“Ruma karşı yıllarca tek başımıza direndik.
Türkiye’yi bu işe angaje edinceye kadar ne çektiğimizi biz biliriz.” (Rauf Denktaş, Yeni Düzen, 4 Ağustos 1991)
***
“Kıbrıs işinin de bir şekilde artık
çözümlenmesi gerekmektedir. Çünkü tam on yedi yıldır, ne on yedisi, tam
otuzaltı yıldır kabak tadı vermiştir Kıbrıs konusu. Kıbrıs uğruna çektiğimiz ve
çekeceğimiz acılar da artık yormuş, bezdirmiştir bizleri. Konuyu
“toplumlararası görüşmelerde” sürüncemede bıraktığımız sürece daha kırkaltı yıl
da böyle sürüp gidecektir...Kıbrıs meselesi bir şekilde çözülmeden Türkiye
hiçbir yere, hiçbir düzeye yönelemez. Bir şekilde çözmek, ille de satmak
anlamına gelmez.” (Engin Ardıç, Sabah, 8 Temmuz 1991)
***
“KKTC’deki “tek adam iktidarı” ile bu
iktidardan avanta alanların çıkarları sürebilsin diye Kıbrıs sorununu çözümsüz
bırakmak ve Türk halkını siyasi bir çıkmazın içine itmek de “vatanseverlik”
sayılamaz.” (Mehmet Altan, Sabah, 10 Temmuz 1991)
***
“Rauf Denktaş, olağanüstü diplomatik
mahareti sayesinde, hem çeşitli müzakereleri sürüncemede bırakmış, hem de
Türkiye kamuoyunun Kıbrıs konusundaki hassasiyetini çok usta biçimde
kullanmıştır...Ankara KKTC’de Türkiye ile kıyaslanamayacak bir refah devleti
kurmuştur. Halbuki kuzey, oligarşinin elinde arpalığa dönüşmüştür. Bunlar
fütuhat edebiyatının saklayamadığı gerçekleri oluşturmuştur.” (Hadi Uluengin,
Hürriyet, 5 Ağustos 1992)
SORUNUN GEÇMİŞİ
Emekli
Korgeneral Faruk Güventürk, 31 Ekim 1969 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan
“Kıbrıs Meselesinde Yunan Politikası” başlıklı makalesinde, şöyle demekteydi:
“Biz işin
başından itibaren, yani 1878’de geçici kaydıyla İngiltere’ye verdiğimiz
Kıbrıs’ın kaderi ile 5 Kasım 1914’de İngilizler adayı tek taraflı olarak ilhak
ettikleri günden bu yana hiç meşgul olmamışız. İngilizler adadaki Türkleri
tedricen yok etmek için her çareye başvurmuşlar ve Elalemeyin muharebesinde
Kıbrıslı gençleri en ileri hatlarda kullanmaktan çekinmemişlerdir. Yunanlılar
ise Kıbrıs’ın İngiltere’ye terk edildiğinden beri Kıbrıs’ı almak için akla
hayale gelebilen her çeşit faaliyette bulunmuş ve Yunan zenginleri bu konuda
hiç bir fedakarlıktan çekinmemiştir. Londra’daki bir Yunan zengininin yalnız
Kıbrıs broşürünü bastırmak için 30,000 sterlin verdiğini kaydetmekle
yetineceğiz. Buna mukabil Türk hariciyesi maalesef daima atıl durmuş, hatta
1954’te Prof.Fuat Köprülü “Türkiye’nin bir Kıbrıs davası yoktur” diye bir
beyanat vermek gafletine düşmüş, senelerce Hariciye Vekilliği yapmış Selim
Sarper de Kıbrıs için yapılan bir açık oturumda “Türkiye’nin 1947’ye kadar bir
Kıbrıs meselesi yoktu” diyebilmiştir.”
Şevket Süreyya
Aydemir ise, aynı gazetede şöyle yazmaktaydı:
“Kıbrıs
işinin bizde, kamu efkarını işgal eden bir mesele haline gelişi, Selanik’te
Atatürk’ün doğduğu evin bahçesinde bir bombanın patlayışı vesile edilerek, 6/7
Eylül 1955’te İstanbul, İzmir ve Ankara’da meydan alan hadiselerle başlar. Bu
hadiseler karşısında hükümet, 6 Eylül 1955 tarihli ve Başvekaletin bir tebliği
ile, Anayasa’nın 86. maddesine dayanarak, İstanbul, İzmir ve Ankara’da örfi
idare ilanına gitmişti. Ondan önce de gerçi Kıbrıs üstünde, Basın sahasında ve
daha ziyade Hürriyet gazetesinin yürüttüğü bir propaganda kampanyası devam
ediyordu. Fakat Kıbrıs işinin bir hükümet meselesi haline gelişi, denebilir ki,
bu 6/7 Eylül hadiseleri ile başlamıştır. Daha sonraki gelişmeler ise
malûmdur...” (Rakamlarla Kıbrıs, Cumhuriyet, 4 Aralık 1967)
Kıbrıs Türk
liderliği de benzeri bir kışkırtma olayını Lefkoşa’da tertiplemiş ve Rauf
Denktaş’ın yıllar sonra bir İngiliz TV kanalına açıkladığı gibi “adını
açıklayamayacağı yakın bir arkadaşı”, TC Konsolosluğuna bağlı Türk Haberler
Merkezi’ni 6/7 Haziran 1958 akşamı bombalamıştı. Olay derhal Rumlara
yüklenilmiş ve Rum kesimine yapılan Türk saldırılar sonucu gelişen
toplumlararası çatışmalarda 13 kişi yaşamını kaybetmiş ve başkent Lefkoşa’nın
Türk ve Rum kesimleri ilk kez tellerle ikiye bölünmüştü. (Ayrıntılar için bkz.
A.An, Kıbrıs’ta Fırtınalı Yıllar, 1942-1962, Lefkoşa 1996, s.83-89)
Adaya geçici
bir süre özerklik verilmesini öngören Foot Planı’na tepki gösteren ayrılıkçı
Kıbrıs Türk liderliği, aynı yılın 27-28 Ocak günlerinde de “Ya Taksim, Ya Ölüm”
gösterileri düzenlemiş ve İngiliz askerlerinin müdahalesi sonucu, 7 Kıbrıslı
Türk yaşamını yitirmişti. Rauf Denktaş, o günlerde bir şehidin ablasına şu
değerlendirmeyi yapmıştı: “Bu ölüler bize lazımdır. Dünyaya sesimizi bu
ölülerle duyuracağız!” (agy, s.77-78) 1
Mayıs 1958’i son kez birlikte kutlayan Türk ve Rum işçilerinin bu
dayanışmasından tedirgin olan Kıbrıs Türk yeraltı örgütü TMT, o aylarda
başlattığı öldürme, tedhiş ve tehditler sonucu, Türk işçilerinin ortak
sendikalardan istifasını sağlamış ve ilerici-demokrat Kıbrıs Türklerini siyaset
yapmaktan safdışı bırakmıştı. (A.An, 1963 Olaylarının 35. Yıldönümünde:
Kıbrıs’taki Ayrılıkçı Politikalara Bir Bakış: Türk Mukavemet Teşkilatı’nın
Kıbrıs Sorunundaki Yeri, Tarih ve Toplum, Aralık 1998, Sayı:180) Zamanın
Kıbrıs’taki TC Büyükelçisi Emin Dirvana, Kıbrıs Türk liderliğinin, 7
Haziran’ı “Milli Mücadele Günü” olarak
kutlanmasına neden karşı çıktığını, 15 Mayıs 1964 tarihli Milliyet gazetesinde
çıkan “Denktaş Hakikati Tahrif Ediyor” başlıklı makalesinde çok veciz bir
şekilde anlatmıştı.
ANLAŞMA İÇİN İKİ ŞART: TÜRK
ASKERİNİN KIBRIS’A GELİŞİ VE EKONOMİK YARDIM
Rauf Denktaş,
27 Ağustos 1960 tarihli Nacak gazetesinde çıkan “Kıbrıs’a Türk askerinin gelişi
nasıl sağlandı? Kıbrıs Anlaşmasının bu safhası nasıl kapandı?” başlıklı
makalesinde, yukarıda anılan kışkırtma olayları için şu itirafta bulunmaktadır:
“...Türkün
sesini, Kıbrıs’ta Türk davasının varlığını ve davasını Ocak, Haziran-Temmuz
aylarındaki şehitlerimizin kanı pahasına ancak da duyurabilmiştik. Fakat bu üç
aylık mücadelenin bıraktığı intiba derindi. Yıkılmıyacak bir Türklüğün
mevcudiyetine ve Kıbrıs’ta Türkiye’nin hak talebinde haklı olduğuna hürmet
edilmesi gerektiği aşikar olmuştu. İşte bu sayededir ki, Birleşmiş Milletlerde
Yunan tezi bertaraf edilmiş, Türkiye, Yunanistan, İngiltere arasında uzlaşma
yoluna gidilmesi bir kere daha tavsiye olunmuştu...(1958 sonu, BM sonrası
Londra’da iken Paris’e gitmeleri için telgraf gelir.A.An) Nato binasında Fatin
Rüştü Zorlu ile konuştuk. Nevyork’taki asabi durumu geçmiş, yüzü gülüyordu.
Bize,Yunanlılarla bir anlaşma imkanı olduğunu söyledi. “Kıbrıs’ta bir Türk-Rum
Federasyonu şeklinde bir hükümete ne dersiniz? Bütün cemaat işleriniz ayrı
meclislerde idare edilecek, umumi devlet işlerimizde de ortaklaşa bir idare
kurulacak...Fiili garanti isteriz dedik. Fiili garantiden maksadımızı sordu.
“Türk askerinin Kıbrıs’a gelmesi” dedik...Kurulacak hükümetin adı Kıbrıs
Türk-Rum Federasyonu idi. Bizi tekrar Hariciyeye çağırdıklarında karşılaştığımız sual şu oldu: “Kıbrıs’a Türk askerinin
gelmesini sağlarsam, siz bu verdiğiniz tekliflerden hangisinden vaz geçersiniz?
Federasyon isminden vazgeçermisiniz? Yunanlılar bu Federasyon ismine takıldılar” dedi.
“Vazgeçeriz” dedik. “Size bütün Türk ordusunu göndereceğim zannetmeyiniz.
Yunanlılar sadece temsili, gayet küçük bir birlik göndermemize belki razı
olurlar” dedi. O zaman aklımda birkaç yüz asker vardı. “Türk ordusunun parçası
olduktan sonra bir kuvvet olabilecek temsili bir birliğe razıyız” dedik. Ve bu
defa biraz daha ümitli olarak Hariciyeden ayrıldık. Biz Kıbrıs’a, Zorlu Zürih’e
gitti... İkinci şartımız Cemaat meclisinin bütçe açığının devamlı surette
kapatılması ve senede bir buçuk milyon ile iki milyon sterlin kadar bir inkişaf
yardımı yapılması idi. Hükümet bunu da kabul ediyordu.”
1960’DA KURULAN YENİ DEVLET
Zürih ve
Londra Anlaşmaları gereği, 16 Ağustos 1960 günü adadaki İngiliz sömürge
yönetimi sona ermiş ve Kıbrıs Cumhuriyeti devleti ilan edilmişti. Sonrasını Le
Monde gazetesinden okuyalım:
“Kıbrıslı
Rumlar adadaki Türk azınlığına imtiyazlı bir durum sağlıyan bu anlaşmanın
kendilerine zarar verdiği kanaatindeydiler. Zira ada halkının %81’ini teşkil
eden Rumlar sadece Enosis’ten vazgeçmekle kalmamışlar, aynı zamanda halkın
%18’ini teşkil eden Türk kardeşlerine dış siyaset, milli savunma ve mali işleri
içine alan hayati meselerde veto hakkı tanımaya mecbur olmuşlardı. Ayrıca
anayasa Türkler için idare mekanizmasında %30’a, orduda ise %40’a varan kotalar
derpiş etmişlerdi ki bu nisbetler halkın iki unsurunun gerçek nisbetlerini ve
Türk cemaatindeki kadro yokluğunu nazara alan Rum cemaatine aşırı
görünüyordu... Makarios, bu ayın başında, hem azınlığın haklarını teminat
altına almaya, hem de müesseselerin işleyişini ıslaha matuf teferruatlı bir
tasarı ile doğrudan doğruya Kıbrıs’taki Türk cemaatinin idarecilerine başvurdu.
Türk cemaati cevap vermeyi fuzuli bularak, talepleri reddetme işini Ankara
hükümetine bıraktı.” (Le Monde, 24 Aralık 1963’den aktaran Forum, 15 Ocak 1964,
Sayı:236)
“ANAYASA TATBİKATTA İŞLEMİYOR”
Emekli
diplomat Cemal Hüsnü Taray, bu dönemin değerlendirmesini şöyle yapmaktaydı:
“Zürih ve
Londra anlaşmalarını, Türk hükümetinin harbe kadar gidecekleri kanaatine
vardıkları için Yunanlıların imza etmiş olduklarını bana, 1961 senesi
başlarında memlekete dönerken uğradığım Atina’da eski Hariciye Nazırları
“Averof” bizzat anlatmıştır... İki başlı bir devlet yaratılmıştı...
Memleketimizi tek başına ziyaret eden Makarios’u biz Ankara’da Devlet başkanı
olarak kabul ettik. Makarios, Kıbrıs anayasasının tatbikatta işlemediğini bize
sarahatle anlattı. Görüşmeyi bile kabul etmedik. Makarios kaba kuvvetle
emrivaki yaptı. Kıbrıs anayasasını kaldırdı... Anlaşmayı teminat altına alan üç
devletten İngiltere, Londra konferansında, Kıbrıs’ta meşru bir hükümet
bulunmamasına rağmen; meselenin BM’e havalesini teklif etti. Bu teklifi kabul
etmekle 3’lü teminatı ve kefaletlerin mesuliyetini eritmiş olduk. BM’de
Makarios’un mümessili ile münakaşalara girdik. Makarios’un devler reisliğini bu
suretle tanımış oluyorduk. Zaten daha evvelce de Kıbrıs’ta Türklere karşı
yapılmış vahşi hücumlar münasebetiyle şikayetlerimizi bir nota ile devlet reisi
olmaktan çıkmış bu zata göndermiştik.” (Cumhuriyet, 29 Mart 1970)
“PARA YARDIMI GELMEZSE
YAŞAYAMAYIZ”
1960 Haziran
ayının ilk günlerinde Ankara’yı ziyaret eden Dr.Fazıl Küçük ile Rauf R.Denktaş,
TC Dışişleri Bakanlığına sundukları bir raporda, diğer şeyler yanında şunları
vurgulamaktaydılar:
“Bugünkü
günde Rumların bizi hiçe sayması, bizi iktisaden çürütüp eritebileceklerine
inanmalarındandır. Nüfus nisbetimiz dörtlü birli olmasına rağmen, iktisaden
yirmide bir durumunda bulunuyoruz. Herşey için Rumlara el açmak zarureti ile
karşı karşıyayız... İktisaden yardım görmezsek gülünç ve acınacak duruma
düşeceğiz. Zürih’te aldığımız siyasi hakları karın tokluğuna satmak zorunda
kalacağız...Bunun için Kıbrıs Türklerine acilen maddi yardım yapılması hem
Kıbrıs’ta Türklüğün idamesi, hem de anlaşmaların acilen tatbiki bakımından acı
bir zarurettir. Anlaşmalar tatbik edilmeğe başlar başlamaz Kıbrıs Maarif
bütçesinde ve diğer cemaat işlerimizde görülecek bütçe açığının Türkiye
Hükümeti tarafından karşılanması da ayrı bir zarurettir. Esasen, Zürih
anlaşması altında ayrı bir cemaat olarak yaşayabilmemizin ancak bu maddi
yardımların yapılması ile mümkün olacağını bidayetten hükümetimize
bildirmiştik. Bu şekilde bir yardımın yapılmayacağını bilmiş olsaydık maddi
yardım olmadan Kıbrıs Türklerini ancak Kıbrıstan yok edecek bir formül olan
Zürih anlaşmasına asla boyun eğmez, 1958’in kanlı mücadelesini birkaç ay daha
devam ettirir ve Taksimi tahakkuk ettirmeğe çalışırdık. Para yardımı yapılmazsa
netice Kıbrıs Türklüğünün adadan sökülmesi olacaktır. Bu hususu bütün
samimiyetimizle tekrarlamamıza müsaade buyurulmasını rica ederiz. Parasız,
işsiz, kredisiz bir Türk cemaatı az bir zamanda ya Rumlarla tamamen kaynaşarak
kaybolacak veyahut da adadan hicret edecektir. Türk askerinin adada mevcudiyeti
aç bir cemaatı (ne kadar da vatanperver olsa) adaya bağlayamayacaktır.”
(aktaran A.Akkurt, “Yorgacis’in Casusları”, İstanbul 1998, s.73-74)
TÜRK LİDERLİĞİ BİR GÖÇ PLANI
HAZIRLAMIŞTI
Türkiye Milli
İstihbarat Teşkilatı’na olan yakınlığı bilinen ve zamanın Kıbrıs Türk Cemaat
Meclisi’ne Rauf Denktaş tarafından Sosyal İşler Dairesi Müdürü olarak atanan
Türkiyeli gazeteci Ömer Sami Coşar, 22 Mart 1964 tarihinden itibaren Milliyet
gazetesinde yayımlamaya başladığı “İfşa Ediyorum” başlıklı yazı dizisinin
ilkinde şunları açıklamıştı:
“1957’de
Türklerin göç edebilecekleri yerlerin tesbiti için çalışmalar yapılmış, bu göç
planı Türkiye Devletine verilmiş. O günlerin idarecileri, Makarios tarafından
ilk defa ortaya atılan Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti fikrini reddetmişler, Büyük
Millet Meclisi ittifakla “Taksim tek çözüm yoludur-kararımız budur” diye
duyurmuştu. Menderes, İnönü ile muhalefetin “Taksim yolunu tıkadı, Enosis’e
açık” diye reddettiği Londra anlaşmasından sonra, Makarios’un maksadını sezen,
Türk cemaatinin temsilcilerine, sert bir cevap verdi: “Siz, Türk alayının adaya
gitmesine mi mani olmaya kalkışıyorsunuz? Türkiye’nin Kıbrıs siyaseti 650
kişilik bir alayın sırtına yükleniyordu. Sonra 1964 olayları oluyor, ama
Dışişleri Bakanlığının tozlu dosyalarında 6 yıldır duran göç planı
uygulanamadı. Bütün dava, 5-6 bin ailenin emniyetli yerlere kaydırılması, boş
Evkaf arazisinden de faydalanarak yerleştirilmesi idi. Neden bir türlü
yapmadılar? Davaya samimiyetle inanmadılar da ondan.” (Ayrıca adanın taksimine
ilişkin öneriler için bkz.Dr.Alexander Melamid, Kıbrıs’taki Toplumların Coğrafi
Dağılımı, Geographical Review, Vol.46, No.3, Mew York 1956 ve Uygulamalı
Siyasal Coğrafya’da Bir Sınıf Egzersizi: Kıbrıs’ı Taksim Etmek, Journal of
Geography, March 1960, Vol.59, Chicago)
Aslında
“derin devlet” ile görünürdeki iktidarın Kıbrıs politikalarında farklılıklar
vardı, ama bu olabildiğince gizlenmeye çalışılıyordu. Örneğin Türkiye Başbakanı
İsmet İnönü, 1964 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir
konuşmada “Muahede hükmü dahilinde bulunmak için resmi ağızdan taksim sözü ile
değil, federasyon şekli ile münakaşaya başladık” derken (Dışişleri Belleteni,
Ekim 1964, Sayı:2, s.63); 4 Ocak 1964 günü güvenoyu alan TC hükümetinin
Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Kemal Satır ise şöyle konuşmaktaydı:
“Kıbrıs biri Türkiye ile birleşecek olan iki parçaya bölünecektir.” (aktaran
Special Newsbulletin, 5 January 1964)
AMAÇ AYRILIP TAKSİM’İ GERÇEKLEŞTİRMEKTİ
1963-64
olaylarını yakından yaşayan İngiliz Tümgenerali Mike Carver (sonradan Mareşal
Lord Carver) şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
(Kıbrıslı
Türk liderler 1964’de) kendi nüfuslarını kuzeyde yoğunlaştırmak ve Kıbrıslı
Türklerin çoğunluğunun ne isteyip, ne istemediğine bakılmaksızın taksim’i
gerçekleştirmek istediler... Kıbrıslı Türklerin kendi gerçek duygularının ne
olduğunu belirlemek güçtü. Politika açıkça Ankara’dan dikte ettiriliyordu ve
bundan herhangi bir sapma, Türk savaşçılarının örgütü TMT tarafından uygun
görüldüğü bir şekilde cezalandırmaya tabi tutulurdu.” (Cyprus in Transition,
s.30-31)
TÜRKLERİN UYGULADIKLARI BİR PLAN
VARDI
Glafkos
Kliridis’in 1989 yılında Lefkoşa’da İngilizce olarak yayımladığı “Kıbrıs:
İfadem” adlı anılar kitabının ilk cildinde ise şu bilgiler var:
“Mareşal Lord
Carver, her iki tarafın da silahlı gruplarının eyleme geçmeye hazır olduklarını
ve Türklerin ilk harekete geçme kararı aldıklarını vurguladıktan sonra, Türk
planı ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Türklerin uyguladıkları bir
plan vardı. Buna göre bütün hükümet dairelerini terkettiler, kendilerine ait
paralel bir yönetim kurmaya çalıştılar ve kurdular. Aynı zamanda bazı karma ve
uzakta kalmış köyleri terkederek, nüfuslarını daha az saldırıya maruz
kalabilecekleri bölgelere topladılar.” (s.226. Ayrıca bkz. R.R.Denktaş’ın
yayımlamadığı “Hatıralar”ından:Taksimci Kıbrıs Türk Liderliğinin “Geçici
Merhale Planı”ve 14 Eylül 1963 tarihli Türk Planı, Tarih ve Toplum, Aralık
1998, Sayı:180))
O günleri bir de İngiliz yazar
H.D.Purcell’den dinleyelim:
“Dr.Küçük, 10
Ocak 1964’de ‘Le Monde’ muhabiri ile yaptığı söyleşide, Türkler açısından artık
Makarios hükümeti diye birşey bulunmadığını söyleyecekti. Ama Başkan
yardımcılığı’ndan istifa ettiğini söylememiş olduğundan, Makarios, onun
tavrındaki anormalliğe dikkat çekebilirdi. Var olmayan bir hükümetin Başkan
Yardımcısı olması nasıl mümkün olurdu? Dr.Küçük aynı söyleşide, Birleşmiş
Milletler’e güveni bulunmadığını söyleyecek kadar akılsızca davrandı ve böylece
Makarios’un bu örgütteki desteğini daha da güçlendirdi.
5 Ocak’a
gelindiğinde, Dr.Küçük, (anayasaya aykırı olan) taksim’i desteklediğini ve
Kıbrıslı Türk memurların Makarios hükümetindeki işlerine dönmeyeceklerini
açıkladı. Bu son karar da belki bir hataydı. Çünkü Türk kamu görevlilerinin o
hükümet tarafından ödenmesi gerektiği iddiaları gibi önyargılıydı. Ama her
halükarda Rumlar onlara işlerine başlamaları için izin vermedi.
10 Ocak’ta
Küçük, 35. enlemin toplumlar arasında ideal bölücü hat olarak kabul edilmesini
önerdi. Bu da, nüfusun beşte birden azı olan Türklerin, Lefkoşa da içinde,
adanın yarısını ele geçirmeleri anlamına gelecekti! Bu, boşlukta manevra
yapmaktı. Kıbrıslı Rumlar, taksimi önlemek için çok iyi bir durumdaydılar ve
Türklerin blöfüne aldırmama durumunda, yine yapmakta tereddüt etmeyeceklerdi.
Türkler için daha akıllı bir yol, teknik olarak anayasaya her ayrıntısı ile
tutunmak ve enklavları, kendi kendini savunma için gerekli olarak göstermekti.
O zaman, Makarios, nitekim yaptığı gibi, Küçük’ün resmi görevine dönmesinden
önce (Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı) tavrını belirlemesi gerektiğinde ısrar
edemeyecekti. Haziran 1964’de Makarios, Küçük’ü tanımama çabasına girişti, ama
BM Barış Gücü buna karşı çıktı. Aksi takdirde Rumlar, Dr.İhsan Ali’yi
Cumhurbaşkanı Yardımcılığı’na kendi adayları olarak koyabileceklerdi.” (Cyprus,
London 1969, s.334-335)
İNÖNÜ: “GERİ DEVLET TEŞKİLATINA
DÖNÜN”
TC Başbakanı
İnönü, Dr.Küçük’e gönderdiği bir mesajda şu önerilerde bulunmaktaydı:
“Adada
emniyetin tesisi için gerekli tedbirler alınması ve bunlar alındıkça mümkün
olan en kısa zamanda, Cumhurbaşkan Muavini ile Türk Bakanlardan başlamak üzere
bütün Türklerin peyderpey devlet teşkilatındaki vazifeleri başına dönerek,
Kıbrıs Rumlarının menfi faaliyetlerine karşı, devlet mekanizması dahilinde,
anayasa ve kanun yollarıyla, sebatla ve metanetle mücadele etmeleri milli
davamızın başarısına büyük ölçüde yardımcı olacaktır...Kıbrıslı kardeşlerimizin,
Adada emniyet teessüs edince, normal işleri başına dönmeleri, Kıbrıs
meselesinin nihai hal şekli hakkındaki malum tezimizin terki manasına katiyyen
tazammum etmeyecektir...” (Rauf R.Denktaş, Hatıralar (1964), Cilt:1, s.174-175)
AYRILIKÇI TÜRK LİDERLİĞİ:
“DÖNMEMEYE AZİMLİYİZ!”
Dr. Küçük ve
arkadaşlarının İnönü’ye gönderdikleri 10 Mart 1964 tarihli mektupta ise şöyle
denmekteydi:
“Bilindiği
gibi memurlarımız, kendilerine verilen direktiflere uyarak, emeklilik hakları
dahil maaş, tahsisat ve diğer ücretlerini feda etmiş ve meslekten ihraç
durumuna kendilerini bilatereddüt sokmuşlardır...Geri işbirliğine dönme -geçici
bir süre için bile olsa- davamızın gaip edilmesine müncer olacağına
inanmaktayız. Şimdiye kadar bizi öldürenler, malımızı yakıp, yağma edenler ile
bir arada yaşayamayız tezini savunduğumuz malumdur. Bu böyle iken, Rumlarla
gene bir arada ve hatta bir dam altında beraberce yaşamaya ve işbirliği yapmaya
başladığımız an, tezimizi temelinden yıkmış olacağımız kanaatindeyiz. Bir araya
gelindikten sonra, bilhassa Güvenlik Konseyi’nin kararı muvacehesinde tekrar
federasyon şekline bile gidilmesi ihtimal haricinde olacağı bedihidir
(açıktır)...Yukarıda belirtilen maruzat dolayısıyle gerek Cumhurbaşkan Muavini
ve gerekse Türk vekiller, mebuslar ve memurlar, devlet teşkilatındaki
vazifeleri başına dönmemeye azimlidirler. Dönme mecburiyeti hasıl olacak
olursa, Cumhurbaşkan Muavini, vekiller ve mebuslar isitfa etmeye
kararlıdırlar.” (agy)
BM RAPORLARINA DA YANSIYAN AYRILIKÇI TÜRK POLİTİKASI
Kıbrıs Türk
liderliğinin “taksim davası”nı ilerletmek için uyguladığı planlı politika, BM
Genel Sekreteri’nin o yıllardaki raporlarına da yansımıştı:
“Kıbrıslı
Türklerin, kendi bölgeleri dışına çıkmayışlarının, kendi siyasal amaçları
gereği olduğuna inanılmaktadır. Yani, Kıbrıs’ta herhangi bir coğrafik ayrılık
olmaksızın, iki ana toplumun adada barış içinde bir arada yaşayamayacakları
iddiasını güçlendirmeye yöneliktir.” (BMGS Raporu S/5764, Paragraf 113, 15
Haziran 1964)
“Kıbrıslı
Türklerin kendi kendilerini yalıtlama politikası, toplumu normal olanın tersi
bir yöne yöneltti. Toplum liderliği, Kıbrıslı Türk nüfusun Kıbrıslı Rum
yurttaşları ile kişisel, ticari veya herhangi bir başka nedenle temasa
geçmeleri, idari konularda Hükümet dairelerine başvurmaları veya eğer göçmenseler,
kendi evlerinin bulunduğu köylere yeniden yerleşmeleri konularında onların
cesaretini kırmaktadır.” (BMGS Raporu, 11 Mart 1965)
“Kıbrıs Türk
liderliği, iki toplum mensuplarının birlikte yaşamasını ve çalışmasını
gerektirebilecek veya Kıbrıslı Türkleri, Hükümet organlarının otoritesini
onaylayacak durumlara koyabilecek herhangi bir önleme karşı, katı bir tutuma
yapışıp kalmıştır. Kıbrıs Türk liderliği, toplumların fiziksel ve coğrafik
ayrılığını siyasal bir hedef olarak kabul ettiğinden, aslında Kıbrıslı
Türklerin, alternatif bir politikanın yararlarını gösterme olarak
yorumlanabilecek etkinlikleri teşvik etmesi beklenemez. Öyle görülüyor ki,
sonuç da Kıbrıslı Türklerin amaçlı olarak kendi kendilerini tecrit etme
politikası olarak ortaya çıkmaktadır.” (BMGS Raporu S/6426, Paragraf 106, 10
Haziran 1965)
DEVLET TEŞKİLATINA DÖNME ÇABASI
Kıbrıs
Cumhuriyeti devletinden kopan Türk liderliği, her nedense 19 ay sonra, 22
Temmuz 1965 günü Temsilciler Meclisi’ne dönmeye karar vermişti. BM Barış Gücü
mensuplarının koruyuculuğunda o gün Meclis’e giden Türk üyeler, Meclis Başkanı
Glafkos Kliridis ile bir görüşme yaparlar. Gerisini BMGS’nin Raporu’ndan
izleyelim.
“Kliridis,
anayasada yapılan değişiklikler üzerinde anlaşma sağlanmazsa, Türk üyelerin
Meclis’e katılmalarına izin vermeyeceğini açıkça söyledi. Bay Kliridis ayrıca,
Cumhurbaşkanı ve Yardımcısı tarafından yasaların yayımlanmasına ilişkin anayasa
hükümlerinin artık uygulanamaz olduğunu ifade etti. Kliridis devamla, kendi
görüşüne göre Kıbrıslı Türk üyelerin, artık Meclis’te yasal bir durumlarının
olmadığını belirtti.” (S/6569, 29 Temmuz 1965)
Ertesi gün
Rum basınında yer alan bir demecinde ise Meclis Başkanı Kliridis şöyle diyordu:
“Ayrılmazdan
önce Kıbrıslı Türk üyeler, ertesi gün Temsilciler Meclisi’ne katılmak üzere
yine gelirlerse ne olur, diye sordular. Ben de kendilerine açıkça, gelirlerse
toplantıya katılmalarına izin verilmeyeceği yanıtını verdim.” (Mahi, 23 Temmuz
1965)
TÜRK HAKİMLER GÖREVLERİNİ SÜRDÜRMÜŞLERDİ
Bu arada
Kıbrıs Yüksek Mahkemesi’nin Türk üyelerinin, devam eden bomba patlatmaları için
Türkleri cezalandırmak amacıyla İçişleri Bakanı Yorgacis’in 3 günlük ablukaya
başladığı 2 Haziran 1966 gününe kadar görevleri başında kaldıklarını
anımsatalım.
“3 Haziran’da
Kıbrıs Türk liderliği, bir gün önce Kıbrıs polisinin Lefkoşa’nın Türk kesimine
giriş-çıkışları durdurması üzerine Kıbrıslı Türk hakimlerin işlerine
gidemediklerini bildirdi. Mahkemeye gidebilmiş olan bir hakime de aşağılayıcı
koşullar alrında geri Türk kesimine dönmesi emredildi.” (BMGS Raporu S/7350, 10
Haziran 1966)
Leymosun
Mahkemesindeki üç Türk hakim ise Eylül 1966’da TMT’nin tehdidiyle işlerinden
geri çektirildiler. (Ayrıntılar için bkz. Londra’dan bir portre: Özer Beha,
Kıbrıs, 3 Temmuz 1999 ve Rauf R. Denktaş’ın Hatıraları, İstanbul 1998, Cilt:1,
s.518, 563-564, Cilt:2, s.29, 172, 187) Atılma olayları böyle gelişmişti.
DENKTAŞ’IN ANILARINDAN İLGİLİ
NOTLAR
Rauf R.
Denktaş’ın “Hatıralar”ında yazdığı şu görüşler de, uygulanan işbirliği yapmama
politikanın gerisinde yatan mantığı özlü bir şekilde yansıtmaktadır:
“Rumlarla
teşriki mesaiyi hattı asgariye indirmeliyiz. Alış veriş dahil her türlü temas
sıfır derecesine indirilmelidir. Bunu yapabilecek miyiz? Bilmiyorum. Stok
yiyecek ve diğer zaruri eşya mevcut mu? Bilmiyorum. “Hükümet”e müracaat ederek
pasaport alma, araba ruhsatı çıkartma gibi olaylar da durmalıdır...Ankara ile
tam bir işbirliği halinde bu planı yürütmeniz icap edecek. Hakimlerin
vazifelerinden çekilmesi bu planın bir safhasıdır. (Cilt:2, s.277-278)
“Aleyhimize
kullanılan ve kullanılacak olan diğer konular şunlardır: Mağusa’da, Limasol’da
Türklerle Rumlar bir arada çalışmaktadırlar. Hakimler ve bazı memurlar (gümrük
memurları ve mahkeme memurlarından bazıları) Rumlarla işbirliği halindedirler.
Bunlar Rumlarla teşriki mesai ediyorlar da diğerleri niye etmiyor? Rum bölgesi
denilen yerlerde yaşayan on binlerce Türk Rum idaresinden memnundur vs.
(Cilt:2, s.327)
ALİ-ALEKKO KAVGASI
1960’lı
yılların ortasına gelindiğinde TC Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Cemal Tural,
Kıbrıs sorunu için şu ilginç değerlendirmede bulunmaktaydı:
“Bugün Kıbrıs
meselesi diye bir mesele yoktur. Kıbrıs meselesi bazı çıkarcıların kendi
menfaatleri için uçurdukları balonlardan ibarettir. Kıbrıs’ta bir Ali ile Alekko
kavgası vardır, fakat iki kişinin kavgası için bir ordu çağrılmasına lüzum
yoktur ve olanlar çıkarcılar tarafından büyütülmektedir.” (Halkın Sesi, 11 Ekim
1966)
KIBRIS TÜRKLERİ NASIL
KALKINABİLİR?
Türkiye’den
her yıl adaya gönderilen 10 bin sterlinlik mali yardım ile ayakta tutulmaya
çalışılan 120 bin kişilik Kıbrıs Türk toplumunun yarıya yakın kısmı, 1968 yılı
başına kadar TMT tarafından oluşturulan ve tüm ada sathına yayılmış, toplam
%3’lük bir toprağa tekabül eden enklavlarda yaşamaya zorlanmıştı. Bu dönem
içerisinde, Kıbrıs Türk toplumunun ekonomik yönden kalkınması için, zamanın
ünlü planlamacısı Memduh Aytür şunları yazmaktaydı:
“Anadolu ve
Trakya Türklüğünün kaderi ile Kıbrıs Türklüğünün kaderi, bugün aynı gerçeğin
etki alanı içine girmiştir. Türkiye, iktisadi zaferler kazanabildiği; yani
kalkınmasını batılı komşularının hızlarının üstüne çıkarabildiği takdirde bu
topraklar üstünde şerefle payidar olacaktır. Kıbrıs Türklüğü de
geliştirilebildiği ölçüde yaşayacak ve Adanın Türkiye için bir tehdit üssü
olmasını önleyecektir...Ancak, böyle bir başarının sağlam ve sürekli olabilmesi
için, ister “sıkılmış yumruk”la elde edilmiş olsun, ister Ada’ya çakılan süngü
ile olsun “iktisadi zafer”le tamamlanması zorunluluğu vardır...”
“Kıbrıs
Türklüğünü kalkındırma yollarında amaç, Türk nüfusunu Adaya bağlamak, oran
olarak da artmasını sağlamak ve iktisadi gücünü artırmaktan ibarettir. Bunun
için; 1. Türk sektörünün insan ve tabiat kaynaklarını harekete geçirmek, 2.
Anavatan ekonomisi ile bağlantısını kurarak ilk dinamiği vermek yeterli
olacaktır. Bu yolla, Kıbrıs Anavatana yük olmaktan çıkacak, Türk cemaati maaşla
geçinir olmaktan kurtulacak, gelişen canlı ümitli bir topluluk halini
alacaktır.” (Kıbrıs Türkünün İktisadi Kalkınma Hakkı, Cumhuriyet, 8-9 Ocak 1968)
1960’LI YILLARDA İÇ YAŞAM
Cumhuriyet
gazetesi yazarlarından İlhan Selçuk, 10 Ocak 1968 tarihli köşesinde çıkan
“Kıbrıs Türklüğünün iç yaşamı?” başlıklı makalesinde “Kıbrıs Türk cemaatini
Ankara ile Ada arasında komisyonculuk yapan bir takım kişilerin elinde bırakmak
durumuzda mıyız?” sorusunu sormaktaydı.
Gazeteci
Yılmaz Çetiner, Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ve “Kıbrıs’tan Geliyorum”
adını verdiği röportaj dizisinde Kıbrıs Türklerinin ekonomik durumlarına
ilişkin şu gözlemlerini aktarmaktaydı:
“Vergi
deyince, bir acı gerçeğe daha dokunacağım. Kusura bakmasın Kıbrıslı Türk
dostlar. 1966 yılında bizim Cemaat bütçesi için, 9 aylık bir devre zarfında 40
bin liralık kişisel vergi toplanacağı tahmin edilmiş, buna mukabil 3703 lira
tahsilat yapılabilmiştir. Yani adam başına 50 kuruş vergi düşmüyordu bir
yılda!” (16 Mart 1968) “Anavatan da, Yavruvatan da Makarios’un iktisadi kemirme
oyununa düşüyoruz galiba.” (17 Mart 1968)
“KIBRIS’TA MAAŞA
BAĞLADIKLARIMIZ...”
Yılmaz
Çetiner, “Hey Gidi Kıbrıs...” başlıklı bir başka yazı dizisinde de, “Kıbrıs’ta
maaşa bağladığımız 20 bin’i mücahit, 80 bin insan” diye nitelediği ve geçimini
Türkiye’den gönderilen yardıma bağlıyan şahısların dökümünü, Kıbrıs Türk İşçi
Birlikleri Federasyonu’nun 12 Mayıs 1967 tarihli raporuna dayanarak, şöyle vermekteydi: “3,500 memur ve öğretmen,
8,000 işsiz, 5,000 köylü ve çiftçiler, 5,000 göçmenler, 1,000 hükümet işçileri
ve muvakkat memurlar, 5000 gönüllü işçiler olmak üzere 23,000 kişi. Kıbrıs’ta
120 bin Türk vardır. Uluslararası ölçülerle ortalama aile nüfusunu 4 kabul
edersek, 100 bin kişinin anavatandan gelen yardımla yaşadığı ortaya çıkıyor.”
(Cumhuriyet, 27 Mart 1968)
Çetiner,
“Dr.Küçük ayda 200 sterlin, Bakanlar ise 150’şerle geçinmektedirler” derken,
sıradan Kıbrıs Türkleri için de şunları yazmaktaydı: “İngiliz idaresi
altındayken, vergi vermeyen, askerlik yapmayan, aşağı yukarı Britanyanın hayat
seviyesine yakın bir yaşama ölçüsü olan Kıbrıslı Türkler alışamadıkları bir
sıkıntının, yokluğun içine düşmüşlerdi...İşte bu arızalı hayata 4,5 yıldır
katlanan ve fakat, bizim dertli Anadolu’yu, Doğusu ile Batısı ile Anadolu
köylüsünü pek tanımayan Yavruvatanın Türkleri acı acı yakınıyorlardı
durumdan...” (agy, 4. ve 5. yazılar)
Mehmet Barlas
da, 7 Şubat 1969 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde “Kıbrıs” başlığı
altında şöyle demekteydi:
“Türk kesimi
içindeki anlaşmazlıklara kesin teşhisi koyamayan Ankara, yılda 150 milyon
lirayı bulan yardımın, aslında Rumları beslediğini bilmektedir. Dışişleri
Bütçesi görüşülürken CHP Senato grubu başkan vekili H.Oğuz Bekata, bu gerçeği
şöyle ifade etmişti: “Türklerin bir limanı olmadığı, serbestçe ithalat
yapamadıkları ve her çeşit malı Rumlardan toptan satın alarak perakende
sattıkları için Türkiye’den giden paraların büyük kısmı Rumlara intikal etmektedir.
Yani gönderdiğimiz bu milyonlarla, Türkler değil, Rumlar kalkınmaktadır.”
Kıbrıs, Türkiye için bütün elverişsizliği ile gelişen bir problem halindedir.”
31 Ekim 1969
tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Kıbrıs Meselesinde Yunan Politikası” başlıklı
bir makale yayımlayan Emekli Korgeneral Faruk Güventürk şu değerlendirmeyi
yapmaktaydı:
“Kıbrıs’taki
Türk idareciler de maalesef inisiyatiflerini bir türlü ele alamamakta, tamamen
papazın oyunlarına göre yani ileriyi hesap etmeden günlük ve kısır bir politik
tutum içinde bulunmakta, Küçük rahatlıkla viskisini yudumlamakta, biraz daha
aktif görünen Denktaş da tam verimli bir çabadan çok Londra-Ankara-Lefkoşe
arasında bazen şahsi, bazen sıhhi, bazen de yine verimsiz ve inisiyatifi ele
almaktan uzak müzakerelerde bulunmak üzere dolaşmaktadır. Arada bir de gerçekle
hiç de bağdaşmayacak, demagojiden ileri gidemiyecek olan “süngüler
konuşmalıdır” şeklinde beyanatlar vermekte, işin derinliğini bilmeyen gençler
tarafından da alkışlanmaktadır. Ah bu boş ve bilgisiz alkışlar...Politikacıları
daima yanıltan alkışlar...Ne zararlar verdiğini bir hesaplayabilsek...Sonunda
Kıbrıs’a çıksak dahi Amerikan müdahalesi ile dönmeye mecbur kalacağımız bir
sefere girişmek elbette doğru olmaz...”
İlhan Selçuk,
31 Ocak 1971 tarihli Cumhuriyet’te çıkan “Kıbrıs Çıkmazı” başlıklı makalesinde
şöyle demekteydi:
“Ankara’dan
Kıbrıs’a giden iktisadi yardımın ne biçimde kullanıldığını denetlemek
olanaksızdır...Bazı çıkar grupları, Kıbrıs Türklüğünü gerçekçi fikirler
çerçevesinde toplamaya çalışan ilerici adımları yok etmek için her çareye
başvurmaktadırlar. Üç kağıtçıların çıkarcılığı kalıplı fes gibi Ankara’dan
Kıbrıs’a giydirilmektedir...Kıbrıs Türkleri de bir kısır yönetimde alın
yazgılarının sonunu beklemektedir. Bu yazgıya karşı çıkan ilerici gençler,
yalnız Kıbrıs’ta değil, Türkiye’de tutucu iktidarın baskısı altındadır...Sözün
kısası, Kıbrıs’taki Türk toplumu, bizim tutucu iktidarların gerçek dışı
politikasında helak edilmiştir. Ne yapsın Kıbrıs Türkü? Atina düşman, Lefkoşa
hasım, Ankara yetersiz ve bağnaz...Çıkılır mı bu işin içinden? “
Kıbrıs Rum
yetkilileri tarafından hazırlanan 19 Şubat 1971 tarihli “Kıbrıs Türklerine
Sağlanan Kolaylıklar” başlıklı rapora göre, 45 bin Kıbrıslı Türk çalışandan 13
bini, yani yaklaşık %30’u Rumlarla işbirliği yapmaktaydı.
1974’DE ÇÖZÜME YAKLAŞINCA
Adanın
Yunanistan’a bağlanması (Enosis) politikasının uygulanamaz olduğunu sonunda
gören Kıbrıs’ın Rum Cumhurbaşkanı Makarios, 1968 yılından başlayarak, “mümkün
olan çözüm”e yönelmiş ve Kıbrıs anayasasının yeniden düzenlenmesi için
toplumlararası görüşmelere oturulmuştu. 1974 yılı baharına gelindiğinde,
enklavlarda yaşayan Kıbrıslı Türklere yerel özerklik verilmesine çok
yanaşılmıştı. (Bkz. Prof.O.Aldıkaçtı’nın Anıları ve M.Dekleris’in açıklamaları,
Pavlos Tzermias, Geschichte der Republik Zypern, Tübingen 1991, s.404)
Ancak 15
Temmuz 1974’de, Atina’daki faşist Yunan cuntası, Kıbrıs’taki fanatik milliyetçi
ve faşist işbirlikçileri eliyle Makarios’a karşı askeri bir darbe düzenledi,
fakat Makarios ölümden kaçmayı başardı. 20 Temmuz 1974’de ise Türkiye, adanın
bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü güvence altına alan 1960 tarihli
Garanti Anlaşması gereğince adaya askeri müdahalede bulundu. Darbe ve işgal
olaylarında binlerce Rum ve Türk öldü veya kayboldu. Doğup büyüdükleri yerleri,
mallarını terk eden 180 bine yakın Kıbrıslı Rum, adanın güneyine, Taksim
çizgisinin güneyinde kalan 44 bin kadar Kıbrıslı Türk de ada toprağının
%37’sini oluşturan kuzeye göç etti. Oysa Kıbrıslı Türklerin tüm ada toprağı
üzerindeki tapulu hakkı, 1974 öncesi verilerine göre %12.3 olup, devlet arazisi
de nüfus oranına göre dağıtıldığında bu oran %16.8’e çıkmaktadır. (A.An,
Kıbrıslı Türklerin Toprak Mülkiyeti Ne Kadar?, Yeni Çağ, 3 Ağustos 1992) Öte
yandan Türkiye, adanın bütünlüğünü sağlamak bir yana, nüfusu azalan kuzeye
Anadolu’dan getirdiği onbinlerce insanı yerleştirdi ve kendilerine mal-mülk
dağıtılan bu nüfus, işgal rejiminin oy deposu haline getirildi. (A.An, Seçim
Sonuçları Kıbrıslı Türklerin İradesini Yansıtmıyor, Yeni Çağ, 27 Aralık 1993)
25 YIL ÖNCEKİ BM KARARLARI NE
DİYORDU?
BM Güvenlik
Konseyi’nin 20 Temmuz 1974 günü almış olduğu 353 tarihli kararda, bütün
devletler, Kıbrıs’ın egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı
göstermeye çağrılıyor, bu ilkelere ters düşen ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yapılan
yabancı askeri müdahaleye derhal son verilmesi ve uluslararası anlaşmalara göre
adada bulunanların dışındaki bütün yabancı askeri personelin Kıbrıs
Cumhuriyeti’nden gecikme olmaksızın geri çekilmesi, bölgedeki barışın ve anayasal
hükümetin gecikme olmaksızın yeniden kurulması için Yunanistan, Türkiye ve
Birleşik Krallık’ın görüşmelere başlaması ve Genel Sekreteri bilgilendirmesi
istenmekteydi.
BM Genel
Kurulu’nda TC de dahil olmak üzere 117 üye devletin oybirliği ile aldığı 1 Kasım
1974 tarihli ve 3212 numaralı kararda da, aynı hususlar tekrarlanmakta ve
bağlantısız bir ülke olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı yapılmış olan bütün eylem
ve müdahalelerin geri alınması talep edilmekteydi.
Bu arada,
Türk Silahlı Kuvvetlerinin, işgal ettiği topraklar üzerindeki hukuki durumu ve
hak ve sorumluluklarının uluslararası sözleşmelerle düzenlenmiş olmasına
karşın, (örneğin 18 Ekim 1907 tarihli Kara Savaşlarına İlişkin Lahey
Kuralları’nda ve 12 Ağustos 1949 tarihli Savaş Zamanlarında Sivil Kişilerin
Korunmasına İlişkin 4. Cenevre Konvansiyonu’nda tek tek belirtilmektedir)
kuzeyde kalan Rumlar güneye göçe zorlandı, özgürlükleri kısıtlandı ve güneye
göç etmiş olanların mal ve mülklerine geri dönmelerine izin verilmedi. (Avrupa
Konseyi İnsan Hakları Mahkemesi’nin Titina Loizidu hakkında aldığı karar, TC
tarafından henüz uygulamaya konmamıştır.)
İYİMSERLİĞE YER YOK
Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin 25 yıldan beridir Kıbrıs’ta bulunmasının haklı veya haksız bir
işgal olduğu tartışması bir yana, “Yeni Düşünce” gazetesinin İstanbul’da
düzenlediği “Türkiye’nin Meseleleri” konulu bir toplantıda konuşan Prof. Mustafa Kuran’ın söyledikleri, sorunun
nihai çözümü hakkında iyimser olmaya yer bırakmamaktadır:
“Misak-ı
Milli’nin dışındaki topraklarda gözümüz yoktur, diyorlar. Bu yanlıştır. Bütün
milletlerin büyük ideolojileri vardır. O halde Türk ordusu Kıbrıs’ta ne arıyor?
Misak-ı Milli’nin sınırları içinde değildir Kıbrıs.” (Cumhuriyet, 3 Şubat 1986)
Gazeteci
Güneri Cıvaoğlu’nun, Cenevre görüşmeleri sırasında Türk gazetecilerle konuşan
Dışişleri Bakanı Güneş’e atfen aktardıkları ise, Türkiye’nin adaya asker
çıkarmasındaki gerçek amacı konusunda önemli ipuçları vermekteydi:
“Güneş’in
“Ada’nın yarısına kadar işgal edilmesi gerekir” sözleri üzerine kaygıyla şöyle
sormuştuk: “Ya sonra? Bırakırlar mı orada süperler?” Merhum Turan Güneş o her
zamanki bilgeliği ve doğallığıyla yanıtlamıştı bizleri:
“Hele biz
oralara kadar ilerleyelim, Ada’nın yarısını alalım, oldu bittiyi yapalım...20
yılda sökemezler bizi oradan...Ondan sonrası da Allah kerim. Birbirini
tanımayan, birbirinden farklı Türk ve Rum nesilleri artık birarada kimse
yaşatamaz.” (Sabah gazetesi, 19 Temmuz 1994)
Dosyalar
dolusu BM kararına rağmen, 25 yıldır Türk Ordusunun Kıbrıs’tan ayrılmayışı ve
Kıbrıs’ta yaşlı veya genç nesillerin temasına kısıtlı veya yok denecek kadar
izin verilmesi, bu politikanın yansıması olsa gerek!
AYRI DEVLET İLANI ULUSLARARASI
HUKUKA TERS
TSK’nin
denetimi altında tutulan topraklarda 13 Şubat 1975’de “Kıbrıs Türk Federe
Devleti”, 15 Kasım 1983’de de “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” ilan edildi. Oysa
Doç.Dr.Sevin Toluner, daha 1977 yılında yayımladığı “Kıbrıs Uyuşmazlığı ve
Milletlerarası Hukuk” adlı kitabında “Kıbrıs’ta bağımsız bir Türk devletinin
kurulması” istemlerini, 1970 tarihli “Birleşmiş Milletler Şartı uyarınca
Devletlerarası Dostane İlişkiler ve İşbirliğiyle İlgili Milletlerarası Hukuk
Prensiplerine Dair Bildiri” ve halkların kendi kaderini tayin etme hakkı
açısından şöyle değerlendirmişti:
“Ancak, Türk
toplumu, bu görüşü, bağımsız bir
devletin kurulabilmesi için gerekli olan
maddi unsurları, -bir ülke parçası üzerinde devamlı ve etkin bir kontrol icra
eden hükümeti-, Türk silahlı harekatları sonucunda, yani bir dış yardımla
gerçekleştirebilmiştir. Bu silahlı harekata ve bu silahlı harekatlar sonucunda
gerçekleştirilmiş olan fiili duruma meşruiyet kazandıran esaslar ise, daha önce
de belirttiğimiz gibi tek taraflı olarak hukuki status quo’nun değiştirilmesi
hakkını sağlamaz. Bu fiili durumu, Kıbrıs devleti ülkesinde ayrı bir Bağımsız
devletin kurulması yolunda bir aşama olarak değerlendirme, bu esasları
çerçevesi dışına çıkmak anlamına geleceği kadar, Bildiri’nin sekizinci
paragrafında yer alan devletlerin milli birliği ve ülke bütünlüğüne saygı
gösterilmesi yükümüne aykırı olacağı için, “self determinasyon” hakkı ile
ilgili esaslar çerçevesinde de haklı gösterilemez.” (agy, İstanbul
Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Yayını, 1977, s.423)
BM GÜVENLİK KONSEYİ KARARI NE
DİYOR?
Nitekim KKTC
ilanından hemen sonra, Kıbrıs Cumhuriyeti (Rum) hükümeti tarafından acilen
toplantıya çağrılan BM Güvenlik Konseyi, konuyla ilgili olarak 18 Kasım 1983
tarihinde 541 sayılı kararı almış ve diğer şeyler yanında şu hususları
vurgulamıştı:
1. Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin bir parçasının ayrılması anlamına gelen ve Kıbrıs Türk
makamlarınca yapılan ilandan üzüntü duyar.
2. Yukarıda
sözü edilen ilanı, yasal olarak geçersiz addeder ve bu ilanın geri alınması
çağrısını yapar.
3. Bütün
devletlere, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenlik, bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve
tarafsızlığına saygı göstermeleri için çağrıda bulunur.
4. Bütün
devletlere, Kıbrıs Cumhuriyeti’nden başka herhangi bir Kıbrıs devletini
tanımamaları için çağrıda bulunur.
5. Bütün
devletlere ve Kıbrıs’taki iki topluma, durumu kötüleştirebilecek herhangi bir
eylemden kaçınmaları için çağrıda bulunur.”
1974 SONRASI EKONOMİK DURUM
Kıbrıslı
Rumların geride bıraktıkları mal, mülk ve ekonomik değerleri, “ganimet
ekonomisi” çerçevesinde “har vurup harman savuran” Türk tarafı, aradan geçen 25
yıla karşın, kendi kendine yeter bir hale gelememiş, önemli ekonomik başarılara
imza atamamıştır.
1986 yılında
TC Başbakanı T.Özal’la birlikte KKTC’yi ziyarete eden işadamı Ali Koçman’ın şu sözleri çok
anlamlıdır: “Türkiye’ye döner dönmez Yeniköy’de veya Büyükada’da 150 bin
kişinin yaşadığı bölgelerde Cumhuriyet ilan edeceğim ve hükümet kuracağım!”
Türkiye’nin
önde gelen işadamlarından Sakıp Sabancı da, KKTC’nin güvenilir bir yatırım
alanı olarak görülmemesini şöyle
açıklamaktaydı:
“Kıbrıs’a
gittiğimde gördüm ki, oranın cebi kabarıkları şapkayı toplamış, ya İstanbul’a
taşınmış, ya da Londra’ya. Sonra da kalkıp Sakıp Sabancı gelsin, Kıbrıs’ta
yatırım yapsın diyorlar. Ekonomik yatırım hesaba kitaba dayanır, kâr esastır.
Yatırım yapan, yatırımın konusunu, büyüklüğünü ve özellikle yerini seçerken en
çok nasıl kâr sağlarım diye düşünür. Düşünmek zorundadır da. Aksi halde, bu
yatırım sakat doğar, yaşamaz.” (aktaran Ortam, 15 Ağustos 1991)
MAAŞA BAĞIMLI KİTLELER
25 yılın
sonunda 40 bine yakın kişi, üretici yaşamdan kopartılıp, KKTC devletçiğine
mideden bağımlı hale getirilmiştir. Memur maaşlarını düzenli olarak vermekle
övünen UBP iktidarı, son seçimlerin hemen ardından, 18 Aralık 1998 günü, 13.
maaş kaleminden 5 trilyon 240 milyon TL’lik ödeme yapmıştır. Alan da memnun,
veren de memnundur!
KKTC
devletçiğinden maaş çeken 40 bin’e yakın kişi arasında yaklaşık 13 bin 500
memur, 10 bin 500 emekli, 4 bin şehit ailesi, malul gazi, mücahit, 4 bin
dolayında Kamu İktisadi Teşekkülü (KİT) ve belediye çalışanı vardır. Ayrıca
Sosyal Sigorta Dairesi’nden emekli maaşı çeken yaklaşık 16 bin kişi
bulunmaktadır. Bordro mahkûmlarının büyük bir çoğunluğunun umutlarını tatmin
etmeyi beceren UBP, “mal”ı alıp götürmüştür.
1997 yılı
içinde, kamu görevlilerinin gayrı safi milli hasıla’ya yaptıkları katkı %18-20
oranında iken, devlet bütçesinden %38
oranında pay almaktaydılar. (Kıbrıs, 13 Ağustos 1997)
Bir başka
ilginç saptama ise, devletten her ay çıkan 35 bin çekten 7 bin’inin
parasal tutarının, 35 bin çek için
ayrılan paranın %65’ine tekabül etmesidir. Geriye kalan 28 bin çek sahibi ise,
ancak tüm çek ödemelerine giden paranın %35’ini almaktadır. (Avrupa, 17 Aralık
1997) Bu da üst bürokrat kesimlerin, “milli politika”ya olan “sadakat”ini
göstermektedir.
KKTC devleti,
maaşa bağladığı yurttaşlarına, Temmuz 1999 ayı içinde 8,8 trilyonluk maaş
ödemesi yapmıştır. (Kıbrıs, 11 Temmuz 1999)
Sıradan
yurttaş ve esnaf ise, seçim ve geçimle ilgili görüşünü aylar öncesinden şöyle
belirtmişti:
“Milletvekilleri
bugüne kadar ceplerini doldurmaktan başka birşey yapmıyorlar. Esnaf
ezilmektedir. Esnafın bu içler acısı halini gören bir milletvekili yok mudur?
Milletvekillerinin çoğu oyumuzu almak için gökten ayı indirip, elimize
verdiler, dağları yeniden keşfettiler. Seçimlerden sonra hiçbir icraatını
görmediğimiz milletvekillerinin değişmesini, yerlerine bu kötü gidişimize dur
deyebilecek milletvekillerinin seçilmesini isterdim, fakat badadezin yahnisi,
gider gelir aynisi.” (Vatan, 25 Eylül 1998)
“BUNLARIN TARTIŞILMASI GEREK”
Prof.Dr.Asaf Savaş Akat’ın Kıbrıs konusundaki değerlendirmesi
ise şöyle:
“Türkiye,
çareyi hep statükoyu muhafaza etmekte arıyor. Türkiye çözüm üretemiyor, çünkü
ciddi sorunları tartışmaktan korkuyor. Kıbrıs sorununda biraz farklı fikir
söyleyeni, hemen vatana ihanet filan gibi ağır suçlamalarla susturma yoluna
gidiliyor. Oysa, ancak sorunları tartışarak, hükümetin ya da devletin bakış
açısından farklı bir bakış açıları üreterek sonuca ulaşabiliriz...Kıbrıs’ın
Türkiye’ye fevkalade büyük bir ekonomik maliyeti vardır. KKTC, Türkiye
tarafından sürekli sübvanse ediliyor. Orayı sübvanse edecek yerde, Hakkari’yi
veya Şırnak’ı sübvanse etseydi, aynı kaynaklar oraya gitseydi, belki Türkiye
için çok daha iyi olurdu. Tartışılmadı bunlar, hala da tartışılmıyor...Biz
Kıbrıs’a askeri müdahale yapmakla siyasi açıdan, ekonomik açıdan, askeri açıdan
ne kazandık? “Soydaşlarımızı koruduk” dışında söylenebilecek pek fazla söz yok.
Ama başka yerlerde de soydaşlarımız var. Oralara da mı askeri müdahale yapmak
gerekiyor? Çifte standard kullanmıyorsak, bu soruya “evet” cevabını vermemiz
lazım. Cesur olalım, biz Kıbrıs’a yapılan askeri müdahaleyi destekliyor muyuz?
Belki de bazıları yanlış olduğunu düşünüyor bunun. “Hiç müdahale etmeseydik
daha iyi olurdu” diyenler olabilir. Bunların tartışılması gerek. Kıbrıs
sorununun çözümü, Türk insanının bu sorunu bütün cepheleriyle tartışmasından
geçer. Niye halka sormuyoruz, niye referanduma gitmiyoruz?” (Aktüel, 18-24
Temmuz 1991)
Öte yandan
iktisatçıların yaptığı bir değerlendirmeye göre, Türkiye, KKTC ile olan
ekonomik ilişkilerden kârlı çıkmaktadır. Türkiye, 1987-1996 yılları arasındaki
10 yıllık dönemde KKTC bütçesine 395.4 milyon dolarlık (83 trilyon TL) yardım
yaparken, bunun 5 katını KKTC’ye sattığı mallarla geri aldı. Türkiye, söz
konusu dönemde KKTC ile yaptığı alışverişten net 2 milyar 7 milyon 200 bin
dolar (421 trilyon 512 milyar TL) kârlı çıktı. (Kıbrıs, 26 Ocak 1998)
SONUÇ
Yazımızı,
Türkiye’de yapılan 24 Aralık 1995 Genel Seçimlerine katılan “Yeni Demokrasi
Hareketi”nin lideri ve işadamı Cem Boyner’in
6 Mart 1995 tarihli Hürriyet gazetesine yaptığı dış politika
açıklamasının Kıbrıs’la ilgili bölümünü burada tekrarlamakla bitirmek
istiyoruz:
“Kıbrıs’ın
tümünü bize verseler, Kıbrıs yüzünden dış politikada çektiklerimize,
Türkiye’nin dış dünyada kaybettiklerine değmez. Türkiye’nin ne Ada’nın tümünde
gözü var, ne de ilhakta gözü olması lazım. Kendi başına yaşama şansı olmayan
bir birimin yaşamını sürdürmeye çalışmak Türkiye’yi harcamaktan başka bir şey
değildir.
Biz, Ada’nın
bir bütün halindeyken bir kıymeti olduğunu düşünüyoruz. Mutlaka Kuzey ve Güney
Kıbrıs’ın iki bölgeli, iki toplumlu, federal bir yapıya bürünmesi gerektiğine
inanıyoruz. Ve mutlaka Avrupa Birliği’ne Ada olarak girmelidir. Türkiye’nin
çıkarı budur.
Türkiye’nin
altmış milyonu oradaki 150 bin insan için sıkıntı çekmemeli demiyorum. Ama
çözümsüzlük politikasının en kötü politika olduğu kanaatindeyim. Kedi mi
kuyruğu sallıyor, kuyruk mu kediyi sallıyor, bunun konuşulması lazım artık.”
(“Ahmet An” imzasıyla, Kıbrıs’ta
Sosyalist Gerçek dergisi, Sayı:48-49 ve 50, Şubat-Mart 2000 ve Nisan 2000 ve ayrıca kitap içinde, Ahmet An,
Kıbrıs Nereye Gidiyor?, İstanbul, Haziran 2002, s.9-35)
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil