12-13 Aralık 2002 tarihlerinde Danimarka’nın
başkenti Kopenhag’da yapılan Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin doruk toplantısı,
10 ülkenin AB’ye katılması için yapılan çağrı ile sonuçlandı. 2002 yılı sonunda
bitmesi planlanan üyelik görüşmeleri ardından, Mayıs 2004’de bu ülkeler resmen
AB üyesi olacaklar.
Kopenhag Doruk toplantısında AB’ye katılması için
resmen çağrı yapılan ülkeler, eski Sovyet Baltık Cumhuriyetleri olan Estonya,
Litvanya ve Letonya ile Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya,
Slovenya, Kıbrıs ve Malta’dır. Bu ülkeler, 1 Mayıs 2004’de AB’nin tam üyesi
olurken, 2006 yılına kadar 40 milyar euro yardım alacaklardır.
AB’nin doğuya
doğru genişlemesi ile şu anda 15 olan üye sayısı, 25’e çıkmış olacak. Geçmişte
sadece Batı Avrupa’yı kapsayan AB, genişleme süreci ile eski Sovyetler
Birliği’nin sınırlarında yer alan bütün Doğu Avrupa ülkeleri ve bunlara ek
olarak stratejik iki Akdeniz adasını, yani Malta ile Kıbrıs’ı da içine almış
olacak. Batı Avrupa ülkeleri arasında AB üyesi olmayan, sadece Norveç ile
İsviçre kalırken, Doğu Avrupa’da da, AB’ye katılmamış ülkeler olarak, (Slovenya
dışındaki) Yugoslavya’nın eski eyaletleri ve Arnavutluk kalacak. Romanya ve
Bulgaristan’ın ise 2007 yılında AB’ye katılmaları planlandı.
AB’nin nüfusu 75 milyondan 451 milyona çıkacak.
9,200 milyar euro ile AB’nin gayrı safi milli hasıla (gsmh)’sı ABD’nin gsmh’na
eşit olacaktır. Kopenhag Doruğunda Türkiye’nin de AB’ye giriş görüşmelerinin ne
zaman başlayacağına ilişkin olarak tarih verildi (Temmuz 2004). Bu durumda
Türkiye, en erken 10 yıl sonra AB üyesi olabilecek.
Doğuya doğru genişleme ile ilgili imzaların atılması, yıllar süren
görüşmelerden sonra gerçekleşecek olmasına karşın, bir kutlama havası yoktu.
Siyasal gerginlikler, mali konularda birçok hırgür ve pazarlıklar vardı. Oysa
AB’nin genişlemesi, Avrupa kıtasında bir uyum sağlamayacaktır. Aksine, siyasal
bunalımları körükleyecek ve Avrupa’daki sosyal çelişkileri daha da
keskinleştirecektir.
EKONOMİK ÇELİŞKİLER
AB’nin doğuya doğru genişlemesinin ana
destekçileri, başta Almanya’dakiler olmak üzere, büyük Avrupa tekellerinin üst
yöneticileridir. Financial Times gazetesine göre, genişleme kararının
imzalanması ile Alman işadamları şampanyalar patlatmışlardır. Ekonomik alanda,
Alman şirketleri Doğu Avrupa’dan ucuz ve iyi eğitilmiş işgücü deposundan
yararlanacaktır. Bu uygulamanın, siyasal düzenlemelerle korunması
beklenmelidir.
Geçen 10 yılda, bu ülkelerle yapılan ticarette ve
doğrudan yatırımlarda bir artış olmuştur. Doğu Avrupa’nın AB üyeliğine aday
ülkeleri, Alman dış ticaretinin yaklaşık %10’unu (ABD dış ticaretine yakın bir
miktarı) tüketmektedir. Doğu’daki yeni ülkelerle yapılan bütün AB ticaretinin
%40 kadarı da, Almanya tarafından gerçekleştirilmektedir. Doğuya doğru genişlemedeki
Alman çıkarları, bir Alman politikacı olan Günter Verheugen’in (Sosyal Demokrat
Parti’den) AB Komiseri olarak atanmış olması gerçeği ile vurgulanmış
olmaktadır.
Alman tekelleri, Doğu Avrupa ülkelerine yoğun
miktarda yatırımda bulunmuştur. Sadece 2001 yılında yapılan doğrudan
yatırımlar, 3.6 milyar euro’yu aşmıştır. Bu rakama, elde edilen kârlardan
yapılan yatırımlar dahil değildir. Onlar da katılırsa, bu miktar çok daha
yükseğe çıkmaktadır.
Alman şirketleri, halen Polonya, Çek Cumhuriyeti
ve Macaristan’da 350,000 kişiyi çalıştırmaktadır. Siemens adıyla bilinen meşhur
Alman elektrik, elektronik ve benzeri ürünler şirketinin, bu ülkelerde 25,000
çalışanı vardır. Çek araba üreticisi Skoda’yı satın almış olan Volkswagen,
aradan geçen süre içinde üretimini üç kat artırmış olup, halen bütün Avrupa
pazarı için yılda yarım milyon araba üretmektedir.
Alman dergisi Der Spiegel son sayılarından
birinde şöyle yazmıştır: “Bu yatırımlar, bizim ülkemizdekine kıyasla daha
yüksek bir kaliteyi garantilemektedir. Bu arada ücretler de kıyaslanamaz
şekilde daha düşüktür. Bunun sonucunda kâr marjları, Batı’dakinden çok daha
fazladır.” Almanya’da becerisi olan bir Siemens işçisinin maliyeti, yeni AB
üyesi ülkelerdeki meslektaşlarından 8-10 defa daha fazladır. Almanya Sanayi ve
Ticaret Odası (IHK) bir başka örnek vermektedir: Polonya’daki makine
mühendisliği ve fabrika yapımı, Almanya’dakinden %20 daha ucuza mal olmakta
olup, kalitesi de hemen hemen eşittir.
IHK’nın üyeleri arasında yaptığı bir araştırmaya
göre, 100’den fazla işçi çalıştıran şirketler, AB’nin doğuya doğru
genişlemesini desteklerken, 50 işçiden daha az kişi çalıştıran küçük işletmeler
ise, bunu riskli olarak görmekte ve Doğu’nun kendileriyle düşük fiyatlarla
rekabet edeceklerinden korkmaktadırlar.
AB GENİŞMELESİNİN SOSYAL SONUÇLARI
AB’nin yürütme organı olan AB Komisyonu, büyük
sanayi ve finans tekellerinin çıkarlarını sadık bir şekilde yönetmektedir.
Komisyon, sayısız kriter, koşul ve kural koyarak, eski Doğu Bloğu ülkelerindeki
“uygun rekabetçi hava”nın yaratılmasını sağlamaktadır. Basitçe söylersek, bu,
sosyal harcamalarda geniş kısıtlamalar, büyük şirketlerin özelleştirilmesi ve
sanayi ile tarımın kârsız olarak kabul edilen büyük kesimlerinin yok edilmesi
anlamına gelmektedir.
Bunların sonuçları, nüfusun büyük çoğunluğu için
felaket getirici olmaktadır. Bazı kentlerde yabancı yatırımlar ve AB
sübvansiyonları, az sayıdaki üst sosyal katmanlara, küçük ve gelişen merkezde
nisbi olarak iyi gelirler sağlarken, diğer bütün bölgeler yoksulluk ve
ümitsizliğe gömülmektedir. Bu durum, özellikle 39 milyon nüfusu olan ve diğer 9
AB adayı ülkeden fazla kişiyi barındıran Polonya’da görülmektedir.
AB üyeliğinin gerçekleştiği koşullar altında, 2
milyon Polonyalı çiftçiden sadece 100,000’inin ayakta kalması beklenmektedir.
Polonyalı çiftçilere, Batı’daki meslektaşlarına verilen sübvansiyonların sadece
%40’ı verilecek olup, bu para da, daha çok zengin çiftçilere veya Polonya
toprağını gelişmiş sanayi yöntemleriyle işlemeye hazır olan ve sınırda
beklemekte olan tarım şirketlerine gidecektir. Dahası, sınırlar açıldıktan
sonra Batı’dan gelecek ucuz gıda maddeleri ülkeyi dolduracaktır.
Polonya tarımının aşırı derecede geri durumu göz
önünde tutulacak olursa, küçük tarım işletmelerinin kısa zamanda yok olması
beklenmektedir. Polonya’da tarım kesimi, yurt içi safi hasılanın sadece
%3.4’ünü üretmektedir, ama çalışan bütün nüfusun da beşte birini kapsamaktadır.
Bunların çoğu, yaşamlarını sürdürmek için gerekli temeli yitirecektir. Resmi
işsizlik oranı %18.4 olduğu için de, başka bir iş bulma şansı çok az olacaktır.
Ağır sanayide de, fazla miktarda iş yeri, yok
olma tehditi altındadır. Hâlâ daha yüz binlerce kişiyi istihdam eden
Polonya’nın çelik sanayiinin, ümitsiz vaka olarak çağdışı kaldığı ve AB ile
rekabete dayanamayacağı düşünülmektedir. Aynı durum, madencilik ve enerji
üretimi için de söz konusudur. AB Komisyonu, Polonya hükümetini, halihazırda bu
sanayileri kapatmada tereddüt ettiği ve ekonominin bu yüzden inişe geçmesine
yol açtığı şeklinde suçlamaktadır. Polonya hükümeti AB Komisyonu’nun
baskılarına boyun eğerse, ülkede bir sosyal patlamayı göze almış olacaktır.
Silezya’daki maden bölgesindeki işçiler, maden ocaklarının devlet tarafından
kapanması planlarına karşı aylardır gösteri yapmaktadırlar.
Benzeri durumlar, AB’ye üye olacak diğer aday
ülkelerde de yaşanmaktadır. İşsizlik yüksek miktardadır ve iş verimliliği düşük
olup, yaşam düzeyleri de geridir. Bütün yeni AB adayı ülkelerin toplam
gsmh’ları, kabaca sadece Hollanda’nınkine eşittir. Planlanan genişleme ile
AB’nin nüfusu %28 oranında artacakken, ekonomik gücü, toplam gsmh olarak sadece
%5 artacaktır.
AB’nin doğuya doğru genişlemesini destekleyenler,
sık sık güney Avrupa ile İrlanda deneyimine işaret etmektedirler. Eski AB üyesi
devletlerin nisbi refahı ile yeni gelecek üyelerin fakirliği arasındaki fark,
diğerlerinin üyeliğinin gerçekleşmesi ile azalmış olacaktır. Doğuya doğru
genişleme, tamamen farklı koşullarda gerçekleşecektir. Büyümenin durması ve
yüksek işsizlik, bütün öteki eski üye ülkelerde, özellikle Almanya’da sürerken,
gelişmelerin farklı bir yönde gittiğini göstermektedir: Müreffeh AB ülkelerinin
yaşam düzeyleri, yeni ve daha fakir ülkelerinkine uyum sağlayacaktır.
İş yaşamı, artan oranda üretimi Doğu Avrupa’ya
aktararak, Batı Avrupa’daki ücretler ile iş koşullarını düşürecektir. Almanya
Sanayi ve Ticaret Odası’na göre, “Basit, emek-yoğun üretim üzerindeki rekabetçi
baskılar artmaktadır. Bu şu anlama gelmektedir. Düşük ücretli kesimdeki
şirketler, aşırı derecede yüksek ücretlerin yol açtığı rekabetçi dezavantajları
önlemek için, emek pazarının yeniden kurallara bağlanmasını talep etmektedir.
Buna ek olarak, Doğu’daki sefaletten kaçmaya
çabalayan ve Batı’daki düşük ücretli işleri kabul eden göçmenlerin sayısı artmaktadır. İşsizliğin,
sınıra yakın bölgelerde ve inşaat gibi sanayi kesimlerinde muazzam oranda
artması beklenmektedir.
Bu gelişmelere işaret eden AB, yeni üye olacak
ülkelerdeki AB yurttaşları için serbest dolaşımı, 7 yıl süreyle kısıtlamış ve
bu önlem, işçi sendikaları tarafından desteklenmiştir. Kendileri de AB’ye dahil
olmalarına karşın, Doğu Avrupalı işçiler, kendi seçtikleri ülkede yaşayıp,
çalışma iznine sahip olmayacaklardır. Kimin göçmen işçi olarak kabul edileceği
kararını vermek, eski AB üyesi ülkelere kalmaktadır. Bazı sanayi dalları için
özel düzenlemeler yapılmıştır.
Sermaye serbest olarak dolaşırken, Doğu Avrupalı
işçilere ayrımcılık yapılacaktır. Bu, işçi sendikalarının iddia ettiği gibi,
Batı’daki ücretler üzerindeki baskıyı azaltmayacaktır. Aksine, ücretler
arasında belli bir farkı korumakla, Batı’daki daha yüksek olan ücretler
üzerinde sürekli bir baskı yaratacaktır.
Doğu’ya doğru genişleme ile Batı Avrupa’nın daha
fakir olan bölgeleri, özellikle daha fazla etkilenecektir. Yeni üye ülkelere
akan AB sübvansiyonlarının önemli bir kısmı, AB’nin Bölgesel Fon’undan
sağlanmaktadır. Bu fon, kişi başına geliri AB ortalamasının %75’inin altında
kalan bölgeleri desteklemekte kullanılmaktadır. Genişleme sonucu, bu
ortalamanın önemli ölçüde düşeceği gerçeğinden hareket edersek, Portekiz,
İspanya ve Doğu Almanya’daki birçok bölge, artık destek almaya uygun
olmayacaktır.
Buna karşın, AB’nin üç yıllık bir süre içerisinde
yeni üye devletler için sübvansiyon olarak harcamayı planladığı 40 milyar euro,
sadece okyanusta bir damla gibidir. Almanya Federal Cumhuriyeti, ülkenin doğu
kısmı ile 1991’de yeniden birleştiğinden beri, yılda 50 milyar euro’dan fazla
sübvansiyon harcamış bulunmaktadır, ama buradaki ekonomik ve sosyal gerilemeyi
durduramamıştır.
Sübvansiyonlar konusu, AB’nin genişlemesini
tamamen durdurmaya yol açacak kadar sıcak tartışmalara yol açmaktadır. AB
Komisyonunun şu an başında bulunan ve görüşmeleri yürütmekte olan Danimarka,
yeni ülkelere 42 milyar euro’luk yardım sözü vermiştir, ama AB, Ekim 2002’de
bunun sadece 39.3 milyar’ını ödemiş bulunmaktaydı. Nisbi olarak küçük bir fark
oluşturan ve geriye kalan 2.7 milyar euro’nun ödenip ödenmeyeceği veya üyelik
görüşmelerini çıkmaza sürükleyip sürüklemeyeceği, AB’nin mali yapısına en çok
katkıda bulunan Almanya’nın bu duruma rıza gösterip göstermeyeceğine
bağlıdır.
ATLANTİK ÖTESİNDE ARTAN GERGİNLİKLER
AB’nin doğuya doğru genişlemesi, Atlantik
ötesinde gerginliklerin artması temelinde olmaktadır. ABD ile AB arasındaki
çeşitli ticaret anlaşmazlıkları, çözümlenmemiş olarak durmaktadır. Amerikan
hükümetinin Irak’la ilgili savaş planları konusunda Almanya ile ABD arasında
var olan birçok uyuşmazlık, iki rakip güç arasındaki ilişkilerde temel bazı
zıtlıklara yol açmaktadır. ABD’nin etkin çevreleri, AB’nin ekonomik bir dev
olarak genişleyip büyümesini, ABD’nin dünyadaki egemen durumuna bir meydan
okuma olarak görmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana,
Avrupa’nın sorunlarında arabuluculuk yapan ABD ile olan bu uyuşmazlık,
Avrupa’nın kendi içindeki güçler arasındaki ilişkileri de sorgulamaktadır.
AB’nin doğuya doğru genişlemesinden en çok yarar sağlamakta olan Almanya’nın
artmakta olan ağırlığı, birçok Avrupa hükümetleri tarafından endişeyle
karşılanmaktadır.
O nedenle, Fransa ve Almanya arasında var olan
sübvansiyonlarla ilgili uyuşmazlık, uzun bir süreden beridir AB’nin
genişlemesini engellemişti. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, bu
sübvansiyonların devam etmesini isterken, Almanya Başbakanı Gerhard Schröder,
kendi bütçesinin yararına bunları kesmek istemiştir. Uyuşmazlık, ancak
Schröder’in görüşünden vazgeçmesi ile çözülmüş, ama bu kez de, tarımsal
sübvansiyonların azaltılmasını isteyen Britanya hükümeti öfkelenmiştir.
Siyasal gerginlikler, Türkiye’nin gelecekteki
olası AB üyeliği ile ilgili olarak daha belirgin bir hal almıştır. Bu konu,
çözülmesi hemen hemen olanaksız olan çıkar ve çelişkiler ağı ile daha da
karmaşık bir hal almaktadır.
ABD, bir NATO ülkesi olan Türkiye’nin bir an önce
AB’ye katılması için AB’ye önemli ölçüde baskılar yapmaktadır. Çünkü ABD’nin
Orta Doğu’daki en önemli müttefiki olan Türkiye, AB üyeliği ile güçlenmiş
olacaktır. AB içinde Türkiye’nin üyeliğini destekleyen ülkeler, Britanya,
İtalya, İspanya ve bir süre önce bunlara katılan Yunanistan’dır.
Öte yandan
Almanya ile Fransa, Türkiye’nin AB’ye katılması konusunda güçlü çekincelere
sahiptir. Türkiye, bugün 70 milyonluk nüfusu ile, Almanya dışındaki diğer AB
üyesi ülkelerden daha çok nüfusa sahip olup, AB’nin organ ve kurumlarında
önemli siyasal temsiliyet ve ağırlık kazanacaktır. Ama ekonomik gücü, AB
ortalamasının dörtte bir kadarından az olup, hatta Doğu Avrupa
ülkelerininkinden daha azdır. Türkiye’nin AB’ye alınmasına karşı olanlar,
Türkiye’nin katılması halinde AB’nin felç olacağını ve AB’nin bir siyasal
birlikten çok, sadece bir serbest ticaret bölgesi haline dönüşeceğini öne
sürmektedirler. Aynı zamanda, tutucu sağ kanattakiler de, konuyu istismar
ederek, “Hıristiyan Batı” adına, Müslüman bir ülkenin AB’ye katılmasına karşı
protesto seslerinin yükseltmektedirler.
Öte yandan da
Fransa ve Almanya hükümetleri, Türkiye’nin AB’ye katılma olasılığını kategorik
olarak reddederek, Türkiye üzerindeki etkinliklerini azaltma riskini göze almak
istememektedirler. O nedenle Chirac ile Schröder, bu konuda anlaşarak, Kopenhag
Doruğunda Türkiye’ye üyelik görüşmelerinin başlaması için bir tarih
vermişlerdir. Bu plana göre, üyelik görüşmeleri en erken 2004 yılı ortasında
başlayacak ve Türkiye’nin AB’ye katılması en erken 2013 yılında olabilecektir.
Kopenhag’taki AB doruk toplantısında,
Türkiye’nin üyeliği görüşülürken, Kıbrıs’ın üyeliğinin, hayli tartışmalı olan
BM’nin Annan Planı’nın kabulü ile bağlantılı kılınması için, ABD ile Britanya
yoğun çaba göstermiştir. ABD Başkanı Bush,
AB ülkelerinin başkanlarını bizzat telefonla arayarak, üyelik
kriterlerini yerine getirmemiş olmasına ve Kıbrıs sorununu çözümünde uzlaşmaz
taraf olarak davranmasına karşın, Türkiye’ye erken bir tarih verilmesi için
yoğun baskılar yapmıştır. AB liderleri ise, kendi hukukları ve insan hakları
konusundaki ısrarlarına ters düşerek, sırf Türkiye’yi memnun etmek için boyun
eğmeyeceklerini ortaya koymuşlar ve Türkiye’ye açık bir mesaj vererek,
Kıbrıs’ta sorunun çözümünde yardımcı olmasını talep etmişlerdir.
(“AB Dosyası, Hazırlayan: Hüseyin Erdoğan”
imzasıyla, Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek dergisi, Sayı:86, Aralık 2002)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder