yardım sözü vermiştir, ama AB, Ekim 2002’de bunun sadece 39.3 milyar’ını ödemiş bulunmaktaydı. Nisbi olarak küçük bir fark oluşturan ve geriye kalan 2.7 milyar euro’nun ödenip ödenmeyeceği veya üyelik görüşmelerini çıkmaza sürükleyip sürüklemeyeceği, AB’nin mali yapısına en çok katkıda bulunan Almanya’nın bu duruma rıza gösterip göstermeyeceğine bağlıdır.  

ATLANTİK ÖTESİNDE ARTAN GERGİNLİKLER
AB’nin doğuya doğru genişlemesi, Atlantik ötesinde gerginliklerin artması temelinde olmaktadır. ABD ile AB arasındaki çeşitli ticaret anlaşmazlıkları, çözümlenmemiş olarak durmaktadır. Amerikan hükümetinin Irak’la ilgili savaş planları konusunda Almanya ile ABD arasında var olan birçok uyuşmazlık, iki rakip güç arasındaki ilişkilerde temel bazı zıtlıklara yol açmaktadır. ABD’nin etkin çevreleri, AB’nin ekonomik bir dev olarak genişleyip büyümesini, ABD’nin dünyadaki egemen durumuna bir meydan okuma olarak görmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana, Avrupa’nın sorunlarında arabuluculuk yapan ABD ile olan bu uyuşmazlık, Avrupa’nın kendi içindeki güçler arasındaki ilişkileri de sorgulamaktadır. AB’nin doğuya doğru genişlemesinden en çok yarar sağlamakta olan Almanya’nın artmakta olan ağırlığı, birçok Avrupa hükümetleri tarafından endişeyle karşılanmaktadır.
O nedenle, Fransa ve Almanya arasında var olan sübvansiyonlarla ilgili uyuşmazlık, uzun bir süreden beridir AB’nin genişlemesini engellemişti. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, bu sübvansiyonların devam etmesini isterken, Almanya Başbakanı Gerhard Schröder, kendi bütçesinin yararına bunları kesmek istemiştir. Uyuşmazlık, ancak Schröder’in görüşünden vazgeçmesi ile çözülmüş, ama bu kez de, tarımsal sübvansiyonların azaltılmasını isteyen Britanya hükümeti öfkelenmiştir.
Siyasal gerginlikler, Türkiye’nin gelecekteki olası AB üyeliği ile ilgili olarak daha belirgin bir hal almıştır. Bu konu, çözülmesi hemen hemen olanaksız olan çıkar ve çelişkiler ağı ile daha da karmaşık bir hal almaktadır.
ABD, bir NATO ülkesi olan Türkiye’nin bir an önce AB’ye katılması için AB’ye önemli ölçüde baskılar yapmaktadır. Çünkü ABD’nin Orta Doğu’daki en önemli müttefiki olan Türkiye, AB üyeliği ile güçlenmiş olacaktır. AB içinde Türkiye’nin üyeliğini destekleyen ülkeler, Britanya, İtalya, İspanya ve bir süre önce bunlara katılan Yunanistan’dır.
Öte yandan Almanya ile Fransa, Türkiye’nin AB’ye katılması konusunda güçlü çekincelere sahiptir. Türkiye, bugün 70 milyonluk nüfusu ile, Almanya dışındaki diğer AB üyesi ülkelerden daha çok nüfusa sahip olup, AB’nin organ ve kurumlarında önemli siyasal temsiliyet ve ağırlık kazanacaktır. Ama ekonomik gücü, AB ortalamasının dörtte bir kadarından az olup, hatta Doğu Avrupa ülkelerininkinden daha azdır. Türkiye’nin AB’ye alınmasına karşı olanlar, Türkiye’nin katılması halinde AB’nin felç olacağını ve AB’nin bir siyasal birlikten çok, sadece bir serbest ticaret bölgesi haline dönüşeceğini öne sürmektedirler. Aynı zamanda, tutucu sağ kanattakiler de, konuyu istismar ederek, “Hıristiyan Batı” adına, Müslüman bir ülkenin AB’ye katılmasına karşı protesto seslerinin yükseltmektedirler.
Öte yandan da Fransa ve Almanya hükümetleri, Türkiye’nin AB’ye katılma olasılığını kategorik olarak reddederek, Türkiye üzerindeki etkinliklerini azaltma riskini göze almak istememektedirler. O nedenle Chirac ile Schröder, bu konuda anlaşarak, Kopenhag Doruğunda Türkiye’ye üyelik görüşmelerinin başlaması için bir tarih vermişlerdir. Bu plana göre, üyelik görüşmeleri en erken 2004 yılı ortasında başlayacak ve Türkiye’nin AB’ye katılması en erken 2013 yılında olabilecektir.
Kopenhag’taki AB doruk toplantısında, Türkiye’nin üyeliği görüşülürken, Kıbrıs’ın üyeliğinin, hayli tartışmalı olan BM’nin Annan Planı’nın kabulü ile bağlantılı kılınması için, ABD ile Britanya yoğun çaba göstermiştir. ABD Başkanı Bush,  AB ülkelerinin başkanlarını bizzat telefonla arayarak, üyelik kriterlerini yerine getirmemiş olmasına ve Kıbrıs sorununu çözümünde uzlaşmaz taraf olarak davranmasına karşın, Türkiye’ye erken bir tarih verilmesi için yoğun baskılar yapmıştır. AB liderleri ise, kendi hukukları ve insan hakları konusundaki ısrarlarına ters düşerek, sırf Türkiye’yi memnun etmek için boyun eğmeyeceklerini ortaya koymuşlar ve Türkiye’ye açık bir mesaj vererek, Kıbrıs’ta sorunun çözümünde yardımcı olmasını talep etmişlerdir.   

(“AB Dosyası, Hazırlayan: Hüseyin Erdoğan” imzasıyla, Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek dergisi, Sayı:86, Aralık 2002)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder